Aşağı kaydır ama okumadan/izlemeden geçme! Dur dur, kaydetmeyi beğenmeyi de unutma. Yukarı kaydır ama sepetine koymayacak mısın? En azından bir favorilerine ekleseydin? A ah! Senin dolabında hâlâ bu yazın en ikonik parçası yok mu? Arkadaşlar üzerimdekini çok beğenmişsiniz, “dm” kutum link isteyenlerle dolu; ne yazık ki eski sezon. Ama müjdemi isterim benzerlerini buldum, hemen “linkliyorum”!

Tanıdık değil mi? Örneklerini her gün defalarca kez izliyoruz. Âdeta rutinimiz hâline geldi. Tuhaf, sanal fakat bir şekilde davetkâr… Neye davet ediliyoruz?  Elbette tüketmeye. Yönetilen sadece telefonda geçirdiğimiz vakit değil; vaktimizle beraber aklımızı, uğraşlarımızı, cüzdanlarımızı, mutfağımızı, kıyafet dolabımızı vb. birçok şeyi yönetiyorlar. Akıllı telefonlar mı yapıyor bunu? Yok, hiç sanmıyorum. Bu “akıllı telefon” tabiri oldukça masum geliyor bana, insan öyle kibirli bir varlık ki… Kendini ilahlaştırmaya meyilli bir yaratılış, telefona akıl isnat etmez. Kendisinin, aklının, zevklerinin dahil yönetildiğini kabul etmemek için direnç gösterir. Neticesinde bu tabirin ardına gizlenip bütün bir dünyayı, damardan uyuşturucu vermekten farksız bir şekilde zehirliyorlar.

Teknoloji mükemmel bir buluş ve nimet. Tabii her nimeti iyi ve kötü kullanmak irademizle ilişkili bir durum. Şundan bir on beş yıl öncesine gidersek ve o yıllarda bir lise öğrencisi olduğumuzu varsayarsak; “pişti olmak” diye bir ifade kullanırdık. Herkes kendine özgü tarzlarda parçaları bulup giymeyi severdi, ola ki aynı eşya/nesne bir başkasında da var, buna “pişti” derdik ve çok sıradan hissederdik. Özgünlüğümüz elimizden alınmış gibi… Yalnızca yakın arkadaşlar bile isteye aynı eşyayı alır ve bununla övünürdü. Mükemmel ve eleştiriye kapalı bir durum değil tabii, bu da eleştirilebilir. Fakat “Aa, sen de var! Benim niye yok? Hadi hepimizde aynı şey olsun, bütün evler aynı katalogdan çıkmış gibi yerleştirilsin, kahvaltıda hepimiz yulaf sütümüzü içelim, “matcha”sız ev olur mu canım?” vs. gibi trajikomik soruların ve eğreti duran bir kültürün muhatabı değildik. Dikkat ederseniz, âhım şâhım veya çok uzakta bir geçmişten söz etmiyorum.

 

Sorguluyorum:

Neden birkaç kışı tek kabanla geçirmek normal kabul edilirken bir kışta (en az) beş kaban almak dayatıldı ve bu nasıl "normal" oldu?

Neden hepimiz aynı markanın en son model telefonunu kullanmıyorsak, bir telefonla beş – altı yıl idare etmeye çalışıyorsak alaycı gözler üzerimizde geziniyor?

Neden herkesin evi baştan aşağı bembeyaz yahut gri/siyah ağırlıklı dizayn ediliyor?

Neden çoğumuz 2+1 minicik evlerde yaşarken evlere sığamayacağımız büyüklükte ve çoklukta eşyalar sıkıştırıyoruz?

Neden bir masanın zor sığdığı mutfakların hepi topu bir buçuk metrelik tezgâhlarında mâlûm markanın kahve makineleri, “airfryer”ları bulunuyor?

Neden kendimize ait zevklerimiz fakirlik gibi yorumlanırken herkesle aynılaşmaya başladığımızda statü kazanmışız gibi davranılıyor?

Neden yaz mevsiminde belli başlı tatil beldelerine gidiyoruz?

Neden hepimiz aynı kıyafetleri giyiyor, aynı ayakkabıları tercih(?) ediyoruz?

Neden günlük makyaj diye bir kavram oluşturuldu? Cildimiz her gün makyaj yapacak kadar değersiz mi veya neden o çok pahalı markaların makyaj malzemesini almalıyız makyözmüşüz gibi?

Neden peynire pahalı derken bir aylık maaşımızı o pek de gereği olmayan çantaya ayırıyoruz?

 

Soruları çoğaltıp sayfalar boyu “neden” diyebilirim size.  Esasen nedenini merak etmiyorum çünkü bütün bunlara karşı kendimi “zorunda” hissetmiyorum. Kendim olmayı seviyorum, başkası gibi davranmak bana zulüm gibi geliyor yani özgünlüğü korumanın, herkesleşmemenin kıymetli olduğuna inanıyorum.

Kadın güzeldir, güzele meyillidir; süslüdür, süslü olan her şey ona cazip gelir. Bu anlamda irademi korumak bazen oldukça zorlayıcı hâle gelse de kendimi sınırlamanın yollarını buldum. Örneğin; evimin alanı, odalarımın/ mutfağımın büyüklüğü, dolaplarımın müsaitliği, ihtiyaç ve istek dengesi gibi kriterlerim var. Eğer bir şey alacaksam eskisinin kullanılmayacak durumda olması veya başkalarının kullanabileceği kadar iyi durumda olması benim için önemli. 

Barista değilim, olmaya da niyetim yok. Tezgâhımda lüzumu olmayan bir kahve makinesi bulundurmaktansa bir yürüyüş sonunda temiz bir havada içeceğim kahveyi, gerçek bir baristanın yapması daha anlamlı geliyor. Dolabımda ömrümün giymeye yetmeyeceği kadar kıyafet olması, her gün düğüne gidecekmişim gibi makyaj/parfüm/ayakkabı koleksiyonu yapmak, mobilyalarımı iki-üç yılda bir yenilemem gerekiyormuş gibi bir algı bana göre değil; aslında sevgili okur, sana göre de değil. 

Hepimiz kendimizken güzel ve kıymetliyiz. Başımızı ekrandan kaldırsak şu yapay dünyayı gerçekmiş gibi alıp evimizin, hayatımızın ortasına konumlandırmasak pek çok şey değişecek. Farkındalık kazanmamız gerekiyor, bizden bunu aldılar; odaklanabileceğimiz hedeflerimiz olması gerekiyor, bizden bunu da aldılar. Aslında bizden -hissettirmeden, sinsice- çok şey aldılar. 

Ekran süreni azalt! Hayatın görmeye ve yaşamaya değer.

Bir yoldan geçtiğinde izlerinden senin geçtiğini anlayacakları kadar özel olduğunu fark etmen dileğiyle…