Bir zamanlar mahallemizde mutlu insanlar yaşardı

Tarihe, kültürlere, mekânlara estetik ve saygılı bir duruş sergileyerek de gelişmek mümkün mü? Rıza Değirmenci, "Kaybolan Mahalle Bir Ortaköy Hikâyesi" kitabında bizi sıcacık mahalle aralarında dolaştırarak bu sorunun peşine düşmüş. Ömer Kazdal yazdı.

Bir zamanlar mahallemizde mutlu insanlar yaşardı

Herkesin anlattığı ve mutlu olduğu bir mahalle var. Bizim de mahallemizin adı ‘İlahiciler Sokağı’ydı. Hafif yokuşlu, Arnavut kaldırımlı… Sokağın sakinleri ise üzüntülerini yağmur sularıyla dökerdi. Sokak aile gibiydi, komşunun sofrasında herkesin bir yeri vardı. Misafir odasının önüne koyulan sandalyeler sayesinde odaya uzaktan bakardık. El emeği göz nuru örülen danteller süslerdi koltukları, oyunlarımızın biri biter bir diğeri başlardı. Saklambaç oynar, ip atlar, mahalle maçı yapardık… Kaleci topu üç kere yere vurunca önü açılırdı, kaleden kaleye gol sayılmazdı. Hava kararınca ve ezan okununca maç biterdi. Gol attığımız zaman Fenerbahçe gol atmış gibi sevinirdik. Sokağın sakinleri komşudan öteydi; amcaydı, teyzeydi, kardeşti. Komşularda pişen yemeklerin kokusu sokağın her yerine dağılırdı. Çocuk komşunun camından göz hakkını alır, akşam olunca da pişen yemek bir tabakta masamızda olurdu… Boşalan tabağın içine mutlaka bir şeyler koyulup geri yollanırdı.

Bir fincan kahve verilir, biraz tuz istenirdi. Siyah beyaz televizyon kimde varsa akşam o evde toplanıp televizyon izlenirdi. Bakkalın önünde oturup gazoz içilir, ekmek arabası gelmeden kokusu gelirdi. Sıcak ekmeğin ucundan kopartılıp eve gidilir… Yemekler yendikten sonra, kapının önünde çekirdek çıtlatmak için tüm komşular toplanırdı. Çay demlenir sokakta içilirdi. O anlar Hıdırellez güzelliğinde olurdu, her birimiz bir yıldız seçerdik kendimize… Kar yağdığı zaman naylon poşetler ile sokaktan aşağı kayardık. Kartopu oynardık, ellerimiz çok üşürdü ama oynamaya devam ederdik. Yağan yağmur sularında ıslanıp eve gider, sobanın arkasında ısınırdık.

Yaz bir başka güzel geçerdi sokakta… Perşembe pazarında su satıp, parası ile pamuk şekeri, gazoz alırdık. Telli arabalarımız vardı, onları süslerdik. Tüm mahalle toplanıp denize giderdik; yere örtüler serilir herkes getirdiğini sofraya koyar, ekmeği bölmenin tadını hep beraber yaşardık. Mahalle olarak saatlerce denize girer, deve güreşi yapardık.

Selamın değerini bilen insanlar yaşadı

O zamanlar İstanbul mutluydu, selamın değerini bilen insanlar yaşardı… Evlerin camları açık olur, çiçeklerin güzel kokusu evlere dolardı… Evin anahtarları çoğu zaman kapı üzerinde bırakılırdı. Komşusu açken kimse tok yatmazdı. Hele bir de mahallede nişan olacaksa sokaklar lambalarla süslenirdi, limonatalar yapılırdı… Herkes bayramlıklarını giyerdi, misafirler için güzel sofralar kurulurdu. Ve herkes mutluydu.

Akşam sokaktan geçen bozacıdan boza alınır, üstüne leblebi atılırdı. Bayram sabahını dört gözle beklerdik. Yeni alınan ayakkabılarımızı yatağımızın başucuna koyup bayram sabahına uyanırdık. Mahallenin çocukları bayram namazını hep beraber kılardı… Büyüklerin ellerinden öper başımıza koyardık. Ev ev dolaşır, bayram şekerlerini ceplerimize doldurur, beyaz mendilleri alıp bayram harçlıklarımızla lunaparka gider, çarpışan arabalara biner, akşam aldığımız top ile de maç yapardık. Ve bir gün büyüdük… Bütün oyunlar bitti, eski günler anılarda kaldı. Sokağımızdan bir bir ayrıldık. Bazımızı kara toprak aldı, bazımızı gurbet… Fakat kalbimizin bir köşesinde ‘İlahiçiler Sokağı’ çocukça yaşar…

İstanbul bize gidin derse nereye gideriz? Benimle olan tüm resimlerinizi yırtın derse, ne yaparız? Beni bir başıma bırakın derse ne deriz? Peki, İstanbul bizlere; eski mahalle günlerini, dostlukları ve komşulukları özledim derse, biz ona ne deriz?

Mahalle kültürünün benliğe katkısı

Rıza Değirmenci, Kaybolan Mahalle kitabında sıcacık bir anlatımla, kaybolan mahalle kültürünü işleyerek, modernleşmeye karşı varlığını sürdürmeye çalışan mahallelerin fotoğraflarına yer vermektedir. “Mahalle, evin sınırlarının sokağa doğru genişlediği alandır. Mahalle Türkiye’nin kendine has popüler kültürünün inşa edildiği yerin adıdır. Mahallenin dışında ne olup bittiğinden ziyade, olayların mahallede nasıl kabul göreceği önemlidir. İyilik, dayanışma, sevdalanma, haksızlığa karşı direniş, kötülüğün alt edemediği noktada mizahın gücüne sığınma, hep mahalle atmosferiyle ifade edilir.”

Yazar, yaşamaya çalışan mahallelerin can çekişerek varlığını sürdürmeye çalıştığını söyler. Mahalle kültüründe modern çağın gerektirdiği değişikler ile geleneğin bir arada tutulmaya çalışıldığını belirterek: “Gelişme, hızla ve başıbozuk ilerlemektedir. Korkutucu olan nokta, estetik ve kültürel kaygı taşımadan günü kurtarmaya odaklanmış yapılaşmadır. Duymuyoruz desek, görmüyor musun diye sorarlar insana. Çaresiz değiliz. Her ağaç, her sokak, her ahşap ev, her tarihi mekân; kilise, sinagog, cami, işlevini yitirmiş hamam, akıbeti meçhul manastır, yetimhane halen kurtarılabilir bir uzaklıkta. Yıkılmaya yüz tutmuş, kaderine terk edilmiş üç beş yapıyı yenilemek, mahalleye ve mahalleliye kazandırmak mümkündür. Bir yalı-sarayın, bir tarihi kilisenin duvar dibinde, tüm görkemini gölgeleyecek sıradanlıkta dükkânlara izin vermemek; ya da tarihi bir çeşmenin yanına elektrik trafosu dikmemek elimizde olan şeylerdir. Bizler, görmemeyi ve konuşmamaya sürdürdükçe, mahallenin üzerine dolaşan tehdit bulutlarına fazla karşı koyamayacağı aşikârdır.” der.

Kitapta okurlara “Modernleşirken geçmişimize ait parçaları korumak çok mu zordur?” sorusu sorulur ve insanın çevresiyle ve yaşadığı mekânla bütünleştiği aktarılır. Barındığımız ev, yürüdüğümüz sokak, önünden geçtiğimiz tarihi yapılar, inip çıktığımız yokuş, alışveriş ettiğimiz pazar, selamlaştığımız esnafın benliğimizi oluşturmamızda yardımcı olduğu anlatılmaktadır.

YORUM EKLE