Tükettikçe tükenmeden ruh ve beden ihyası

Her insan belli dönemlerde bir virgüle ihtiyaç duyar. Ama verdiğimiz molalar durgun bir boşluk mu yoksa iyileşmek ve değişim için bir fırsat mı? Öyle ki belli dönemlerde çoğu otelde yer bulmak zor. Bunun yanı sıra maddi olarak karşılamak da kolay değil. Talep edilen nedir? Bütün gün duvarlarla çevrili bir binada, taklit edilmiş bir doğa içinde insan gerçekten ruhunu ve bedenini ihya edebilir mi? Yoksa mekanik bir plan yapısıyla art arda kopyalanan odaların içine sıkışmak, dayatılan bir tatil anlayışı mı?

Tükettikçe tükenmeden ruh ve beden ihyası

Tükettikçe tükenmek

Tatil kavramı hayatımıza tam anlamıyla sanayi devrimiyle girdi denebilir. Osmanlı Dönemi’nde kırsal bölgelerde tarım ve hayvancılık faaliyeti yapılırdı. Fabrika gibi büyük işletmeler yoktu. Halk kendi ihtiyacına uygun miktarda üretirdi. Çalışma günleri ve saatleri üretime göre olduğu için kalan vakitler ismi konmasa da tatil olarak adlandırılabilirdi. İnsanlar tabiattan kopmuyordu. Tüm gün bir odada sıkışmıyordu. Hayatları mesai saatinden ibaret olmadığı için fiziksel ve ruhsal yorgunluklarını günlere yayarak iyileştirebiliyorlardı.

Şehirde ise üretim çoğunlukla zanaat üzerinden ilerliyordu. Bireyler kendi adına çalışıyor, yanında çalıştırdıkları insanlar ile ilişkileri usta-çırak şeklinde ilerliyordu. Bu şekilde hem eğitim veriliyor hem üretim yapılıyordu. Tatil günlerine çırağın ihtiyacına binaen usta ile karar veriliyordu.

Hem dönem hem dünya değişti. Üretim kolaylaştı. Bu, avantajlara yol açtığı gibi dezavantajları da yanında getirdi. Aslında bu durumu olumsuza çeviren yine insanlardı. Üretim kolaylaştıkça kimse az ile yetinmedi. Herkes daha çok istedi. Ve dünyaca tüketim toplumuna, doğayı yalnızca pencerelerden izleyebilen kölelere dönüştük.

Şimdi ise tüketim toplumu olmamızdan kaynaklı her şeyi çabuk ve anında istiyoruz. Çok hızlı tüketiyoruz. Tükettikçe tükeniyoruz. Bu, oluşturduğumuz şehirler için de geçerli. İşverenin önem verdiği en büyük etkenler maliyet ve zaman. Tabi ki bu etkenler dikkat edilmesi gereken unsurlar. Fakat odak noktası yalnızca bunlar olunca girilen yarış, sarf edilen rekabet ve buna bağlı olarak feragat edilen hususlardan dolayı yapı, sanat eseri değil geçici bir modanın ürünü oluyor.

Bu değişim kısır döngü şeklinde ilerliyor, tabiattan koparak tabiata hasret yaşıyoruz.

Eserin tabiat ile imtizacı

Günümüzdeki çalışma şartları ve imkânlarının zorluğu yadsınamaz bir gerçek. İyileştirilebilir fakat dinlenmek için yeterli olur mu tartışılır. Çünkü gözlerimiz sürekli yeşili arar, kulaklarımız mavinin dalgalarında dinlemek ister. Şartlar değişmiyorsa insanın ihtiyacına uygun tadil yerlerinin inşası gerekir. Bu anlayışta yapılmış bazı tatil köyleri mevcut. Bunlardan biri de Amanruya Oteli. Bir labirentte kaybolmuş gibi heyecanlı, organik mimarisiyle insanı kucaklayacak kadar güven veren. Zıt malzemeleri bir araya getirip bütün oluşturabilecek kadar sıra dışı, câmid malzemelerden canlı oluşturulmuş gibi dinamik. Tıpkı insan gibi. Tıpkı tabiat gibi.

Yapıyı betimleyecek olursak sade bir giriş karşılıyor sizi. Kot farklılıkları ile kademelendirilerek yavaşça yukarı çıkarıyor. Antik bir kentin sokaklarında yürüyor hissine kapılıyorsunuz. Sosyal alanlar büyük havuzun etrafında konumlanıyor. Fakat hepsi kendine has bir üslupla. Sanki o topografyada hep varmış gibi. Fikrimce siluetteki en uzun binanın kütüphane olması tesadüf değil. Bilgenin yüceliğine atıf yapıldığı bir metafor. Ağaçların yerine göre konumlandırılan 36 adet oda mevcut. Aslında hepsi küçük birer ev. Deniz manzarası için zorlanmadıkları, bulundukları yere göre yönelen alanlar.

Kullanılan malzemeler ve teknikler yerel mimaride sıkça gördüğümüz örnekler. Bu yapı topluluğunu farklılaştıran ise kendine has yorumlamaları. Örnek verecek olursak; su borusu olarak kullanılan barbakanlar (toprak künk) burada özgün bir duvar yorumuyla karşımıza çıkıyor. Işığın içeri süzülmesi adetâ bir rüya sahnesi gibi. Türk hamamlarında sıkça aydınlatma delikleri olarak gördüğümüz fil gözü burada, odaların banyo tavanında kullanılıyor. Derzlerde elenmiş toprak yerine şamot yani öğütülmüş tuğla tozu kullanıyor. Mevcut metodu geliştirerek yağmurlarda oluşabilecek derz zayıflığının önüne geçiliyor.

Tabiatı taklit etmek yerine ondan ilham aldığı için dostmuş gibi doğayla samimi. Ona benzemeye çalışmıyor, meydan okumuyor. Fakat şahsiyetiyle buradayım diyor. Selvileri, sakız çalılarını, asırlık zeytin ağaçlarını koruyarak var oluyor. Yerin sahibini kabullenerek zarar vermeden kendine de yer açıyor. Bu anlayışla yapılan doğayla bütünleşen yapılar gerekiyor topluma. Belki o zaman zihnimizi dinlendirebilir ve üretimlerimizde öne çıkan unsur nicelikten ziyade nitelik olur.

Banu Beyza Er

YORUM EKLE