Hakla batılın, mânâ ile maddenin boğuşmasıdır bu. Mükemmel kurgunun işlediği, korkuya dayalı senaryoların yazıldığı cunta eylemi… “An” değil “süreç” … 28 Şubat süreci.
Murtaza’ya şerbet sundular
Murtaza; “Kanımı döken nerede?”
Feridüddin Attar
“Dün, bir gölge gibi geçti yanımdan.” Kızıla bulanmış günler… 1997 senesi… Balzac’ın İnsanlık Komedyası gösteride. Oyuncular generaller, paşalar, komutanlar, subaylar, elitler; siviller, mağdurlar, inananlar… Konu fişlemeler, sürgünler, eziyetler, tahkirler, atılmalar, kelepçeler… “Ordu-bürokrasi-burjuvazi” birlikteliği, olunca ihtişâmıyla sahnede. Rütbeliler başrolde.
“Ve ruh, atılan oklarla delik deşik.”
Darbe, Demokles’in kılıcı. Hazır ve nazırdır en tepede. Siyasiler panik içinde. Derin güçler tarafından “irticaya karşı” sloganıyla inananlara karşı yürütülen bir eylem başlıyordu. Bir harp… Demokrasi, adalet, hak ve hukukun üstünde asla silinmeyecek postal izleri bırakan harp… Sancılı bu kış gecesinin tanığı, tank paletlerinde ezilen kar çiçekleri.
Hakla batılın, mânâ ile maddenin boğuşmasıdır bu. Mükemmel kurgunun işlediği, korkuya dayalı senaryoların yazıldığı cunta eylemi… “An” değil “süreç” … 28 Şubat süreci. Mukaddes alanlarını, dokunulmaz putlarını ve dogmalarını oluşturmak ideolojisiyle güdüleniyordu cunta. Korkuların alevlendirdiği bu sürecin bin yıl sürmesi hesaplanıyordu.
Nevi şahsına münhasır darbedir 28 Şubat. Postmodern ihtilâl. Postmodern ve kızıl… Askerî cunta tarafından hükümet görevden alınmadığı için “post-modern darbe” diye anılıyordu. Şâirin ifadesiyle:
“Solgun evler, ölü bir dağ, iyice solmuş dudak /bile bir bir çınlayan/ihtilâl haberidir”
Kurtlar dumanlı havayı sever. Buğulu, muğlâk, belirsiz, bulanık… Militarist çakalların en sevdiği havadır bu. Hava puslu değilse, toz perdesi maharetle kaldırılır. Etraf sise boğdurulur. Ortam güzelce hazırlanır. Şartlar hazırsa ihtilâl meşrûdur.
“yine bir güz büyümekte kanında gölgelerin
o üzünç orduları tarlalar çiğnemekte”
Nedir militarizm?
Kutsala uzanan cüzamlı el, dokunduğu ne varsa çürüten, eriten, dönüştüren, dağıtan, yozlaştıran… Yabancılaşmanın somut bulmuş ifadesidir. Askerî disiplin ve katılığın toplumsal ve siyasal alanlarda baskın rol almasıdır militarizm!
Hiyerarşinin yüceltilmesi! Haklı olanın değil, güçlü olanın kazanması! Karşı tarafa kendi fikrini cebren kabul ettirme! Farklı fikirlere ve başka kimliklere tahammülsüzlüktür! Çoğulculuktan nefret etme! Kendisi gibi düşünmeyeni tehdit diye algılama!
Evet, militarizm askerî diktatörlük, cuntacı kafa, darbeci zihniyettir. Türk jakobenizmi. Çağdaşlık adına her türlü çağ dışı eylemi hoş gören akıl tutulması!
Çağdaşlık mı? Resmî ideolojiye itaat, modern putları ilâh edinme, kadeh tokuşturma, kutsala sövme… İçmiyorsan bizden değilsin mantığıdır. Simgeleri vardır çağdaşlığın. Klasik batı müziği, onuncu yıl marşı, beyaz rakı, sarı leblebi ve giyiniş tarzı… Kafaların dışı kadar içiyle meşgul değildir. Saç, bıyık, sakal ilgi alanıdır askerî aklın.
Modernliği giyim tarzına indirgemiştir militarist zihniyet. Başörtüsüne karşı saplantılı ve gülünç tavır sergiler. Örtüye takılan toplu iğneye bile siyasî anlamlar yükler. Başörtüsüne iğne takanları, nizamiyenin, askerî büfe ve lojmanların yanından yöresinden geçirmez. Anadolu usulüyle başını örten şehit analarını, evladının naaşına dahi yaklaştırmaz.
Faşisttir militarizm. Sorunların çözümünde zorbalık, tehdit ve şiddeti meşrû kabul eder. Bir topluma dipçik zoruyla Bach, Schubert, Mozart ve Brahms dinletmeyi sosyolojik değişimin metodu sayar. Ve kapalıdır eleştiriye. Reddeder kusurlarını. Deve kuşu illetiyle gömer kafasını kuma.
Hedefe giden her yol meşrûdur
İcbar, gözdağı, sindirme, sınıflama, dışlama, ayıklama biricik yöntemidir militarizmin. Böyle çözer meseleleri ya da olmayan sorunu kendisi icat eder. Çifte standartçıdır. Çarpıtarak algı operasyonları yürütür. Ötekileştirince özgüven tazeler.
Korkular besliyordu 28 Şubat’ın yılan dilli alevlerini, buzdan korkular… Korkuların gölgesiyle kuşatılmış askerî aktörler, gerilimli bir sürecin perdelerini açıyordu. Hastalık derecesinde bir duyarlılıkla…
“Gece kuşları
ışığı tel tel koparıyor pencereden”
Vehimler üzerinden korkular aktif hale getiriliyordu. Laikliğin, Atatürkçülüğün, cumhuriyetin tehlikede olma kuruntusu… Özgürlüklerin yitirilip İran gibi olma vehmi…
Korkuyu hâkim kılarak sonuç almak, cuntacı zihniyetin biricik metodudur. Belirsizliğin oluşturduğu tehdit algısıdır korku. Savunma refleksini harekete geçiren bilinçli veya bilinçsiz haldir. Kapana kısılmışlık hissi.
Tek tip üniformadan tek tip insan çıkarma illüzyonu süslüyordu cuntacıların hayallerini. İnsanlar, iki sınıfa ayrılıyordu onların nezdinde: Muhafazakârlar ve laikler… İki kutup. Çarpıştırılmaya âmâde iki cephe. Örs ve çekiç misâli. Ve darbeci paşaların İslamofobi’si… Mütedeyyin birini gördüklerinde sinir krizi geçiriyorlardı.
Kendisine benzemeyeni öteki görme marazîliği ile militarist kafalar, bütün zihinsel enerjisini ve güç yatırımını bunları ayıklamaya harcıyordu. Kutsal değerlere bağlı olmayı tehlike gören, inananları hasım safına koyan bir anlayış… Kılıçları dış düşmana değil insanın kalbindeki imana karşı çekiliyordu generallerin.
Baskı, ceza, korkutma, tehdit, sindirme, eleme, ötekileştirme taktik ve stratejileriyle öyle bir savaş veriliyordu ki “bir renk çığlığı içinde” her taraf ala boyanıyordu. Totaliter uygulamalar, kızıl bir şerbetmişçesine sunuluyordu, otoriter tavırla… Tarafların güç ve yöntemleri arasında simetrinin olmadığı bir harp sesi duyuluyordu cephelerden. Asimetrik harp. Filin karıncaya açtığı cenk… Gayrinizamî…
“Ve cümle yitikler, mağluplar, mahzunlar”
İnanan, mürteci… Ve çıbandı, başı ezilmesi elzem olan. Mütefekkirin sesi yükseliyordu fildişi surlardan: “Murdar bir hâl’den muhteşem bir maziye kanatlanmak gericilikse, her namuslu insan gericidir.”
Milli Güvenlik Konseyi toplantısı, 28 Şubat günü, dokuz saat sürmüştü. Cuntacı generaller; bütün İslamî sembolleri, bütün mozaikleri, bütün değişik düşünceleri tehlike görüyordu. Dini duyarlılık taşıyan siyasî kadrolar, üniversitelerdeki öğretim üyeleri, hekimler, öğretmenler, memurlar ve ordudaki subaylar “iç tehdit” diye etiketleniyordu. Pandora’nın kutusunun kapağı laiklik saplantısıyla açılıyordu. Şerler saçılıyordu her bir yana, kötülük çiçekleri…
“kanıtlar, ifadeler, resmi mühür ve imza”
Hakikati değiştirmek, inançları sarsmak, bozgunculuk çıkarmak ve kafa karışıklığına yol açmak hedeflenir psikolojik harpte. Amaca giden her yol mubahtır. Kelimeler birer mermidir bu cenkte. Bunun için propaganda ve çarpıtmalara başvurulur. Hedef: Zihinler…
Gizlilik esastır propagandada… Hakikatte var olmayan şeyler varmış gibi gösterilir. Nereden, kimden çıktığı meçhuldür kara propagandanın. Amaç, nifak sokup ortalığı karıştırmak ve karşı tarafı ruhsal çöküntüye uğratmak.
Postmodern darbenin evvelinde, ortasında, ahirinde televizyon kanalları ve basın yayın organları müthiş bir rol üstleniyordu, dinamik bir rol… Dramlar, trajediler, komediler, melodramlar sergileniyordu mütemadiyen. Medyanın olmadığı bir ihtilâl mümkün değildi. Gücün ayak sesiydi, elitlerin biricik aygıtı.
Demokrasinin yağmalandığı Sincan, 28 Şubat sürecinin en kritik dönemeci. Bir han-ı yağmadır Sincan. Tanklar yürütülüyor, milletin iradesi eziliyordu paletlerin altında. Ve bu debdebeyi yöneten tümgeneral “demokrasiye balans ayarı” verdiğini söylüyordu, gururla!
“Ey unutuş! Kurtar bu gamlardan beni.”
“Kim özgürlüğünü yitirmişse, onu savunmadığı için yitirmiştir.” diyor filozof. Oyun kurucuların hile ve kirli yüzlerini su üstünde tutanlar, oyunu hep bozacaktır.
“Nehirler düşlerim göl kenarında.”