İbn Tufeyl nasıl bir metaforla izah ediyordu evreni? Güneş’in karşısındaki ilk aynadan başlayarak bir aynalar düzeneği içinde resmediyordu. Evren, Güneş’in suretinin aynadan aynaya yansıyarak son aynada, suya düşen aksinden başka bir şey değilmiş. Âh bu metaforlar! Evrenin mâhiyeti tek bir metaforla açıklanır mı?

"güneşin ışığını anlatacak olanı arıyorum

güneş içime vuruyor."

Asâf Hâlet Çelebi

Başımı kaldırıp gök kubbeye çevirince gözlerimi, ne çok şey görüyorum. Gündüz masmavi olan boşluk, akşamın şafağında kızıla bürünüyor. Ve sabahın son ışıklarıyla tan kızıllığına... Uzak gezegenler birer ateş böceği olup samanyolu ziyâfeti sunuyor. Sonsuz bir esrârı bağışlayan, ışıltı saçan o mücevher var her gece. Işık kaynağına yaklaşıp uzaklaştıkça hâlden hâle giren... Bazen hilâle dönüşüyor bazen gülücük dağıtan yarım bir yüze. Bazen de masallarda “Ay’ın on dördü gibi kız” anlatımına ilhâm olan en parlak hâline… Hele etrafını gri tüllerle çevreleyen hâleye büründü mü baktıkça güzelleşen efsûnlu bir gerçeğe meylediyor. Kimi vakitler kana bulanmış kristal bir kadehle gecemize kızılcık şerbeti ikrâm ediyor.

Aya haber sal çıksın bu gece;

görünsün şöyle gönlümce.

Ne büyülü, ne sırlı bir gezegende dolaşıyoruz böyle. Vadinin patikasında yürürken düşünmeden edemiyorum. Evren sonlu mudur? Sonsuz mudur? Görkemli kubbe ezelden beri mi var yoksa bir başlangıcı mevcût mudur? Bu cisimler uzayda ne kadar yer kaplar? Kadîm bilgiler olmadan bu nesnelerin aslî bilgisine ulaşabilir mi? Tam bu esnada başımdan sürü sürü, siyah kuşlar geçiyor. Kuşlar ey, geçin! Nereye böyle?

Hay Bin Yakzan, Ibn Tufeyl Devam ediyorum tefekküre. Bu dönen semâ, akan yıldız, sihirli Ay, bu sınırsızlık, bu umman, orman, ağaçlar, her gün tepemde cevelân eden bu kuş kafilesi insanı bir yaratıcı fikrine götürebilir mi? Durmaksızın bir akış var. Öyle yekpare bir akış ki her an tecellî var. Batı’da gurup eyledikten sonra tekrar Doğu’ya dönüyor gök cisimleri. Her yeni günde bıkmadan usanmadan muhteşem tulûunu seyrettiren Güneş hayrete düşürüyor beni.

İbn Tufeyl nasıl bir metaforla izah ediyordu evreni? Güneş’in karşısındaki ilk aynadan başlayarak bir aynalar düzeneği içinde resmediyordu. Evren, Güneş’in suretinin aynadan aynaya yansıyarak son aynada, suya düşen aksinden başka bir şey değilmiş. Âh bu metaforlar! Evrenin mâhiyeti tek bir metaforla açıklanır mı?

Aramakla bulunmaz, bulanlar arayanlardır

“Ya Rabbi eşyânın hakîkatini göster bana.” diye dua etmiş Âlemlerin Efendisi. Eşyâ ki şeyler… Varlık. Varlığın hakîkati nasıl görülür? Yahut hakîkate hangi yolla gidilir? Salt akılla eşyânın bilgisine ulaşılabilir mi? Meselâ ıssız bir adada doğmuş olsaydım, tek başıma aklın imkânlarıyla hakîkate ulaşabilir miydim? Bu gerçek, sırf gözle görülebilir mi? Gözün buna kudreti var mı? Ya da saf aklın?

İbn Tufeyl, Hay bin Yakzan’da tam da bunu kurcalıyor. İnsan aklıyla neyi bilebilir? Aklımız nelere muktedirdir? Akıl tek başına yeterli midir? Vahiy olmadan akıl hakîkate ulaşabilir mi? Bir sınırı var mı aklın? Bizi nereye kadar götürür? Aşkın güç en çıplak nasıl görülür?

Büyük derviş diyor ya “Aramakla bulunmaz, ama bulanlar arayanlardır.” Aramak dediğin nedir ki? Aramak İbn Tufeyl’de gözlem, deneyle pekiştirilen derin düşünmeyi ifade ediyor. Tefekkürü…  Tefekkür ise nesneler âleminden başlayarak en yüce hakîkat olan Tanrı’nın bilgisine ulaşana kadar aklın bütün imkânlarını sonuna kadar kullanmayı…

Sultanın sır katipliğini yapmış olan Endülüslü İbn Tufeyl, vaktinin çoğunu saray kütüphanesinde geçirmiş. Tıp, felsefe, astronomi, şiirle ilgilenmiştir. Her ne kadar eleştiri oklarını yöneltmiş olsa da Fârâbî, İbn Sînâ ve Gazâlî’nin öğretileriyle beslemiştir kendini. Aklı esas alan Meşşâî ekolündendir İbn Tufeyl. Aristoteles’in yürüyenlerinden… Bilginin kaynağı olarak mistik tecrübeyi gören İşrâkî felsefenin de izleri görülüyor. Sühreverdî’nin sistemleştirdiği bu felsefî ekolde Tanrı en yüce ve hakîki nûrdur. Diğer tüm ışıkların kaynağı O’dur. Tıpkı aynalar düzeneğinde olduğu gibi bütün varlıklar aslında o ışığın yansımalarıdır.

renkler güneşten çıktılar

renkler güneşe girdiler

Sürü sürü kuşlar, bu kez siyah kubbenin etrafını tavaf edercesine dönüyordu. Kâh zikzak kâh “v” kâh ters “u” çizerek çığlık çığlığa kanat çırpıyordu. Bu seremoniyi seyrederken neden sonra Sühreverdî gibi dua etmek geliyor içimden. “Ey Kayyûm, bizi nûrunla güçlendir, nûr üzerine yerleştir ve Nûr’a doğru götür.” Birinci nûr saf aklı, ikinci nûr bilgiyi, üçüncü nûr, Nurların Nuru yani Nûru’l-Envâr olan Tanrı’yı ifade ediyormuş.

Kendi kendine felsefe

Merak ediyorum, insan ışığa doğru nasıl gider? Hay bin Yakzan kendi kendine felsefe yaparak gidiyor. Evreni akıl yürüterek çözen sonra da ışığa ulaşan Hay.

“Diri oğlu Uyanık” mânâsına gelen Hay bin Yakzan, alegorik bir romandır. Bir varsayıma göre Ekvator’un altındaki Hint adalarında sıcaklık ve soğukluk bir dengeye kavuştuğunda çamurdan var olmuştur, diğer varsayıma göre de doğar doğmaz annesi tarafından sandala bırakıldığı için ıssız adaya kadar sürüklenmiştir.

Hay bin Yakzan, ıssız adada yavrusunu yitirmiş bir ceylan tarafından beslenip büyütülür. Biraz büyüyünce hayvanlar, bitkiler üzerinde düşünüyor ve kendi varlığını diğer türlerden ayrıştırıyor. Anne ceylanın ölümüyle rûh üzerinde kafa yoruyor. Ateşin gücünü keşfediyor, ondan faydalanma yollarını buluyor ve ateşle yeme alışkanlıkları değişiyor. Kırlangıçlardan yapı tekniğini öğrenip barınak yapıyor. Av ve savaş aletleri geliştiren Hay bin Yakzan duyular, deney, gözlem ve akılla tabiata karşı hakimiyet kuruyor. Aslında insanlık zihninin serüveni değil midir bu? Belki bir Âdem hikâyesi…

Hay bin Yakzan soyut düşüncelere yöneliyor. Kendisini ve nesneleri farklı açılardan inceleyen Hay, bitki ve hayvanlarda ortak bulunan hayvansal rûha erişiyor sonra. Gök cisimlerini incelediğinde “Yaratıcı Özne” fikrine ulaşıyor. Evrenin kadîm olup olamadığını sorgularken evrenin yaratılmış olma ihtimâli üzerinde duruyor. Hay’a göre bir Yaratıcının olmaması mümkün değildir, öyleyse tüm bunları yoktan var eden Zorunlu Varlık olmalı. Bu varlık, biriciktir, tek ve Mutlak Varlık’tır.

İşte bütün evren, bu Özne’nin eylemi ve eseridir. O’nun sanatının güzelliği ve olağanüstülüğü karşısında hayret ve şaşkınlığa düşüyor Hay. Tanrı’yı kendi özü aracılığıyla kavrıyor ve beş duyu ile algılanamayan, hayâl edilemeyen varlığın bilgisine ulaşıyor. Cömertlerin en cömerdi, merhametlilerin en merhametlisidir. Bütün iyiliklerin O’ndan çıktığı, bütün güzelliklerin O’ndan feyezân edip taştığı, bütün eksikliklerin uzak olduğu yetkin bir varlıktır. Ne kadar da Fârâbî’nin sudûr nazariyesini hatırlatıyor.

Ibn Tufeyl

Fârâbî Tanrı’yı saf akıl olarak tanımlar. Tanrı, hem düşünen, hem düşünme eylemi, hem de düşünülendir. Ve saf iyiliktir. Evrende görülen her tür iyilik ve güzellik, O’nun bir yansımasıdır. Fârâbî, El-Medinetü’l-Fâzıla’da Tanrı’yı metafizik bir “ilk neden” olarak görür. Diğer tüm varlıklar, O’ndan taşma yoluyla meydana gelmiştir.

Salt akılla eşyanın bilgisine ulaşılabilir mi?

İbn Sînâ, Kindî ve Fârâbî gibi Meşşâî filozoflar, eşyânın hakîkatini anlama ve nihâî gerçeğe ulaşmada aklın yeterli bir araç olduğunu düşünürler. Fakat sûfîler, insanî aklın yalnız başına yetersiz, sınırlı ve yanıltıcı olduğunu söylerler. Gazâlî de böyle düşünmüyor muydu? Derin bir şüphe krizine düştüğü ellili yaşlarda sabit gibi duran gölgenin güneşin hareketiyle yer değiştirdiğini gördükten sonra “Duyularım beni aldatıyor, ya aklım da yanılıyorsa…” diye aklından da şüpheye düşüyor. Yemeden içmeden kesiliyor. “Akıl hâkimi geldi bizim yanılabileceğimizi söyleyip bizi yalanladı.” diyor.

Akıl yanılır mı? Gazâlî bunu rü’yâ metaforu ile izâh ediyor. İnsan uykuda iken rü’yâda gördüklerinden şüpheye düşmez, fakat uyanınca rü’yâ âleminde inandıklarının aslı astarı olmadığını anlar. “O halde” der, “aklın ile anlayıp inandığın bilgilerin sadece içinde bulunduğun hâl sebebiyle sana doğru gelmiş olmadığını nerden biliyorsun?” Demek ki akıl da yanılabilir.

Akıl, kavramlar arasında ilişki kurar, kıyas yapar, önermeler ileri sürer. Farklılık ve benzerlikleri bularak çıkarımlarda bulunur, sonuca varır ve nihâî kararı verir. Mastar olarak akıl “menetmek, engellemek, alıkoymak, bağlamak” gibi mânâlar taşır. O halde akıl bağ mıdır, diye sormak lâzım gelir. Evet, İbn Arabî’ye göre bağdır. Fütûhat’ta “akıl” kelimesinin “ikal” ile aynı kökten geldiğini ifade eder. “İkal” ise Arapça’da hayvanları bağlamak için kullanılan iptir.

Sühreverdi

Var Olmanın Boyutları’nda Chittick’in ifade ettiği gibi akıl kendi spekülatif gücüyle yalnız başına asıl bilgiyi bulamaz. Bu yüzden vahyedilen kitaplar gelmedi mi? Bu yüzden resûl ve nebîler bu bilgiyi insanlığa ulaştırmadı mı?

Bir ineğe baktıkları aynı gözle Tanrı’yı görmek istiyorlar

Yürürken düşünmenin bu aşamasında yamaca tutunup otlayan inekler celbetti dikkatimi. Şeyh Ekber’in bir sözü geldi hatırıma. “Bir ineğe baktıkları aynı gözle Tanrı’yı görmek istiyorlar.” diyordu İbn Arabî. Tanrı hangi gözle görülür peki? Gazâlî, El Munkız’da aklın üstünde olan üçüncü gözden bahsediyor. Bu kalp gözü müydü acaba? Yoksa altıncı his mi?

İbn Arabî ise Tanrı’yı her iki gözle görmekten bahseder. Akıl ve keşfi tam bir denge halinde tutmaktır bu. Böylece hem sarhoşluğunu hem de ayıklığını kabul etmiş olurlar. Mevlânâ ise vecd halindeki âşıkta aklın kaybolacağını, akıl sınırlı olduğu için onun bu hâli kavrayamayacağını dile getirir.

İbn Tufeyl, işte bu kendinden geçme anında akıl almaz sözler sarf eden sûfîleri tefe koyup çalar. “Ben ne yüceyim, şanım ne büyük!” diyen Cüneyd’i, “Ben Hakk’ım!” diyen Hallâc’ı “Cübbemin altında Tanrı’dan başkası yoktur.” diyen Bâyezîd’ı… Hakîkat böyle mi ifşâ edilmeli? Sermestlik anında söylenmiş şatahat değil de nedir bunlar? Sarhoşluğun delice meyveleri…

“aç cübbeni cüneyd

            ne görüyorsun

görünmeyeni”

Görünmeyenin bilgisine vahiy ve nebîler olmadan nasıl ulaşılır ki? Gazâlî, “Allah’ın kalbine attığı nûr” sayesinde diyor. O nûr kimlerin kalbine atılır? Seçilmiş kişilerin mi kalbi nûrla aydınlanır? Evet, Bayezid, Rûmî ve İbn Arabî gibi mutasavvıflar, bu tür ilahî bilginin Allah tarafından seçilmiş kullarına lütfedildiğine inanmışlardır. Bu bilginin kaynağı olarak ilhâm ve keşf gibi yöntemlere işâret etmişler. İlhâm kalbe gelen bilgi. Keşf ise açılmadır, görünmeyeni görme, bir tür rûhsal aydınlanma yani.

“Hakîkat zâhir olunca akıl geri çekilir.” diyen Feridüddin Attâr, aklın ubûdiyetin gereğini yerine getireceğini ama rubûbiyetin hakîkatinden yana bir şey anlayamayacağını ifade ediyor. O hâlde aklın da sınırı var. Akıl bir yere kadar ilerler sonrasında kifâyetsiz kalır.

Felsefeyle nübüvvet çatışır mı?

Gazâlî, aklın sınırlı olduğunu, kesin hakikate ulaşmak için mutlaka vahyin rehberliğine ihtiyaç duyulduğunu savunur. Nübüvvet nûrundan başka âlemde aydınlanılacak ışık olmadığını, zâhir ve bâtınlarının nübüvvet kandilinin nûruyla aydınlandığını ifade eder. Fârâbî ise peygamberlerin vahiy yoluyla ulaştıkları bilginin, filozofların akıl yoluyla ulaştığı hakîkatin sembolik bir yansıması olduğunu söylediği için eleştirilere maruz kalmıştır.

Aklın ulaştığı bilgiyle vahyin bilgisi çelişir mi? Felsefeyle nübüvvet çatışır mı çatışmaz mı? İbn Tufeyl, felsefe-din arasında tam bir uygunluk olduğunu savunur. Hay bin Yakzan’ın felsefe yoluyla ulaştığı bilginin ıssız adaya gelen vahye dayalı inancı simgeleyen Absal’ın bilgisiyle çelişmediğini gösterir. Yani deney, gözlem ve düşünme yoluyla gelen bilgiler dinin bilgileriyle uzlaşmaktadır.

Kalp ayna gibi olunca oraya Güneş gibi Tanrı’nın tecellisi oluyor

İbn Tufeyl, sadece akılla yani felsefecilerin yöntemleriyle Tanrı’nın bilgisine ulaşmanın mümkün olduğunu fakat bu bilginin anadan doğma bir körün çevresi hakkında edindiği bilgiye benzediğini söyler. Çünkü bu bilgi açık değildir. Çünkü bu bilgiden zevk alınıp manevî tat duyulmaz. Çünkü bu bilgiyle gözlem yoluyla kavramaya yani müşâhedeye erilemez. Yani tecrübeyle gelen bilgi, daha ayan beyan olduğundan aklın net olamayan bilgisinden üstündür.

Akıl yürütmeye arınma yöntemini de ilâve eder İbn Tufeyl. Nefsi ve rûhu ya da Tanrı’nın tecellî yeri olan kalbi dünyevî ilgi ve eğilimlerden uzaklaştırmadır bu, kir ve pisliklerden arındırma çabası. Duyuların, aklın ve rûhun terbiyesiyle yani az yiyip az uyumakla, riyâzetle içindeki nûru uyandırmak…

Hem kelamcı hem de filozof kimliğiyle bilinen Gazâlî de hakîkatin bilgisine sûfîlerin yöntemleriyle varıyor. Sezgiye inanıyor. Hatta bununla da kalmıyor “tasavvuf”u, yöntem olarak savunuyor. Gazâlî, mutasavvıfların bir metodolojik disiplini olduğunu ilk defa va’zeden kişidir. Şöyle de diyebiliriz. Tasavvufu tuttu yakasından bilim alanına getirdi Gazâlî. Sûfîler de ulemâ sınıfına dahil edildi.

Filozof doğmuş biri kendi başına, hiçbir eğitim öğretime tabi tutulmadan, tabîatı inceleyerek tefekkür yoluyla “insan-ı kâmil” aşamasına ulaşabilir mi? İşte, Hay bin Yakzan’da masaya yatırılıp cevaplar üretilen bir problem de budur. İbn Tufeyl felsefesini, rasyonel düşünceden yola çıkarak sonu tasavvufa çıkan zevk yolunda tamamlıyor. “Fenâ”ya ulaşma son durak.

“kendi cübbesi altında

cüneyd yok oldu”

İbn Sînâ aklı, bilginin kaynağı olarak öncelikli kabul etmesine rağmen, sezgi, mistik tecrübeye de yer vermiştir. Şöyle diyor riyâzet için: “Çile, insanı eğite eğite, ahlâkını arıta arıta öyle bir noktaya getirir ki, o uzaktan görünen ve kimi zaman parlayan kimi zaman sönen bir ışığa döner.” Yani benliğini kötü huylardan arındırdıkça, aydınlıklar çoğalır, Tanrı’ya doğru bir basamak yükselir. Ve bir ayna gibi Tanrı karşısında yer alır ve isteğine kavuşur. İbn Tufeyl’in benzetmesiyle;

“Kalp de ayna gibi olunca oraya Güneş gibi Tanrı’nın tecellisi oluyor.”

İşrâkî öğretide varlık nûrdur, varlığın bilgisine ancak aydınlanma ile ulaşılır. Bu ekolun temsilcisi Sühreverdî, seyr ü sülûkun son noktasında, sâlikin kutsal nurları perdesiz ve aracısız gördüğünü söyler. Nefis, kirlerden arındırıldıkça perde açılır, hakîkat görünür, ışığın kendisiyle yüz yüze gelinir.

“güneşin ışığı var

güneş yok”

İşrâkî felsefenin te’sîriyle Hay bin Yakzan, kendinden geçme ve tam yok oluş ile gerçekliğe ulaştıktan sonra, en yüce gök katının arınmış özünde öyle bir yetkinlik, öyle bir değer, öyle bir letafet görüyor ki, ona ses ve harf giysisi giydirilmesi mümkün değildir. Hiçbir kulağın duymadığı, hiçbir insanın tatmadığı bir tat duyuyor Hay. Değeri, zevki ve coşkuyu görüyor. Öyle bir sevinç, öyle bir güzellik müşâhede ediyor ki. “Öylesine aşkın ve latîfdir ki…”

Evreni bir mağara şeklinde tasvir eden Sühreverdî, hakîkati bulmak isteyen birisinin bu evrende seyahat etmesi gerektiğini söyler. Kendisi de hep seyahat etmemiş miydi? Aydınlanmayı ve manevî idrâki sembolize eden bu seyahatin, kişinin düştüğü madde karanlığı dünyasından başlayıp ve rûhun gerçek evi olan ışığın doğusunda bittiğini belirtir.

Vadinin sonuna kadar yürümüştüm. Tâkatim kesilmişti derken siyah kuşların kanatsız uçarcasına mesâfeleri katettiklerini fark ettim. Bu vadinin sâlikleri, gerçeklik Kaf’ına ulaşmak için daha kaç çetin vadi aşacaktı? Baktım Güneş’in doğduğu tarafa yol alıyorlardı.

Kaynakça:

Almond, İ. (2012). İbn Arabi ve Derida- Tasavvuf ve Yapısöküm, (1. Baskı). (Çev. Kadir Filiz), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Attar, F. (2020). Tezkiret’ül Evliya- II. Çev.: Osman Yolcuoğlu, Ankara: Gelenek Yayınları.

Chittick, W. C. (2011). Tasavvuf-Kısa Bir Giriş, (5. Baskı). (Çev.: Turan Koç), İstanbul: İz Yayıncılık.

Chittick, W. C. (2019). Var Olmanın Boyutları, (Çev.: Turan Koç), İstanbul: İnsan Yayınları.

Çelebi, A. H. (1993). Om Mani Padme Hum, İstanbul: Adam Yayınları.

Gazâlî. (2023). Hakikat Arayışı/el-Münkız Mine’d-Dalâl, (5. Baskı), (Çev.: Abdürrezak Tek), İstanbul: Ketebe Yayınları.

İbn Tufeyl. (2024). Hay Bin Yakzan, (37. Baskı), (Çev.: M. Şerefeddin Yaltkaya-Babanzâde Reşit), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Sohreverdî, S. (2022). Kızıl Akıl, (1. Basım), (Çev.: Prof. Dr. Nimet Yıldırım), İstanbul: Pinhan Yayıncılık.