Mantıku't Tayr, bir arayıştır, hakikate doğru bir yolculuktur. Bu meşakkatli yolculuğa kuşlar bahaneler uydurup çıkmak istemeseler de Hüdhüd onları ikna eder. Talep, aşk, mârifet, arayış, hoşnutluk, birlik, hayranlık ve yoksulluk gibi pek çok vadiyi aşarlar.

Meşhur şair Ferîdüddin Attâr’ın Mantıku't-Tayr adlı eseri, tasavvufi bir mesnevidir. Tasavvufta nihayî hedef de, bu dünyanın her türlü kaydından ve endişesinden sıyrılıp Hakk'ın tasarrufu altına girmektir.  Mantıku’t Tayr, insanı kuşlar üzerinden temsilî bir şekilde anlatan tesirli bir metindir. Bu eserden Peygamberin insanlara tebliğini de anlamış oluyoruz.

İslam klasiklerini iyi anlamak ve bazı sembolleri kavrayabilmek için peygamberler tarihini okumak da eseri idrak etme bakımından çok önemli. Bu eserde de temsili Hz. Peygamber hüdhüd, diğer kuşlar da insanlardır. Hikâyelerde kuşların da insanlar gibi şikâyet eden bir varlık olduğunu görüyoruz. İnsan da neyi istemesi gerektiğini öğrenene kadar bir şey ister. Mükemmelliğe aşina olmak gayesi ile var her insan. Edebî metinlerde soyut ya da somut bu kavramlar; simge, sembol, metafor kullanılarak ifade edilmektedir.  Bu metinde de bazı misaller verecek olursak; Simurg padişahı (Allah’ı) ilahi hakikati, hüdhüd peygamberi ve Hak Teâlâ’nın insanlara hakîkat yolunu gösteren insan-ı kâmil’i, bülbül dünyevi aşkı, papağan ölümsüzlük arzusunu, Tavus kuşu kibri ve kendini beğenmişliği, kaz sürekli olarak ibadet eden ve etrafına kibir duvarı örmüş zâhid ve âbid kimseleri, keklik ise zevk ve tutkunun sembolüdür.

Mantıku't Tayr, bir arayıştır, hakikate doğru bir yolculuktur. Bu meşakkatli yolculuğa kuşlar bahaneler uydurup çıkmak istemeseler de Hüdhüd onları ikna eder. Talep, aşk, mârifet, arayış, hoşnutluk, birlik, hayranlık ve yoksulluk gibi pek çok vadiyi aşarlar. Yolculuk sonunda gördükleri, ulaşmak istedikleri Simurg, kendilerinden başkası değildir. Hatiften bir ses onlara: "Siz buraya otuz kuş geldiniz, otuz kuş göründünüz; daha fazla veya eksik gelseydiniz yine o kadar görünürdünüz; burası bir aynadır." der. Aradıklarının kendileri olduğunu bilmek asıl kendi yürüyüşlerini tamamladıklarını gösterir.

Bahâeddîn Veled Hazretleri, 1213 senesinde Belh'ten ayrılıp Nişâbûr'a geldiklerinde onları Ferîdüddîn-i Attâr Hazretleri izzet ve ikrâmlarla karşılar. Genç bir delikanlı olan Muhammed Celâleddin o gece bir rüya görür. Rüyâsında nur yüzlü bir ihtiyâr, kendisine altı dallı bir gül verir. Sultanül-ulemâ rüyayı şöyle tâbir etmişti: "Altı tâne dalı olan gül, senin altı cildlik bir kitap yazacağına işarettir." Orada bulunan Ferîdüddin-i Attâr da; "Altı dallı güle kavuşuncaya kadar bu kitap ile meşgul olursunuz" diyerek Mantıkut-Tayr isimli kitabı Muhammed Celâleddin'e hediye eder. Bu eser yine Hz. Mevlâna’nın “Ben söz söylemede Şeyh Attâr’ın kulu kölesiyim! Ey dost, her ne söyledimse onu Attâr’dan duymuşum!” dediğini öğreniyoruz. 

Feridüddin Muhammed Nişaburî Selçukluların son zamanlarında Nişabur’da (tahmini 1174) dünyaya geldi. 1248’de de bir Moğol askeri tarafından şehit edildi. “Attar” lakabını eczacılık ile meşgul olduğu için almıştır. Küçük yaşlardan itibaren tasavvufa meyletmiş. Irak, Şam, Mısır, Mekke, Medine, Hindistan ve Türkistan’a seyahatler yapmış. Tasavvuf ehlinin hallerini tanımaya çalışırken kendi de buraya dahil olmuş. 

Merhum Rasim Özdenören’in okunmaya değer “Feridüddin Attar’ın Piyasa Değeri” başlıklı yazısından bir bölüm nakledelim:

“Hazret, Cengiz Han’ın ordusuna mensup bir Moğol tarafından esir edildiği sırada 104 yaşındaydı. Moğol, kendisini öldürmeye hazırlanırken diğer bir Moğol askeri, bu ihtiyarın Müslümanlar arasında meşhur bir zat olduğunu, fidye olarak Müslümanlardan çok akçe alabileceğini hatırlattı. Moğol, öldürmekten vazgeçip, fidyesini bulmak için Hazreti Şeyh’i gezdirmeye başladı. O sırada hamiyetli bir zat ortaya çıkıp bin altın teklif edince Şeyh, Moğol’a şöyle dedi: “Bu, benim kıymetim değildir. Tam değerini bulmadıkça satma.” Moğol daha fazla veren birini bulurum ümidiyle Şeyh’i gezdirmeye devam etti. O esnada sırtındaki saman torbasıyla oradan geçen bir fakir, “Şu ihtiyarı bana bağışla, sana şu samanı vereyim” deyince Hazreti Şeyh Moğol’a, “İşte, benim değerim budur, sat” demiş. Fena halde öfkelenen Moğol, Feridüddin-i Attar hazretlerini şehid etmiş.”

Attâr Mantıku’t Tayr adlı eserinde okuruna şöyle sesleniyor:

“Ey Allah yolunun yolcusu! Benim bu kitabımı ne bir şiir kitabı olarak gör, ne de bir bilgiçlik eseri olarak değerlendir! Çileyle kaleme alınmış bu beyitlere dikkatle bak, bak da benim yüz çilemden birini olsun sen de hisset!

Bu kitabımı dertle ve ıstırapla baştan sona okuyan kişi, elinde mutluluk belgesiyle o Yüce Eşiğe erişir...

Bu kitabı anlayarak okuyan, işinin eri olur.

Bizim dediğimizi kavrayan, en büyük kârı elde eder. (Söylediklerimin mânâsına değil de) şekle bağlanıp kalanlar, burada anlattıklarımın içinde boğulur giderler. Dediklerimin manevi anlamını sezenlerse, benim sırlarımın sırdaşı olurlar. Bu kitap, bütün zamanların süsüdür; bu kitaptan seçkinler/ de nasiplenir, sıradan insanlar da”.

 “Bir kekliğin yarası bir dervişe dert olur” mısraı bir hanım şaire ait. Lacivert dergisinin kapağında okumuştuk. Bu minvalde eserde geçen bir keklik hikâyesini buraya naklediyoruz:

KEKLİĞİN ÖZRÜ

Derken, keklik yuvasından çıktı, nazlı nazlı sekerek, çakır keyif ve havalı bir tavırla yaklaştı. Gagası kırmızıydı, şafak kızılı bir elbisesi vardı, gözlerinde kan kaynıyordu. Kâh dağların yamaçlarını sıvazlayarak arşınlıyor, kâh dağ sırtlarında gururla sekerek yürüyordu.

Şöyle dedi: Ben sürekli maden yataklarına koşturdum, değerli taşlar üzerinde sekip gezindim. Mücevherlere sahip olayım diye hep zirvelerde ve yamaçlarda tozuttum. Kıymetli taş aşkı benim gönlümü tutuşturdu ve o sevimli ateş beni mahvetti. O ateşin harareti bir yükselmeye görsün, yuttuğum küçük çakıl taşlarını hemen kana dönüştürür. Gördün mü ateşin etkisini nasıl gösterdiğini? Nasıl çarçabuk taşı kana çeviriveriyor!

Ben taşla ateş arasında kalakalmışım. Hep beklenti içindeyim, hep perişanım! Hararetle ve ihtirasla küçük çakıl taşları yutar ve gönlü yanık bir hâlde taşlar üstünde yatar uyurum.

Yoldaşlarım, açın gözlerinizi! Görün ben ne yiyor, nerede uyuyorum! Taş üzerinde yatıp kalkıp taş yiyen biri daha ne yapsın?

Benim yüz kere yaralı kalbim ıstırap içinde, çünkü mücevher aşkım beni dağlara bağlamış, ayrılmam, ayrılamam! Hem zaten mücevherlerden başka bir şeyi seven kimse bilsin ki, o sevdiği gelip geçicidir! Buna karşılık mücevherlerin saltanatı süreklidir, çünkü mücevherler özleri itibariyle o sarsılmaz dağlara kök salmıştır!

Ben dağların yürekli süvarisi ve kıymetli taşların muhafızıyım! Zirvelerde her daim mücevherler oldukça, ben de tepelerde hep onların arayışı içinde olacağım! Ben ne mücevherlerden daha asil bir nesne gördüm, ne de değerli taşlardan daha kıymetli bir şey!

Simurg’a giden yola gelince, orası zahmetli bir yol, çamura batmış ayaklarımsa mücevherlere bağlı! O mangal yürekli Simurg'a ben nasıl ulaşabilirim? Ellerim başımda ve ayaklarım çamurda, oraya nasıl erişebilirim?

Ateş yakaladığını nasıl bırakmazsa, ben de mücevherden vazgeçemem! Ya ölürüm ya elde ederim o kıymetli taşı! Kişinin asaleti kendisini işte böyle belli etmeli, çünkü böylesi bir erdeme sahip olmayan kimse beş para etmez!

Hüthüdün Cevabı

Ey mücevherler gibi rengarenk ışıldayan mahlûk! Sen hâlâ böyle havalı havalı salınıp sekecek ve bana böyle topal topal özürler mi sıralayacaksın?

Gagan ve ayakların ciğerinin kanına bulanmış senin! Bir parçacık çakıl taşının tutsağı olup kalakalmışsın!

Senin mücevher dediğinin aslı, esası, boyalı bir çakıl taşından başka nedir ki? Taşa olan sevdan ve hırsın yüzünden kalbin taş gibi katılaşmış!

Eğer renkleri olmasa, alelâde çakıl taşlarından ne farkı vardır onların? Renge bağlanansa, değersiz biridir, vesselâm!

(İlâhî hakikatin) kokusunu alan, renk peşinde koşmaz! Hakiki mücevheri bulan, o basit taşlara dönüp de bakmaz!

Hz. Süleyman’ın Yüzüğü

Hiçbir değerli taş, Hz. Süleyman’ın yüzüğündeki kadar değerli olamaz! Onun bütün

İtibarı ve şanı da, yüzükten ileri geliyordu, çünkü o taş, topu topu yarım kırat ağırlığındaydı. Hz. Süleyman o değerli taşı kendi mührü yapınca, yeryüzündeki her şey onun hükümranlığı altına girdi. Süleyman aleyhisselam devletinin uçsuz bucaksızlığına, cihanın her yanının kendisinin emri altında bulunmasına ve sarayı kırk fersah gelmesine (sarayı kırk fersahlık alana yayılıyor rüzgâr onun keyfine göre sarayını her yere taşıyordu!) rağmen, temellerinin yarım kıratlık bir taşa dayandığını görünce, şöyle dedi:

Böylesi hükümranlık ve saltanatımın bütün ihtişamı, bu kadar minnacık bir taşa bağlıysa eğer, neyleyim ben bu dünyada da öte alemde de böylesi bir saltanatı! Yarabbi, ben bu saltanatın afetlerini kesin ve net bir şekilde gördüm! Ahiret saltanatının yanında bunun hiçbir değeri yok! Bundan böyle, böyle bir saltanatı asla kimseye verme! Ne orduyla işim olsun istiyorum ne de imparatorlukla. Sepet öreyim daha iyi!”

****

Tıpkı merhum Cahit Zarifoğlu’nun (1940-1987) “Kuşların Dili” eseri gibi bu tarz-ı kadim bilgiyi günümüze özenle taşıyacak eserler ortaya çıkmasını ve bu hikayelerin güncellenmesini temenni ediyoruz. 40 yaşındaki çocuklara yazdığı masallar için, “Büyüklere yazdığınız zaman bu sadece büyükler içindir. Ama çocuklara diye yazarsanız bu aynı zamanda büyükler için olur” diyen Zarifoğlu bu eserinin girişinde okuruna şöyle sesleniyor:

“Feridüddin Attar bundan tam 864 sene önce doğdu. Mantık At Tayr isimli eseri asırlardan beri okunmaktadır. "Kuşların Mantığı (Dili)" anlamına gelen Mantık At’Tayr'ın kısa bir özetini okuyalım:

Kuşlar derler ki:

-Bir padişahımız yok. Hiç, bir topluluk olur da padişahsız olur mu? Hiç, bir ülke olur da padişahı olmaz olur mu? O halde biz de kendimize bir padişah seçelim.

Kuşlardan Hüdhüd de ordaymış. Ortaya atılmış:

-Var demiş bir padişahımız. Ama sizler onu tanımıyorsunuz. Hepsi birden,

-Kim diye sormuşlar.

-Onun adı Simurg'dur demiş Hüdhüd.

Hepsi hayret etmiş. Birbirlerinin yüzüne bakmışlar. Başka bir bilen var mı bunu diye araştırmışlar ama kimse bilmiyor. Bir tek Hüdhüd biliyor. O zaman Hüdhüd'e dönüp,

-Peki demişler sen nereden, nasıl biliyorsun?

-Ben demiş Hüdhüd, Süleyman Peygamber'in postacısıydım. Onun nice sırlarını bilirim. Dilerseniz hepinizi Padişahımız Simurg'a götürürüm.

İlkin hepsi kabul etmiş.

-Haydi gidelim demişler.

İçlerinden biri,

-Nerede bu padişah diye sormuş. Hüdhüd anlatmış:

Meğer padişah Simurg öyle kolay varılır bir yerde değil. Bu padişah binlerce nur ve zorluk perdelerinin arkasında. Ona erişmek için bunların tümünü tek tek aşmak gerek.

Bunu duyunca her bir kuş bir mazeret ortaya atıp geri kalmak istemiş. Ama Hüdhüd her birine çok güzel, çok mantıklı cevaplar vermiş. Hepsini razı etmiş. Ve yola koyulmuşlar.

Yola koyulmuşlar ama yolculuk zor mu zor... Kimsede takat kalmamış.

Kimi ayılmış kimi bayılmış. Kimi yıkılmış, kimi kaçmış.

İşler böyle zorlaşınca her biri yine bir özür sıralayıp geri dönmek istemiş.

Ama Hüdhüd onları yine razı etmiş. Padişaha eriştikleri zaman elde edecekleri zenginlikleri bir bir sıralamış.

-Şunun şurasında demiş yedi vadi kaldı. Bunları da aştık mı padişahımızın yanına vardık demektir.

Bu yedi vadinin yedi de adı varmış.

Bu isimleri duyunca anlarsın ki bunlar sadece yürüyerek, uçarak geçilen vadiler değil.

Düşünceyle, duygularla, yürekle geçilmesi gerek. Biri istek vadisiymiş, biri aşk vadisi.

Birisi marifet vadisiymiş, bir diğeri ise hayret vadisi...

Hüdhüd bunların bir bir güzelliklerini ve zorluklarını anlatmış.

Hepsi aşka gelmişler. Yola koyulmuşlar.

Fakat her bir vadide bir kısmı takılmış kalmış. Açlık susuzluk, karlar, fırtınalar, çöller yırtıcı hayvanlar derken kimi kaçmış, kimi açlıktan ölmüş.

Sonunda yüz binlerce kuştan sadece otuz tanesi yedi vadiyi de aşıp padişaha kavuşmuş”.

***

Feridüddin Attar; “Gece gündüz arayıp da bulamıyorsan, bu onun kayıp olmasından değil, senin isteğinin eksikliğindendir” diyor bir yerde. Müslüman agâh olmak gerektir sözünü hatırlatarak Niyazi Mısrî’nin bir beyti ile yazıyı hitama erdirelim:

Dila bu Mantıkkuttayr'ı fesahat ehli anlamaz

Bunu ancak ya Attar u yahut Tayyar olandan sor

İsmi şerifi geçenlere rahmet ve mağfiret diliyoruz.

Faydalanılan Eserler: Kuşların İlahisi Mantıku't-Tayr, TEV Yay. Çeviren: Cemal Aydın

Kuşların Dili, Beyan Yay. Cahit Zarifoğlu