Namazdan çıkıyoruz, sabah namazı. Yaşlı amcalar sol ayaklarıyla çıkıyorlar camiden. Dillerinde dualar… Dudakları daima bir şeyler için kıpır kıpırdır zaten. Ta bilmem kim hocanın çok evvelden öğrettiği dualar vardır dudaklarında.
Ufka doğru bakmak için cami kapısından çıkıp birkaç adım atmak, komşu bahçedeki incir ağacının hizasını geçmek gerekiyor. İçlerinden diğerlerine göre daha da ileri yaşta olanları ufka bakıp tekrar önlerine, basacakları yere döndürüyorlar bakışlarını. Hareketlerinde her gün yapılan ama hiç de sıkılınmayan bir dinginlik, belki de bir sabah namazını daha cemaatle camide kılmanın huzuru. Neye niçin bakıldığını bilen, soracağı sorunun cevabını bilse de sorar: “Hacı emmi guyruk doğuk mu?” Kuyruk yıldızı deniliyor Ülker yıldızına, Çoban yıldızına.
![]() |
(+) |
Daha başka birçok şeyin nedenini bilmesem ve bir anlam veremesem de, anlam veremediğim ve bilmediğim bir şey de Ülker yıldızının bir adının da Kuyruk yıldızı olmasıdır burada. Bu Kuyruk yıldızı önemli; sabahın serinliği olsa da eğer Kuyruk doğmamışsa geceler serin olmaz. Kuyruk sol taraftan doğup da parıldamaya başladı mıydı artık, geceler serin olacaktır. Bu da sıcak coğrafyamız için bir teselli, bir müjde…
Ahmediye Sarığı giyen, sakallı, nur yüzlü güzel amcalar kış günlerini başka hesaplıyorlar
İşte böyle. Sakallı, nur yüzlü, tespihi her daim yanında, kimisinin başında “Ahmediye sarığı”… Hâlâ başka bir zamandalar. Onlar için yaz başka güzel, kış başka. Mesela ben onlardan öğrendim başka bir kış hesabının olduğunu. Onlara göre de kış doksan gün sürüyor. Ama bazı farklarla. Örneğin evlerde daha sobalar yokken her gün için bir kütük hazırlanırmış; doksan gün kışa doksan kütük.
![]() |
(+) |
Her şeyin bir sebebi var. Her şey bir hikmete raptedilmiş. “Karakış on gün sürer” diyor. Doksan günün on günü karakış, kırk gün zemheri ama ‘zahmeri’ diyor bu güzel insanlar, zahmeriden sonra kırk gün de ‘zahmeti’ sürermiş. Zahmeti, on iki buçuk gün ‘deve’, on iki buçuk gün ‘bela’, on iki buçuk gün ‘söğüt’ ve iki buçuk gün de ‘aba’ günlerinden müteşekkilmiş.
‘Deve’ denilen günler hakkında şöyle bir rivayet bulunuyor. Birisi, babasının tavsiyesine uymayıp sefere çıkar. Babası gitmemesini söyler ama nafile. Oğluna, “eğer çok soğuk olursa devenin birini keser, karnına sığınırsın” diye tembih eder. İşte “deve günleri” rivayete göre ismini bu yolculuktan alır. Sakınılası günler bu günler. “Bela” ise devenin içindeki zâtın, “artık soğuk, rüzgâr durdu mu acaba” diye başını olduğu yerden çıkarmasından sonra söylediği sözdür: ‘Bela’ymış taman.’ “Söğüt” ise artık baharın müjdecisi söğüt ağaçlarının sürgün verdiği günler. “Aba”, artık sırtta aba olmak şartıyla, dışarıda yatılabilecek günlerin adı.
Muhammediye, Ahmediye, Mızraklı İlmihal okunur ve tabi ki şapka giyenden hazzedilmez
![]() |
(+) |
Bunları Hatay’ın Hassa ilçesinin Kızıllar (Bademli) köyündeki amcalardan öğrendim. Bu amcalar Ahmet Haşim’in ‘Müslüman Saati’ yazısındaki vakitleri yaşıyorlar adeta. Hayatlarının merkezinde cami var. Bu amcaların birçoğunun evine televizyon ancak torunları eliyle girmiştir. Muhammediye’yi, Ahmediye’yi, Mızraklı İlmihal’i, Karabaş Tecvidi’ni, Emsile, Bina, Maksud’u en azından duymuşlar, bunlardan beslenenlerden öğrenmişlerdir hallerinin ilmini.
Cenk dinlemişler, Hazreti Ali’nin kahramanlıklarıyla cûşa gelmişler, Hazreti Yusuf için Yakup misali gözyaşı dökmüşlerdir. Ben de dâhil bir çoğumuzun yaptığı gibi gece geç vakte kadar oyalanmazlar, ‘yatsı vakti’ adı üstünde yatmakla ilgilidir. Sabah namazından sonra kendileri eve ulaşana kadar ev halkı bazlamaları pişirmiş, çayı demlemiş, sofrayı kurmuştur. İş olsun olmasın güneş yatakta değil, ayakta karşılanır bu amcaların evlerinde.
![]() |
(+) |
Evlerinde israf olmaz, her şey en son hayvanların yararlanacağı hale kadar kullanılır. Bunun için mutfak çöpü de olmaz neredeyse. Evleri pırıl pırıldır. Koltuk takımı, köşe takımı falan olmaz evlerinde; bolca huzur vardır kiremit, somya dedikleri tahtadan çakılmış, üzeri cömert yastık ve yataklarla serili şeylerin üstünde. Hezenler getirmişlerdir eskiden ev yapmak için, belki de tek tek her hezenin bir hikâyesi de vardır sorsanız, topraktır damları.
Çoluk çocuk çoğalınca ek olarak yaptıkları beton odalarda gelinleri oturur genelde. Kendileri toprak damlı ‘içerde’ sandıkları, pârâ dedikleri eski tip şömine denilebilecek ocaklı odalarda ama artık kömür sobası yakarak otururlar. Abdest suları sobanın üstündedir. Ve abdestlerini ibrikle alırlar.
Dertleri yok mu? Var elbette. Torunlarının namaz kılmamasından yakınırlar. Gençlerin duyarsızlıklarından. Günahlara alışmadıklarından hâlâ hayret makamında yaşarlar. Ben inanıyorum ki dünya bu gibi güzel insanlar sayesinde dönüyor; namazlarını bitirip, seccadelerinin kenarını kıvırıp elleri semaya açılmış halde ettikleri dualar kurtarıyor bizi. Farkında olmasalar da bu amcalar sanki sınır bekçiliği, hudut nöbeti tutan erler gibi benim nazarımda. Bilmem yanılıyor muyum? Allah emsallerini arttırsın, duaları üstümüzden eksik olmasın.
Halil Arslan yazdı
Allah razı olsun.. Aldınız götürdünüz beni buralardan... İyi ki o amcalar ve nineler hala varlar ve iyi ki sizler gibi yazanlar da..İmrenen kalmış mıdır böyle hayatlara.. emin değilim.. ama kendi adıma gıpta ettim, bir ah çektim doğrusu..