Babamın Kütahya’nın Tavşanlı ilçesinden bir arkadaşı vardı, adı Ahmet Ali. Bir gün ona Ahmet Uluçay’ı tanıyıp tanımadığını sormuştum. Çok iyi tanıdığını, hatta aynı yıllarda kamyon şoförlüğü yaptıklarını söylediğinde şaşırmıştım: “Köylerimiz çok yakındı, birlikte çok çay içmişliğimiz vardır. Kendi halinde sessiz sakin bir insandı. Herkes tanır buralarda onu ama kimse senin şimdi baktığın nazarla bakmazdı ona. Dünyası faklı bir insandı…”

Ahmet Uluçay ismi ile tanışmam birçokları gibi benim de Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filmiyle oldu. Filmin bendeki etkisi gerçekten çok büyüktü fakat filmde anlatılanların Uluçay’ın başından geçen hayat hikâyesi olduğunu, daha doğrusu uğrunda ömrünü heder ettiği en büyük sevdası olduğunu öğrendiğimde hem filme hem de Ahmet Uluçay’a bakışım bir kat daha değer kazanmıştı. Bundan sonra gerek filmi gerekse Uluçay’ı en az on kişiye anlatmış, varlığından hiç haberdar olmadıkları bu müthiş insanı onlara tanıtmıştım. Onlar da en az benim kadar ilgi göstermişlerdi; hayatının en ücra köşesinde yaşayan fakat oturduğu evin sobası yanmayan; soğuk odasında okuduğu kitabın, gördüğü bir rüyanın, penceresine vuran gün ışığının kımıldattığı hayal perdesine bir güzellik yansıtmak için çırpınan bu adama…

Yakup, Uluçay’ın dünyasını zenginleştirendi

Sonrasında Küller ve Kemikler’le devam ettim Uluçay’ın izini sürmeye. Yarım kalmış bir senaryonun yazılış sürecini öyküleyen bu kitap onun o kırılgan ruh halini anlatıyordu bize. “İçimin karanlığına düştüm Yakup” diyordu. Yakup, çağımızın ikiyüzlülüğüne, menfaatlerine, yenilik uğruna hatırası olan her şeyin yitirilmesine inat saflığını, temizliğini koruyan, masumiyetine gölge düşürmeyen bir çocuktu kitapta. Yakup, Uluçay’ın dünyasını zenginleştirendi, hayata bakışına anlam katandı; onun çocukluğuydu. Kendi çocukluğunu içinde taşıyan, onunla konuşan, kavga eden, küsen ve onun gözleriyle dünyaya bakan bir insandı Ahmet Uluçay. Kitap, öyküsü ve özellikle de betimlemeleri ile sağlam bir edebi eser örneğiydi. İnsanı içine alan, uzun süre etkisinden çıkılamayan bir kitaptı. Aynı zamanda kafamdaki Uluçay profilini tamamlayan bir kitaptı.

Aklımdaki tüm sorulara cevap verdi Ahmet Uluçay

Bu kitap sonrası bendeki ilgi ve merak daha da artınca Ahmet Uluçay’ın oğlu İdris Uluçay’ı buldum internetten. Evlat babanın sırrıdır mucibince onunla konuşmak istedim babasına dair. Şahit olduğu hayata dair. Sosyal medya üzerinden önce merhabalaştık, sonra ben derdimi açtım, sorularımı hazırlayıp yolladım fakat uzun bir bekleyişe rağmen cevap alamadım. Üzülmüştüm. Kamyonculuk yaptım, yumurtacılık yaptım, hepsinde de Allah yardım etti iflas ettim; sinemayla meşgul olmasaydım, film çekemeseydim çıldırırdım diyen bir adamın; sinema uğruna, film yapmak uğruna, köyünde isminin haytaya, serseriye çıkmış bir kişinin ruh dünyasını gerçekten merak ediyordum.

Babasının bile konuşmaktan yüz çevirdiği bu adamın yalnızlığını görmek istiyordum. Biliyordum çünkü hangi dalıyla olursa olsun sanatın bir ucundan tutup da kendini ona adayanların dünyaları farklıydı bizim dünyamızdan. Aynı gezegende yaşamak, aynı şehirde olmak, aynı mahallede oturmak bizi aynı kılmıyordu onlarla. Bir kumaş farklılığı vardı ve genellikle vurdumduymaz çoğunluklar, bakargörmez kalabalıklar bu ince ruhlu insanları kendilerine benzetmek için, onların da hayatlarını tekdüzeliğe indirmek için ellerinden geleni yapıyordu. Beceremediği zamanlarda da ötekileştirerek, serserilikle, aykırılıkla yaftalıyordu. Acaba Ahmet Uluçay’da da durum böyle miydi ve acaba o nasıl göğüs germişti böyle bir “yalnızlığa”? Bunları konuşmak istemiştim oğluyla mini bir röportaj yaparak. Cevap gelmeyince, sorular hep aklımda kalmıştı fakat nereden bilebilirdim ki çok geçmeden aklımdaki bütün sorulara Uluçay’ın kendisinin cevap vereceğini.

“Hayatımda bir düzen olmadı”

Sinema için bunca acıya değer mi? Ahmet Ağabey bu soruyu belki de yüzlerce kez duymuştur etrafındakilerden ve defalarca da sormuştur kendine. Peki ya cevabı? İşte bu sorunun cevabı hükmünde bir günce bırakmış Ahmet Uluçay bizlere. Kapağında Sinema İçin Bunca Acıya Değer Mi? yazıyor bu güncenin. Bir de fotoğraf; kar yağışı altında ellerini cebine atmış, bozkırın ortasında hayallerine sınır tanımayan, kendine inancını hiçbir zaman kaybetmeyen bir adam.

Küre Yayınları’ndan mayıs ayında çıkan kitap Uluçay’ın 2000-2006 yılları arasındaki tuttuğu günlükleri ihtiva ediyor. 46 yaşında günlük yazmaya başlamış bir insan Ahmet Uluçay. Bu kadar geç başlamasının gerekçesi ise yine onun hayatıyla örtüşen bir durum. “Hep bir günce yazmak istedim. Bir kalem ve bir defteri aradığım zaman elimin altında bulabilecek kadarcık olsun hayatımda bir düzen olmadı.” diyerek başlıyor söze. İlerleyen sayfalarda bu düzensizliğine, eşyalarının ve hayatının dağınıklığına dair de sık sık serzenişte bulunuyor.

Kitap iki bölümden oluşuyor. Birinci bölüm Uluçay’ın günlüklerini “bilgisayar kolaylığıyla” yazdığı 2000-2002 yıllarını kapsıyor. Bu bölüme yayınevi Şikâyetnâme, Kuzeye bakan pencere başlığını vermiş.

“Köyün kıyısında bir evim, kuzeye bakan bir pencerem olsa”

‘Şikâyetname’, çünkü kitabın genelinde fakirlikten hastalığa, yalnızlıktan ilgisizliğe, anlaşılamamaktan teknik olarak filmlerini istediği gibi çekemediğine kadar birçok problemini, sıkıntısını anlatıyor. ‘Kuzeye bakan pencere’ çünkü günlükte sık sık kendisine ait bir evin, kendisine ait bir odanın ve bu odanın içinde kuzeye bakan bir pencerenin hayalini kuruyor. Köyümde ev sahibi olmayan, kirada oturan bir tek benim diyor ve hep bir ev sahibi olmanın derdini taşıyor fakat öylesine bir fakirliğin içine düşüyor ki okurken insanın yüreği burkuluyor: “Şöyle köyün kıyısında bir evim, kuzeye bakan bir pencerem olsa…” “Allah’ım benim bir odam olsun, duvarına bir resim yapıştıracak kadar bir oda. Bir de evim olsun, utanmayacak kadar. Ben baş döndürecek kadar güzel projelerimle yoksulluk yaşıyorum. Bunun adına yoksulluk değil, sefalet bile denebilir.”

Bu fakirlik, parasızlık onun yakasını hiç bırakmıyor. Kimi günler cebinde beş kuruş parası kalmadığı gibi evde yiyecek hiçbir şeylerinin kalmadığından dahi bahsediyor: “Parasızlık son haddinde. Buzdolabı takır takır kurudu. Evde ekmekten başka bir şey yok.” Sürekli kullanmak zorunda kaldığı ilaçlarının parasını bile bulamıyorken senaryolarını, sinopsislerini, kısa filmlerini bir yerlere; yapımcılara, festivallere göndermesi gerekiyor. Kooperatifteki hamallıktan dolayı aldığı emekli maaşı onun ve ailesinin köy yerinde dahi geçinmesine yetmiyor. “Basında çıkan haberlerin renkli fotokopilerini de çektirmek zorundayım. 5 milyon tutuyor. Bugüne kadar cebimde başıboş bir 5 milyonum olmadı.” Her seferinde de Allah’a sığınıyor, dualar ediyor. Festivallerden filmlerinin ödül almasını bekliyor, oradan gelecek ödül parasıyla ancak toparlayabiliyor fakat bu durum yine de uzun sürmüyor.

Sinema onun için bir kaçış, bir sığınak, hayata tutunma çabası

Çok büyük sıkıntılar yaşıyor olmasına rağmen yine de küçücük bir umut ışığıyla, mutlu olabiliyor. Evinin damı aktığı zamanlar da oluyor, arkadaşlarıyla tartıştığı zamanlar da. Annesini ziyarete gittiğinde onun evde olduğunu gören babasının eve girmediği zamanların acısını da yaşıyor; hastalığının ilerlediği, nöbetlerinin sıklaştığı zamanları da. Ama bunca sıkıntının içinde eline aldığı bir kitabın sayfaları arasında huzuru bulabiliyor. Okuduğu kitapların dünyasına girip yeni bir hayal dünyasına dalabiliyor. Kafasında dolaştırdığı bir senaryoyu düşündüğü zaman mutlu olabiliyor. Sokakta gördüğü bir çocuğun dünyasına da girebiliyor. O çocuğu yakında çekmeyi düşündüğü bir film için oyuncu olarak hayal ettiğinde sıkıntılarından uzaklaşabiliyor. Aslında o kitapları ve sinemayı yalnızlıktan ve delirmekten kurtulmak için sığınabileceği bir liman olarak kullanıyor. Kendini güvende hissettiği bir kaçış yeri olarak görüyor. Öyle ki etrafındaki insanlar, -ona inanan ve güvenen bir avuç insanın haricindeki herkes- ona yabancı. Sinema bir kaçış, bir sığınak, hayata tutunma çabası…

“Herkes gibi” olamadığı için yalnızlığa itildi

Onu anlamayan, onun dünyasına dokunamayan insanlar için Ahmet Uluçay, gereksiz işlerle uğraşan, kendine ve ailesine fayda sağlamayan bir boş gezen. Oysa Ahmet Uluçay ismi kendi toprağının içinde filizlenmiş bir başaktır. İlkokulu ancak bitirmiş fakat kendisini okuyarak müthiş geliştirmiş bir insan, tam bir kitap kurdu; hatta evinde okuyacak yeni kitabı olmadığı için, alacak imkân bulamadığı için bir kitabı beş defa, altı defa okumuş bir adam ve bugün çağdaş sinema tarihi yazılacağı zaman asla görmezden gelinemeyecek bir isim. Buna rağmen düzenli bir gelir elde edemediği, evinin çatısını her yıl aktaramadığı, herkes gibi olamadığı için yalnızlığa itilen bir insan. Köyünde olmaktan, o insanlarla birlikte yaşamaktan büyük haz aldığı ve asla köyünü terk etmek istemediği halde anlaşılamayan bir adam: “Sinemacı Ahmet Uluçay’dan neden bu kadar rahatsız olduklarını anlamıyorum. Oysa sokağa çıkarken sinemacı kişiliğimi ceketimi çıkarır gibi çıkarıp kapının ardına asıyorum ve sokağa öyle çıkıyorum.”

Destek istediği kişiler sadece akıl vermiş

Onu böylesine uzak gören sadece köyünün insanları değildir. O sık aralıklarla gitmek zorunda kaldığı, gittiği anda hemen köyünü özleyip geri dönmek için can attığı ve kendisini anlatmak için büyük gayretler sarf ettiği İstanbul’da sinema dünyasında da kendine yer bulmak için büyük çaba sarf eder. Yine aynısı olur. Anlaşılmaz, fark edilmez. Elinde senaryoları, video kasetleriyle kapı kapı gezer. Bir derdi olduğunu, bu dert ile çırpındığını anlatmak için çabalar durur. Tüm bunları yaşarken cebinde ancak iki simit alacak kadar parası vardır ve beyninde onun yaşamsal fonksiyonlarını zorlayan bir ur ile gezmektedir.

İlgi gördüğü kişiler, derdini anlatma fırsatı bulduğu merciler de olur fakat yine de onun senaryosuna, filmine bakanlar onun gördüğünü, yakaladığı nüansı fark edemezler ve sürekli akıl verirler, kendilerince yol göstermeye çalışırlar. Filmlerinde değişiklik yapmak isterler. İşte bu noktada onun sinemasını farklı kılan bir duruşu sergiler, müdahale ettirmez. Kendini, filmlerini kabul ettirmek adına kendisinden istenen değişiklikleri yapmaz. Çünkü kendine güveni tamdır ve onların göremediğini gördüğünü bilmektedir. Bu yüzden yola kendi koltuk değnekleriyle devam etmesi gerekmektedir. Karpuz kabuğundan gemiye binmiştir artık. “İnsanın olağanüstü filmler yapabileceğine ve yüreğine inanırken, işsiz kalması azap veriyor.” Sinemasından, senaryosundan ödün vermek onun duruşundan, karakterinden ödün vermek demekti.

Yaşam ile iç içe geçmiş bir rüya hali

Hayatla arasında buzlu bir camın olduğundan ve bu aradaki mesafeyi aşamadığından yakınıyor. “Yaşam ile rüya arasında bir yerdeyim” diyor Uluçay. Yaşamında rüyalarının büyük tesirini yaşıyor, yine aynı şekilde yaşadıklarının ruhsal bütünlüğünü rüyalarında yaşamaya devam ediyor. Yaşam ile iç içe geçmiş bir rüya hali yaşıyor. Bu da onun sinemasının mistik yönünü oldukça besliyor. Bütün kısa filmlerinde bu mistisizm kendini hissettiriyor. Belki de Peyami Safa romanlarını severek okuması da bu yüzdendir.

Kitabın bu bölümünde daha birçok yönünü anlatıyor Uluçay. Çocukluğundan bahsediyor mesela, küçükken yaptığı resimlerden. Resimli kitaplardan, korkularından, hayallerinden, arkadaşlarından, okuduğu kitaplardan, köyünde olan olaylardan bahsediyor. Aklındaki senaryolardan, yazdıklarından, seçtiği oyunculardan, filmi için ayarladığı mekânlardan. Film yapmak uğruna büyük bir sefalete sürüklediği eşi Ayşe’den, oğlu İdris’ten, hastalığından, hastalığın onun hayatını nasıl zorlaştırdığından bahsediyor. İnsanları kendine, sinemasının büyüsüne inandırabilme mücadelesini anlatıyor. Öylesine içten, öylesine samimi anlatıyor ki, bana acıyın demiyor. Beni görün, beni anlayın demiyor. Adeta yazdığı bir öyküde Ahmet Uluçay adında bir kahramanın portresini çiziyor. İnce, hassas, duygulu bir sesle, edebi bir dille, öyküleyerek…

İkinci bölüm olan Hastane Günlükleri, Şimdi Kuşun Kanadı Kırık başlığını taşıyor. 2004-2006 yıllarını kapsıyor. Bu bölümdeki günlükler genellikle hastanede Uluçay’ın el yazısı ile yazılıyor. Ara ara hastanede onu ziyarete gelen dostlarının yazdığı duygu paylaşımları da yer alıyor. Burada hastane köşesinde doktorlardan gelecek haberi, MR sonuçlarını, ışın tedavisi sırasını bekleyen, ziyaretçileriyle tatlı atışmalar yapan; içindeki sinema umudunu, film yapma hevesini, bir öykü yazma bir senaryo kurma isteğini her şeye rağmen kaybetmeyen bir Ahmet Uluçay’la karşılaşıyorsunuz.

Her insanın acı çektiğine değecek bir derdi olmalı

Kitap bir solukta bitiyor. Onun çektiği acıları gözler önüne sererek. Bazı cümleler, bazı paragraflar sizi bir anda alıp Tepecik köyünün tozlu bir sokağında, çatısı akan bir evin dip odasında acılar içinde kıvranan, o haldeyken bile umutla yeni başladığı bir öyküyü temize çekmeye çalışan bir insanın yanına götürüyor. Bazı sayfalar hemen okunmuyor, dura dura hissederek ilerlemenizi istiyor.

Kitap sadece garip bir yönetmeni anlatmıyor. Hayatında bir şeylerin delisi olabilmenin nasıl bir mücadele istediğini ve bu mücadele verilirken bir insanın çektiği acılara karşı dirayetinin ne kadar güçlü olabileceğini de gösteriyor.

Ben Uluçay’ı bu kitapla biraz daha yakından tanıdım, biraz da kendimi… Her kitabın görevi biraz da bu değil midir?

Sinema için bunca acıya değer mi? Belki, ama bu dünyada her insanın acı çektiğine değecek bir derdi olmalı, benim bulduğum cevap bu oldu.

Rahmet olsun, Ahmet Uluçay’a…

Sefa Toprak

Ahmet Uluçay, Sinema İçin Bunca Acıya Değer mi