Müslüman saati ve Osmanlı İstanbul'unda 'gece'

Beşir Ayvazoğlu’nun ‘Geceleyin Dersaadet’i, umuru olan bir kültür ve irfan adamının yıllar içinde tuttuğu notlardan, münhasıran yazdığı nesirlerden oluşan billûrdan zengin hayallerin dimağımızda hoş rayihalar bıraktığı özenli bir çalışması. Arif Akçalı yazdı.

Müslüman saati ve Osmanlı İstanbul'unda 'gece'

Türkçenin zarafetini, inceliğini, nümayişini akça pakça haliyle resmeden bir geleneğin nicedir ekmeğine yağ süren yok! Yok, şimdi kalkıp da netameli mevzuların hardallı bayramlar görmüşlüğünden bahse tutuşacak değilim elbette, o faslı diğer. Türkçenin zarafeti, inceliği, nümayişi yeni bir dünyaya uyanan Türkiye’nin kayıp hanesine binler teessüf ki geride bıraktığımız yüzyılda yazıldı hâlihazırda. Bir çeşninin edebiyat bağlamında lezzetine susayanlar için Türkçenin kadirşinaslığı ortada; lakin birer birer hayatî uzuvlarını kaybeden devletlûnun memnuniyet namına beşuş çehresi de çevresi de sırıtkan sefirlerle çevrili. Pat diye söylemeli, eh be birader Türkçenin eski tadı yok yani!..

Dallandıralım ki rengimiz belli olsun; çeşitli yayınevlerinin tecimi ısrarla göz ardı eden hamleleri sayesinde unutulan nice güzide eser yeni okurla hasbıhal eyliyor şimdilerde. Eyliyor da mevzu ile alakalı -yekûnu alt paragraflarda sıralanacağı üzere- gündüzden şikâyetçi, geceden sitayişle bahseden kalemler edebiyatımızdan çekileli beri, gecenin sahibini gündüz ikamet eyleyenlere icara verdik! Verdik de ne oldu; Batı’nın gündüze övgüler düzen kalemleri, sözde geceyi horlayarak bir çeşit intikam histerisi eşliğinde Doğu’nun geceyi efsunlayan kapısını aşındırmış oldular. Neydi peki bizi geceye ram eden esas mevzu?

Osmanlı İstanbul’u ve gece bahsi

Gelelim bir kalem… Kültür faslının ‘ruh öznemize has’ esaslı fotoğraflarını çekerek ruhlara ziyadesiyle önemli bir hat çizen Beşir Ayvazoğlu üstadımız, kaleminin künhünü, bu defa müstakil bir ayrımın gözden kaçan inceliğine verdi de ne iyi etti. Asırların içinde, zengin bir temaşayı minyatür, hat, tezhib babında gözlere ve dimağlara ziyafetle muktedir ecdad, gecenin hayrından gündüzün şerrine sığındığı demlerde Avrupa, yeni bir çağa uyanmıştı bile. Şehirleri inceden inceye süsleyen elektrik, aydınlanma çağının geceyi gündüz yapan karakterini Avrupa açısından analiz etmiş, darısı başımıza diyerek şayiası ile yetinen yine biz olmuştuk. Gecemizle birlikte esaslı bir saatimiz vardı ve o gecenin kimliğimiz halinde yakamıza yapışan ve yakışan tarafında yaşıyorduk halimizce. Geceyi kutsadığımızdan değil, bilakis kutsalın gecede olduğu bilincini taşıdığımızdan korku ve ümit arasında gidip geliyorduk.

Meseleye bu hat üzerinden yaklaştığı aşikar Ayvazoğlu’nun. ‘Geceleyin Dersaadet’, umuru olan bir kültür ve irfan adamının yıllar içinde tuttuğu notlardan, münhasıran yazdığı nesirlerden oluşan billûrdan zengin hayallerin dimağımızda hoş rayihalar bıraktığı özenli bir çalışması. Her ne kadar mezkur çalışmanın mihengi ‘gece’ ve ‘dersaadet’ kelamıyla mühürlenmiş zannedilse de esas itibarıyla üstadımız, meseleyi bir medeniyetin unutulmuş tadlarına atıflarda bulunarak daha sarih hale getiriyor. Bu bağlamda Osmanlı İstanbul’unu, şekil şemail bir tarafa, gece bahsini Anadolu kaynaklı mitlerin, efsanelerin, destanların, masalların emzirdiği bütünlükten bütünüyle ayrı olarak değerlendiriyor. Nasılı şu ki, edebi tadların arasına karışmış medeniyet pratiğimiz açısından Tanzimat sonrası ‘aydınlanma’ fikri irfan ehlinin kıtmirliğine rahmet okuttu. O güzelim yer sofralarının, haminnelerin, sobaların, masalların, oyunların tadını çocukluğa seren zamanlarda havagazı bozdu evveliyatında abdestimizi. Havagazıyla aydınlanan sarayların, köşklerin, konakların, sonrasında evlerin ve dahi sokak ve caddelerin intizamsızlığı kısa sürede sıyrıldı cildimizden. Düşünülenin aksine, teknoloji harikası buluşlarla aramız gayet iyidir, laf aramızda.

Geceye sığınıp da abidlerin secdeye vardığı, gönüllerin rahmet ikliminde duaya durduğu, abd olmanın iştiyakı ile gözlerden yaşların süzüldüğü asırlarda küffarın hacet sonrası temizlik için taşı dahi akledemediği kayıtlarda mevcut iken bu ısrarlı ‘aydınlanma’ düşüncesinin sebebi ne ola ki? Ahmet Haşim’in ‘müslüman saati’nde özlediği, arzuladığı, istediği dünyayı, Ayvazoğlu ‘gece’ aralığında unutulmuş ne varsa yeniden detaylandırma çabasına girerken mahsun bir mahçupluğu kundaklıyor aramıza. Diyor ki: “Bu saat, Haşim’e göre, iptidaî ve hatalı da olsa hatıralarımızın kudsî saatiydi. Modern saatin kabulü ve ezanî saatin camilere, türbelere ve muvakkithanelere terk edilmesi, hayata bakışımızı derin bir biçimde değiştirmiştir. Eski saatler babalarımızın öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği, ordularımızın zaferler kazandığı saatlerdi. Modern saat, hayatımızı bozup onu başka bir ilkeye göre yeniden düzenleyerek ruhlarımız için tanınmaz hale getirdi.” Meselenin hülasası budur ki ötesi sayfalar arasında edebiyat eğlencesi.

Gece, dindarların, tasavvuf ehlinin, secdeye varanların, duaya duranların sığındığı cesim bir kaleydi

“Gecenin dili” diyor üstadımız, gecenin dilinin kadim zamanların ardından elektriğin Dersaadet’e girişiyle birlikte hiçbir zaman bozulmadığını, aksine suyun ve gecenin mehtap âşıklarınca bir lisan haline getirildiğini söylüyor. Zira geceye doğranan avazların haydutlar, hırsızlar, karmanyolacılar tarafından değil, aşksızlar eliyle susturulduğunu belirtiyor. Geceyi bu yönüyle kadim zamanların bir örtüsü sayabiliriz. O zamanlar ki mezkûr eserde bahsi geçen Ahmet Rasim, Ahmet Haşim ve Ahmet Hamdi Tanpınar üçlüsünün billûrdan bir Türkçeyle destanlaştırdıkları eserlerde son demlerini yaşadılar. Daha evveliyatı ise divanlar arasında tozlanıp durdu asırlar boyunca.

İstanbul faslının geceye dönen yüzünde akşamın gelişiyle birlikte karanlığın kapılarının açıldığı, bütün aile efradının bir mangal yahut soba etrafında halelenerek masalların, destanların, hikâyelerin sırlı dünyasına misafir olunduğu zamanların varlığı söz konusuydu. Gece çünkü dindarların, tasavvuf ehlinin, secdeye varanların, duaya duranların sığındığı cesim bir kaleydi. Yazık ki sözde ‘aydınlanma’nın, ‘ışık’ın, evlere ve dergâhlara kadar uzanan yolculuğu içinde çerağ söndürüldü; ona hürmeten uyandırılmadı bir daha. Aslında bir düşüncenin, anlayışın, yerleşik alışkanlıkların büsbütün değişmesiyle neticelenen bir keşif değildi ‘kuvve-i elektrik’. Avrupa görmüş yerli aydınların farkına varmaksızın arzuladıkları ‘aydınlanma’ isteği, kadim geleneğin hayal edilene nisbetle müdafaa halinde yer buluyor olması dahi bu gerçeği değiştirmedi.

‘Geceleyin Dersaadet’, şehrengiz bahsinin şehir tarihçileri elinde önemli bir ayrıntısını oluşturabilir bu yönüyle. Zira üstadımız bu bahsin kıyıda köşede kalmış nesnelerini, unutulmuş, unutturulmuş ve sadece düşüne yatılmış gelenekle yeniden hatırlatıyor ki unutabilene aşk olsun.

Arif Akçalı yazdı

YORUM EKLE