Trablusgarp’ı yani bugünkü adıyla Libya’yı tarih kitaplarımızdan biliriz. Afrika kıtasının Batılılar tarafından paylaşıldığı 20. yüzyılın başlarında, 1911 yılında İtalya tarafından işgal edilmiş ve Babıali’nin sonuçsuz kalan diplomatik girişimlerinin ardından bölgede savaş başlamıştır. Osmanlı Devleti 1912 tarihinde Balkan savaşının patlak vermesi ile tüm dikkatini Balkanlara kaydırmış ve Trablusgarp’ta güçlü bir direniş gösterememiştir. 1912 yılında İtalyanlar ile imzalanan Uşi antlaşması ile Osmanlı Devleti Afrika kıtasındaki son toprağından çekilmek zorunda kalmıştır.
Milli hafızamızdaki tüm destansı kahramanlık hikâyelerine rağmen Trablusgarp, bizler için adeta büyük bir hüzün ile eş anlamlıdır. Hatta hissettiğimiz keder o kadar büyüktür ki, Osmanlı ve Afrika denince aklımıza ilk gelen bu “çekiliş öyküsü”dür. Oysa Osmanlı Devleti yüzlerce yıl Afrika’nın birçok bölgesinde olduğu gibi Trablusgarp’ta da, hayatın her alanında varlık göstermiştir.
Afrika’nın kalbine doğru inen bir üs
Trablusgarp’ı hüznü çağrıştıran bir çekiliş söylemi ile hatırlamak yerine, 16. yüzyılda bölgede kurulan eyalet sistemi ile Osmanlı Devleti’nin Afrika’nın -daha doğrusu Siyah Afrika’nın- kalbine doğru indiği bir üs olarak görmek daha yerinde olacaktır.
Trablusgarp ilk defa 1519 yılında İspanyol istilalarından bezmiş olan yerli halkın bir gemi ile elçiler göndererek İstanbul’dan yardım istemeleriyle Osmanlı Devleti’nin gündemine girmiştir. Gelen heyet, kendi dillerine vakıf olan Enderun ağalarından Hadım Murat Ağa ile görüşmüşler, dertlerini anlatmışlardır. Murat Ağa elçilerin endişelerini ve isteklerini padişaha arzetmiş ve bunun sonucunda bölge halkının dilinden anlıyor olması nedeni ile kendisine Trablusgarp beyliği ve biraz asker verilerek bölgeye gönderilmiştir. Bölgeye giden Murad Ağa Trablusgarp’ın bir kısmında Osmanlı hükümeti adına idare kurmuş ancak Trablusgarp’ın tam anlamıyla Osmanlı egemenliğine girmesi 1551’de Turgut Reis’in fethi ile olmuştur.
Bu fetih, hem Akdeniz kıyılarının güvenliği hem de eyaletin güneyinden geçen Sahra ticaret yollarının getirdiği kazanç nedeni ile büyük önem taşımaktadır. Ayrıca sınırları güneye doğru genişleyen Osmanlı devleti, Çad gölü havzasında hüküm süren Bornu Sultanlığı ve Nijer Nehri havzasında kurulu Songhay Devleti ile de komşu olarak Afrika’nın Müslüman sultanlıkları ile temasa geçmiştir. Yaklaşık dört asır boyunca Trablusgarp Eyaleti üzerinde kurulan kaza ve kasabaları ile Osmanlı Devleti, çok değil bundan yüz yıl öncesine kadar sınırları Çad’a kadar ulaşmış bir Afrika Devleti olarak görülebilir.
Bedeviler tarafından dilden dile anlatılan İstanbullu bir kızın hikâyesi
Kavram ve kültür dünyamızda uzaklık ile nerdeyse eşdeğer olarak kullanılan “Fizan” ise bir hayal ülkesi olmaktan ziyade Trablusgarp Eyaleti’nin en güney noktası olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ve 20. yüzyılın başlarında bir Osmanlı subayı olarak bölgede bulunan Cami Bey, hatıralarını anlattığı kitabında (Cami Baykurt’un anılarıyla “Son Osmanlı Afrikasında Hayat: Çöl İnsanları, Sürgünler ve Jön Türkler”, haz. Arı İnan, Türkiye İş Bankası, 2009) halk tarafından nasıl saygı ve sevgi ile karşılandığından söz etmektedir. Sahra’nın derinliklerine doğru yaptığı yolculukta çöl hayatı ve çöl insanları (Bedeviler ve Siyah Afrikalılar) hakkında gözlemlerde bulunur, ilgi çekici onlarca gerçek olaydan bahseder. Bunlardan biri Bedeviler tarafından dilden dile anlatılan İstanbullu bir kızın hikâyesidir.
Rivayet odur ki, Fizan’a gitmekte olan bir Osmanlı mektupçusunun kızı, Hammade mevkiindeki son gece yürüyüşünde kafileden kaybolur. Çölde ilerlerken devesinin yolunu değiştirmiş olduğu sabah anlaşılınca, zavallı annesi feryada başlar. Zira çölde kaybolmak herhangi bir yerde kaybolmaya benzemez. Sahra’nın derinliklerinde ilerlerken yolunu şaşıran, kaybolan ve bir daha kendisinden haber alınamayan o kadar çok insan vardır ki. Hatta çölün yüzünde görünen birçok taş yığını çölde can vermiş insanların mezarlarıdır. Ürkütücü insan kemikleriyle de karşılaşmak mümkündür.
Mektupçu baba da Bedevilerin yakasına yapışır ve onlardan kızını bulmalarını ister. Bedeviler üzüntü içinde birbirine bakınırlar. Yapacakları çok fazla bir şey yoktur. Çünkü Hammade’nin sert toprağında develer iz bırakmadan yol alır. Ve kaybolan bir deveyi bulmak neredeyse imkânsızdır. Yine de sağa sola koşarak telaş içinde deveyi ararlar. Kızgın çöl güneşi yükselmeden deveyi bulmak isterler. Zaman su gibi akıp geçer, zemin iyiden iyiye ısınır, çölün yüzeyindeki cisimler büyümeye ve mesafeler kısalmaya başlar. Bir müddet sonra deveciler ufukta kırmızı renkte bir nokta görürler ve hemen o tarafa doğru koşarlar. Ve bir müddet yol aldıktan sonra o kırmızı noktanın İstanbullu kızın battaniyesi olduğunu anlarlar.
Issız bir çölün ortasında yapayalnız
İstanbuliye (İstanbullu Kız) sabaha karşı sehharesi üzerinde uyandığında kendisini ıssız bir çölün ortasında yapayalnız bulur. Ancak hiç telaşlanmaz ve bir bedevi gibi devesini hemen çökeltir. Onu dizinden bağlar. Gece örtündüğü kırmızı battaniyesini sehharenin yan direklerinden birine bayrak gibi asar. Böylece kırmızı battaniye çok uzaklardan görünerek onun hayatını kurtarır.
Hammade’de kaybolanlar genelde ölüm korkusuyla yerlerinde duramayıp çölün içerisine dalarlar. Ve bu nedenle kaybolan birini bulmak neredeyse imkânsızdır. Ama İstanbuliye’nin yalnızlıktan yılmayıp ölüm dehşetiyle şaşırmamış olması, Bedeviler gözünde kızı bir efsane haline getirir. Bu olay dilden dile dolaşır.
Osmanlı Devleti’nin Afrika kıtasındaki dört yüz yıllık varlığı binlerce, milyonlarca insan hikâyeleri barındırmaktadır. Yıpranmış, unufak olmuş tarih kayıtları arasındaki bu tür yaşanmış olaylar gün ışığına çıktıkça –bizleri hüzünlendiren hikâyelerle karşılaşma olasılığımıza rağmen- kendimizi daha iyi tanıma fırsatı yakalamış olacağız.
Hatice Uğur
Ecdadın o topraklarda hayırla yâd edilmesi şüphesiz hayırlı hizmetlerinin samimiyetlerinin ve Ümmet bilincinin bir neticesidir umulur ki maziden atiye yapacağımız bu yolculuk bizlere yaşanmış ders alacağımız ibretlik hikayeleri sunacaktır bu bağlamda daha nice ibretlik hikayelerin Günyüzüne çıkması ümidiyle