Sözlerini ve fikirlerini takip edip önemsediğim bazı yazar ve eleştirmenlere göre Türk öykücülüğü son yıllarda yükselişe geçmiş vaziyette. Nitelik konusunda söyleyecek sözü, işi öykü yazmak olanlar söyleyecektir fakat yeni çıkan kitaplara baktığımızda sayıca bir yoğunluk görüyoruz. Özellikle genç öykücüler son yıllarda bir atak başlatmış durumda. Ancak özellikle, dergilerde genel olarak aynı kişilerin öykülerini görmeye başladık artık. Dergiler farklı kişilere açık mı olmalıdır yoksa kemik bir kadrosu mu olmalıdır? Bu tartışılabilir ama özellikle öykü konusunda aynı konuların aynı anlatım tarzıyla işlenmesi, basit bir okur olarak beni sıkmaya başladı. Çünkü birbirinin çok benzeri şeyler okumak bizlere hiçbir şey kazandırmıyor. Bu da, arada iyi öykücülerin ve öykü kitaplarının yok olmasına sebep oluyor. Arzu Alkan Ateş’in iki öykü kitabının da kaderi maalesef bu dediğim duruma uyuyor. En azından şimdilik. Hakkında yazı, yorum, eleştiri vs. göremediğim ilk kitabı Lübyana’ya Bir Bilet’ten sonra maalesef Hayy kitabı da hak ettiği ilgiyi göremedi. Acaba öykü ‘usta’larımızın buna bir cevabı var mı? Özellikle en iyi dergileri kendilerinin çıkardığını iddia edenlerin.
İlk kitabı Lübyana’ya Bir Bilet Erdem Yayınları’ndan yayımlanmıştı Ateş’in. Hayy kitabı da Heyamola Yayınları’ndan içinde bulunduğumuz yılın başlarında, Şubat ayında neşredildi. İncecik ama içerik olarak dopdolu olan kitap 88 sayfadan ve 16 öyküden oluşuyor.
Kitabı okuduğumda dikkatimi çeken ilk şey, yazarın kendini bariz bir şekilde geliştirdiği oldu. Ateş’in ilk kitabı Lübyana’ya Bir Bilet de çok başarılı bir öykü kitabıydı ama yazar Hayy kitabıyla çıtayı yükseltmiş. Gerek anlatım tarzı gerek öykülerin işlenişi gerek kullanılan kelimeler ve sadelik ile Hayy çok iyi bir öykü kitabı haline gelmiş.
Perde arkasından seven bir yazar
Arzu Alkan Ateş öykülerinde genel olarak, toplumun görülmek istenmeyen, hasıraltı edilmeye çalışılan yönlerine dikkat çeken bir yazar. İlk kitabında olduğu gibi bu kitapta da konularını hep bu yerlerden seçmiş. Yalnızlık, çaresizlik, toplumun kanayan yarası taciz, istenmeme, dışlanma, evlatlarını kaybeden anne babaların durumu anlattığı bazı konulara örnek verilebilir. Fakat bu kitabında sadece toplumun ya da kişilerin dertlerinden ziyade farklı konuları anlatmayı da denemiş. Örneğin kitabın ilk öyküsünde Balzac’ı biz okurlara onun ünlü kahramanı Goriot Baba’nın dilinden anlatmış. Goriot Baba’yla yazarın kendisine seslenmiş. Fakat bu tür öykülerde olabilecek anlam karmaşıklığına düşmemiş. Genelde açık, anlaşılır ama biraz perde arkasından konuşmayı seven yazar bunu hemen her öyküsünde devam ettirmiş.
Ateş, çok kısa cümlelerle oluşturuyor öykülerini. Oldukça kısa olan bu cümleler konunun vuruculuğunu arttırıyor. Öykülerin uzunluklarının da üç beş sayfa arasında olduğunu düşünürsek, bu kadar kısa sayfada çok etkili öyküler oluşturmuş yazar.
Yazarın toplumla derdi var
Yazarın toplumla bir derdi var. Önce toplum, sonra kişilerin sorunları onun öykülerinin en önemli ögeleri. Fakat bu sorunları, eleştirileri, tespitleri bağıra çağıra değil, gene kısa cümlelerle, iç konuşmalarla gerçekleştiriyor yazar. Örneğin toplumun iş konusunda ne durumda olduğunu, değişen dünyanın yaşamaktan ne anladığını, yaşlı bir babaanneyi merkeze alarak şöyle aktarıyor okura:
“… Sabah evden çıkıp akşam eve dönen insanlar gördü. Kadını erkeği, çoluğu çocuğu koşar adım marş marş. Kıt’a dur. Asker mi bunlar? Seferberlik mi ilan edildi? Yok be babaanne yaşamak için… Diyen biri çıkmayınca, babaannem günlerce korktu.”
Öykülerini tek bir şekilde anlatmıyor Ateş. Zaman zaman büyülü bir atmosfer oluşturuyor, okura oradan sesleniyor. Bazen daha açık bir anlatım benimsiyor. Bazen öykü içinde öykü anlattığı oluyor, kahramanları aracılığıyla. En önemlisi de bunları başarılı bir sahicilikle, yapmacıklığa hiç yer vermeden gerçekleştiriyor. Ateş’in dili kullanma gücü de oldukça başarılı olduğu için öyküler istediği konuma geliyor.
Doğulu bir kitap
Hayy, Doğulu bir kitap, Batılı değil. Bu topraklara basıyor ayakları. Kitabın genelinde bunu hissetsek de bazı pasajlarda bu anlatım yoğunlaşıyor. Bunu özellikle soyutlamalara gidilen yerlerde ve masalsı bir anlatımın olduğu yerlerde daha iyi görebiliyoruz:
“Çok eski zamanlarda buralarda Hemine nenenin ataları yaşarmış. Boyları aha şu çınar kadar. Elleri kürek gibi. Ayakları desen… Devlerle arkadaşlık eder, yılanlara konuşur, geyiklerle bakışa bakışa anlaşır, hayvan soyundan olanlarla gül gibi geçinip giderlermiş…”
Öykülerinde kişilerin çaresizliğini başarılı bir şekilde anlatan Ateş, kitabında ilginç bir öyküye de yer vermiş. Dört tane Yahudi çocuğunun bakışından İkinci Dünya Savaşı’nı da ele almış ve kısacık öyküde Yahudilerin yaşadığı Nazi zulmünü anlatmış. Çocuklar olunca incelen duygular ve düşüncelerle beraber olayları üç buçuk sayfaya sığdırmak birçok yazar için kolay olmayabilir ama Arzu Alkan Ateş’in en iyi yaptığı şey bu: Hem kısa hem yoğun hem de anlaşılır yazmak.
“Kuşlar da göç etmiş, diyorum. Ama nereye? Kendilerine yeni bir gök bulmaya gitmişler, diyor Ester. Biz neden hâlâ buradayız diyor, Mikail çatlağı gittikçe büyüyen kabuğun içinden. Çünkü gidebileceğimiz hiçbir yer yok diyor, Yosi. Biz de kuş olup göğe uçsak ya diyor, Ester.”
Farkında olmasak da iyi bir öykücümüz var
Öykülerini genelde 1. ve 3. tekil şahıs bakış açılarıyla yazan Ateş’in dili, üslûbu, öyküleme tarzı edebiyatımızdan Hasan Ali Toptaş’ı ve Kemal Varol’u andırıyor ancak elbette bu durumun taklit şeklinde gerçekleştiğini söyleyemeyiz. Son derece özgün bir yazar Arzu Alkan Ateş. İlk kitabında da bu şekildeydi, ikinci kitabında da.
Yazarın 2007 yılında yayımlanmış bir de deneme kitabı mevcut, kitabın başında yazan bilgiye göre. Lacivert Yazılar adındaki bu kitap hiçbir yerde bulunmuyor. Keşke bir yayınevi yayımlasa da, öykü alanında bu kadar başarılı olan bir yazarın denemelerini de okuyabilsek.
Türk Edebiyatı çok iyi bir öykücüye sahip ama maalesef farkında değil.
Arzu Alkan Ateş, Hayy, Heyamola Yayınları.
Mehmet Akif Öztürk