Sühreverdî, Kızıl Akıl adlı eserinde insanın aslının nurlar âlemine ait olduğunu söylüyor. Nurlar âlemi, akıl ve ruh olarak daha yüksek bir bilinç seviyesine ulaşabildiğimiz bir yer. İçsel bir arınma yaşadığımız, ruhsal bir yolculuğa çıktığımız, uyandığımız, hakikatin bilgisine eriştiğimiz bir alan. Nurlar âlemi aydınlanmayı, bilgeliği manevî yükselişi de ifade ediyor.
Ey ölüme duçar olmuş ebedî türkü!
Bize karanlığı öğrettiler
Ama ışığın adını anmadılar
Gölgelere tutunduk biz.
İlhan Berk
Sabahın ilk ışıkları ılık ılık düşmüştü içime. Başımı uzatıp pencereden baktığımda karla yüklü bir gün karşılamıştı beni. Gökyüzünde bir seremoni… “Ne dönüp duruyor havada kuşlar?” “Ölen kim?” Gün öğleye varmadan Kartalkaya’da ahşap bir otelde geceleyin çıkan yangınla altmış altı kişinin hayatını yitirdiği, elli bir kişinin de yaralandığı haberini geçiyordu kanallar. Yangın otelde değil de benim canımda çıkmıştı sanki. Bu trajedinin sarsıntısı sürerken çalan telefon, çok sevdiğim arkadaşımın ani vefatını bildiriyordu.
“Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?”
Boşluk seline kapılmıştım apansız. Otel faciasının rakamları yükseldikçe, ayrıntıları ekrana yansıdıkça bir kaygı seli gelip deli köşeme kuruluyordu. İçimde tarifsiz kederler konçertosu… Zihnimin kuytusunda anlamını yitirmişti her şey. O şen bahçemin her bir dalına asılmış ölüm meyvesi ayaklanıp kara bir gölge gibi düşmüştü peşime. Varoluşun anlamsızlığı içinde, kaybolma hissi sarmıştı her yanımı. Kaçmak mümkün müydü inkârı mümkün olmayan bu halden? Tek istediğim ülfetten kaçıp uzlete sığınmaktı. Aslında değişen bir şey yoktu hayatımda, ama her şey değişmişti. Bir şiirdi dolanan, dilime:
“Ve bence sen de herkes gibisin
Ölümlüsün, kırılgan, yenik ve geçicisin.”
Bu gerçekle yüzleştikçe hayatın karmakarışıklığı seriliyordu önüme. Öylesine sersemlemiştim ki kafamda bir yığın sual, dört bir yanımı kuşatmak için kılıcını kuşanıp cenk arenasına çıkmıştı bile. “Kimim ben, kim?” diye soruyordum kendime. Niçin varım, niçin? Nereden gelmiş nereye gidiyorum? İplerim kimin elinde? Meselâ özgür irademle hayatımı ne kadar kontrol edebilirim? Bir bitiş midir ölüm, yepyeni bir başlangıç mı?
Oruç Aruoba’nın dediği gibi, “ölümden sonra geri kalan” mıydı kişi? Benden ne kalacaktı geriye?
“Uyudun uyanamadın olacak”
Ölümsüzlük arayışı
Kartalkaya’da ölenlerin sayısı yetmiş sekize yükselmişti. Üstelik otuz altısı çocuktu. Eğlenmek, hoşça vakit geçirmek ya da aile bağlarını güçlendirmek adına gecesine yüksek rakamlar dökerek gittikleri yerde bitmişti hayat. Ah, insan! Ey ölüme duçar olmuş ebedî türkü! Dünya dikenliğinde ölümsüzlük gülünü yetiştiremez miydin?
“Mermer ve altın saraylar yok olup gidecek”
Ölümsüzlük arayışı Mezopotamya’nın en eski destanı Gılgamış’ta işleniyor. Yarısı tanrı yarısı insan olan hükümdar Gılgamış, ölüm gerçeğiyle yüzleşince sonlu olmaya itiraz ediyor ve izini sürüyor ölümsüzlüğün. Ebedîliğin sırrını öğrenmek için Nuh tufanından kalan Utnapiştim’i buluyor. Tanrılar tarafından ölümsüzlük verilen tek insandır Utnapiştim. Ölümsüzlüğü elde etmek istiyorsa, uykuyu yenip yedi gün boyunca uyanık kalmasını öğütlüyor ona. Gılgamış uyku sınavında başarısız oluyor ama Utnapiştim, ona gençleştirme otunu veriyor. Gılgamış gençlik otunu alır, ancak yüzerken onu kıyıda bırakır, bu esnada denizden çıkan bir yılan, otu çalar. Destanın sonunda, ölümsüzlüğü elde edemeyen Gılgamış ölümlü olduğunu kabul ediyor. Ölüm hak, ecel tektir.
“Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?”
Sen, burada gurbettesin!
Bir hekim ve eşi yangın esnasında çarşafları birbirine dolayarak çok canı kurtarmıştı. Şâirin dediği gibi “yaşıyor olmak, savaşıyor olmaktan başka bir şey değildir.” Allak bullaktı zihnim. Kendimi bir şeye veremez olmuştum. Derken ezelden ebede akan hikmet ırmağına su taşıyan düşünürler, filozoflar, şâirler, yazarlar bir bir ses veriyordu bana; içimde sönen lambaları bir bir yakarcasına. “Sesler, sesler. Duy ey kalbim.” İlk duyduğum Bizim Yunus’un sesiydi:
“Ölümden ne korkarsın,
Korkma ebedî varsın.”
“Dinle neyden” diyordu Mevlânâ. O muazzam çağrıyı dinliyordum can kulağıyla.
“Dinle neyden kim hikâyet itmede / Ayrılıklardan şikâyet itmede”
Kamışlıklardan kopardıklarından beri neyin feryadı herkesi ağlatıyordu. Durmaksızın ağlayıp inleyen ney, parça parça olmuş göğsünden acıklı nefesler çıkıyordu. Niçin ama niçin? Çünkü aslından uzak düşmüştü ney, asıl vatanını arıyordu. Çünkü dünyada sürgün hayatı yaşayan ney, vuslat vaktini bekliyordu. Şâir, bunu tek mısrada özetlemiyor mu?
“Uzatma dünya sürgünümü benim”
Demek ki sürgün yeri burası. O halde aslî yurdumuz nere? Ruhlar âlemi mi? Âşık Sümmânî, ruhlar âlemindeyken kader levhasına, bahtının kara yazıldığını, gönlünün dünyada perişan olduğunu, bu yüzden her gününün ağlamakla geçtiğini söylüyor.
“Ervah-ı ezelde levh-i kalemde /Bu benim bahtımı kara yazdılar.
Gönül perişandır devri âlemde / Bir günümü yüz bin zara yazdılar.”
İnsanın aslı nurlar âlemine ait
Sühreverdî, Kızıl Akıl adlı eserinde insanın aslının nurlar âlemine ait olduğunu söylüyor. Nurlar âlemi, akıl ve ruh olarak daha yüksek bir bilinç seviyesine ulaşabildiğimiz bir yer. İçsel bir arınma yaşadığımız, ruhsal bir yolculuğa çıktığımız, uyandığımız, hakikatin bilgisine eriştiğimiz bir alan. Nurlar âlemi aydınlanmayı, bilgeliği manevî yükselişi de ifade ediyor.
Ne zaman ki Âdem, o elmayı yedi, nurlar âleminden maddî âleme kovuldu, yani ışıkla dolu varoluş halinden beden kafesine hapsoldu, nuranî yanını kaybetti. İnsanın kozmik savruluşu işte böyle başladı. Şöyle dile getiriyor Mevlânâ, insanın trajedisini:
“Ey gönül; galiba sen, işin farkında değilsin! Sen, asıl kendi şehrinden sürülmüşsün; sen, burada gurbettesin!”
Hekim filozof Ebû Bekir Râzî, nefsin maddeye meyli olduğunu söylüyor. Nefsin bu tutkusu ya da aşkı onu maddenin içine düşürmüştür. Ruh, nuranîdir. Âdem yasak ağaca yaklaştığında, ruh ve beden düalizmi içerisinde “kızıl akıl” oldu. Yani nura madde bulaştı, yani mânâ madde ile buluştu.
Sühreverdî, bu düalizmi bir metaforla hikâye ediyor: Günün birinde kaza ve kader avcılarının saçtığı irade yemiyle onların ağlarına düşüp tutsak olan bir şahin, ayaklarındaki bağlarla bir ovaya kadar yürür. Yolda sakalı, bıyığı ve yüzü kıpkırmızı bir gezgine rastlar. Ona soruyor: “Ey delikanlı! Nereden geliyorsun?” Gezgin itiraz eder: “Ben yaratılışın ilk çocuğuyum, sen ise bana delikanlı diye sesleniyorsun?!” Şahin şaşırır. “Genç değilsen, neden saçın sakalın ağarmamış?” Gezgin şöyle cevap verir: “Benim saçım sakalım beyaz. Ben yüzü aydınlık saçan ışık evreninin insanıyım. Seni esir alan, tuzağına düşüren, çeşit çeşit bağlar ve zincirlerle alıkoyan beni de bir kuyuya attı. Saç ve sakalımın kırmızı görünmesinin sebebi bu. Yoksa ben ışık saçan ak yüzlü biriyim.”
Işıktan kaynağını alan her aklık, karanlıkla karıştığında kızıl renge bürünür ve kırmızı görünür. Sabahın son ışıklarında ya da akşamın şafağında ışıkla karanlığın buluşmasından doğan kızıllık gibi… İnsan da iradesini kullanamayıp hevaya yenik düşünce sürüldü dünyaya, bir yanıyla ışıklar âlemine bir yanıyla da karanlıklar âlemine ait oldu.
Sühreverdî, insan ruhunu da bir ışık kaynağı olarak düşünür; alt tarafı ak, üst tarafı karanlık duman, ortası kızıl renkli kandil ya da lamba simgesiyle ifade eder. Beden zindanına hapsedildiği için bu ışık tam parlayamaz. Platon’un mağara alegorisinde olduğu gibi ruh, karanlıklar içinde sıkışıp kalmıştır. Şâir diyor ya:
“Ey gece! Uzan sonsuza kadar
İnsan ruhu bir mağarada üşüyor”
Evet, en saf nur olan ve tüm varlıkları güneş gibi aydınlatan Nurların Nuru’ndan ışığını alan insan ruhu, en yüce nurdan uzak düştüğü için dünya gurbetinde zindandadır. Aslına dönmeyi beklemektedir. Bu yüzden hep bir şeyleri bekler durur insan. Hep bir şeyleri arar bu yüzden. Özler insan hep. Bu yüzden yalnız ve yabancıdır. Kendi kendisinin yabancısı olmuştur.
Kızıl aklın varoluş sancıları
Yabancılaşma kavramını felsefî olarak ilk kez dile getiren Hegel’dir. “Kendini bilmek, kendini aramak isteyen Tin” düşüncesiyle… Ve yabancılaşmanın modern dünyanın erken döneminde zirveye ulaştığını da söyler Hegel:
“İnsan kendi kendisinin karşısında iken, onun karşısında olan ötekidir.”
Şâirler, yazarlar, filozoflar; metafizik dayanaklarını yitirmiş modern bireyin varoluş sancısını, yalnızlığını, kendine yabancılaşmasını, dağılmasını, anlam arayışını işleyip durur eserlerinde. Dostoyevski, Kafka, Camus, Sylvia Plath, Rilke…
Varoluşçu Sartre, insanı boşlukta sallanan bir varlık olarak tanımlar. “Ben neyim?” diyen soran Pessoa ise, kendi içinde kaybolup gitmiştir bile: “Bilmiyorum, ama biliyorum ki varım. /Ve belki de bu en büyük trajedi.”
Oğuz Atay Tutunamayanlar ve Tehlikeli Oyunlar ’ına modern insanın benlik sancılarını, Peyami Safa Matmazel Noraliya’nın Koltuğu’na ve Yalnızız’a bireyin iç âlemindeki çatışmaları, Yusuf Atılgan, Anayurt Oteli ve Aylak Adam romanlarına varoluş yalnızlığını çarpıcı bir şekilde nakşeder.
Tezer Özlü, yattığı klinikte kaleme aldığı Çocukluğun Soğuk Geceleri adlı ilk romanında, hep dönülen, akılda kalan, belki de hiç çıkılamayan o çocukluk günlerini işler. Yaşamın Ucuna Yolculuk günlüğünde ise varoluş bunalımlarını ve ölüm temasını işler.
Necip Fazıl’da varoluş gerilimi, inanç krizi, metafizik buhranlar şeklinde cereyan ederken Sezai Karakoç’ta derin düşünsel kaygılar, fizik ötesine dair sorgulamalar şeklinde tezahür eder. Edip Cansever modern bireyin yalnızlığını, arayışlarını ve melankolisini dile getirir şiirlerinde. Turgut Uyar, bireyin iç çatışmalarını, yalnızlığını ve çıkmazlarını işler. Ece Ayhan ise bireyin yalnızlığına dair kesif karamsarlığı…
Dünya tuzağına düşen yolcunun bu tuzaktan kurtulup ezeli yurduna dönmesini öğütler Mevlânâ:
“Ey gönül! Zamanı gelmişken şu dünya tuzağından sıçra, kurtul!
Ezelde canlar bahçesinde uçup gördüğün yerlere git!”
İnsan uykudadır. Hâfıza yitimi yaşayıp geçmişini unuttuğundan ezeli yurduna gitmeyi istemez. Gaflette varlık sancısıyla hemhal olmakta. Tıpkı Süryanice bir metin olan İnci İlahisi’nde olduğu gibi. Bu metinde şöyle bir hikâye anlatılır:
İran ve çevresinde milattan sonra üçüncü yüzyılda hüküm sürmüş Aşkanî İmparatorluğu’nun nurlar sarayında yaşayan bir prens, ailesi tarafından nurlar incisini bulması için Mısır’a gönderilir. İnci ile parlaklık arasında ilişki kurulduğunda inci ışığı, erdemi vb. temsil eder. Prens nurlar sarayından Mısır’a geldiği zaman, Mısır’ın kervansaraylarında zevk ü safâya dalıp nereden geldiğini aklından çıkarır. Asıl gayesini ve asıl vatanını unutup gaflete daldığında kızıl akıl olur insan. Gaflet, dünyevî arzularda takılı kalmak, hakîkatten uzaklaşmaktır. Şeyh Galip ise, Hüsn ü Aşk mesnevisinde gafleti, sâlikin ruhsal yolculuğunda bir engel diye işler. Prensin babası, bu durumu haber alınca bir kumaşa mektup yazar ve onu ikaz eder. Kumaş mektup, kartala dönüşür, prensin yanına gelince çığlık atar ve onu uyandırır.
İşte, sembolik anlatımda olduğu gibi, nebîler kızıl cübbeyi giymiş insanı ikaz etmek için gelir. İnsanın yönünü kendi özüne çevirmektir gaye. Çünkü Tanrı’yı unutan insan aslında kendini unutan insandır. Kendine yabancılaşan… “Ey unutuş! kapat artık pencereni” Hatırla!
“Asıl yurdumuzdur dönüşümüz,
Ölüm dediğin yeni bir doğuştur,
Toprağa düşen tohumu gör de,
Yeşerip başak başak nasıl döndüğüne bak!”