2. Abdülhamid’in Hafiye Teşkilatı kitabına dair bir yazı yazmıştım ve Teşkilat-ı Mahsusa öncesi istihbarata dair bir merak içerisindeydim. Doç. Dr. Emrah Safa Gürkan, Sultanın Casusları (16. Yüzyılda İstihbarat, Sabotaj ve Rüşvet Ağları) kitabı ile bu merakımızı dindirdi. Hatta dindirmekle kalmadı, tarihe bakış açımızı değiştirmeye yardımcı oldu.
Biz Türklere göre yüce ecdadımızın her bir ferdi din ü devlet için canla başla çalışmış; mevkide makamda, parada pulda gözü olmamıştır. Doğal olarak istihbarat da bu yüce gayeye hizmet etmiştir. Her muhbir, her casus ve bunların bağlı oldukları kişiler (ya da kurumlar) olağanüstü yaratıklardır. “İnanılmaz” derecede ahlaklı, “inanılmaz” derecede zeki, “inanılmaz” derecede kuvvetli, “inanılmaz” derecede kudretli, “inanılmaz” derecede inançlı, “inanılmaz” derecede sadık insanlardır. Bu “inanılmaz”lara inanmayı sadece ideolojik yobazlar ya da rasyonaliteden ve tarihten bihaber insanlar başarır. Bu başarının en büyük işareti de Emrah Safa Gürkan’ın Twitter adresinde yazdığı gibidir: “Millete tarih anlatırım diye doktora yaptım, hoca oldum, arşiv arşiv dolaştım, yazdım vs. elime geçen sadece milletten tarih dinlemek oldu.”
İnsanımız bilgi sahibi olmadan, uzmanlaşmadan, yorumlama yeteneğine sahip olmadan ahkam kesmeyi çok sever; hele ki konu tarih olunca… Bu durum belki de yine Gürkan’ın dediği gibi “Osmanlı’nın kendini dünyanın merkezinde görmesi” ile de alakalıdır. Kendini her açıdan büyük gören ve hep tepeden bakan bir âlî devletin torunları, ufukları daralsa da ve bakış açıları küçülse de veraseti devralmışlardı. Bu açıdan, gözümüzü açmaya teşebbüs eden ve Osmanlı’nın dışarıya bizim kadar kayıtsız kalmadığını anlatmaya çalışan Suraiya Faroqhi’nin Osmanlı İmparatorluğu ve Etrafındaki Dünya kitabını burada anmalıyız. Gürkan, Sultanın Casusları kitabında Faroqhi’nin yazdığı konulara direkt temas etmese de kitapta Osmanlı İmparatorluğu özelinde Akdeniz coğrafyasındaki pek çok kişinin, kültürün, siyasetin, dinin ve nihai olarak istihbaratın iç içe geçmiş olduğunu, geçişken olduğunu görüyoruz. Akdeniz’in bir karşılaşmalar bölgesi olduğunu, sınırların vehmedildiği kadar kesin olmadığını anlıyoruz.
Sokollu Mehmet Paşa’nın casusu olan Lener
İstanbul sokaklarında İspanyolca öğrenen ve Salerno’da esir düşen Bursalı sipahi, devleti savaşa sokmak için türlü numaralar yapan kaptan-ı derya, Müslüman olup İstanbul’da gününü gün ettikten sonra Hıristiyan olup Avrupa’ya göçen soylular… Tüm bunlar insanı şaşkınlıktan şaşkınlığa sürükleyebiliyor. Kitabın en ilgi çekici bölümünün birbirinden renkli casusların hikayelerinin anlatıldığı bölüm olduğunu söyleyelim. Bu bölümden bir örnek olarak Marxeben Lener’i verebiliriz. Sokollu Mehmet Paşa’nın casusu olan Lener, Erdel’in Braşov şehrinde doğar. Bir şekilde Müslüman olur, İstanbul’da evlenir. Öylesine yeteneklidir ki, Kutsal Roma Germen İmparatoru II. Maximilian’ı güya Osmanlı aleyhine türlü vaatlerle kandırır ve imparatordan para koparır. Daha sonra İslam’ı terk etmek bahanesiyle Napoli’ye gider ve kral naibinin maiyetine girmek ister. Buradan sonraki planı da sırasıyla Roma’ya, Venedik’e ve İspanya’ya geçmektir. Buradan İstanbul’a, Osmanlı’ya raporlar ve istihbarat gönderecektir. “Kabiliyetli bir geveze” olan Lener, kumara ve şaraba düşkündür. Almanca, Macarca, Ulahça, Venedikçe ve Türkçe bilir. Lener’in tecrübesine ve donanımına rağmen karşı tarafın da -tabiri caizse- eli armut toplamamaktadır. 1575’de Napoli’de casusluk şüphesiyle gözaltına alınır. Çok dil bilmesi şüpheleri arttırır. Sorgusunda yalanları tespit edilir. Akıbeti ise belli değildir çünkü arşivde kendisinden buraya kadar bahsedilmektedir.
Casuslar “kullan at” cinsinden bir insan kaynağı değildir
Emrah Safa Gürkan’a göre Osmanlı Devleti’nde casus seçimine dair merkezden belirlenen tek özellik casusların “yarar” olmasıdır. Bu yüzden her cins insan casus yapılabilir; tıpkı Endülüslü eski Müslümanlar olan müdeccel/ müdeccen/ mudejarlar gibi. Müdeccellerin “native” olarak yabancı dil ve Hıristiyanlığı bilmeleri büyük bir avantajdır. Aynı şekilde mühtediler de Avrupa’da en çok kullanılan casuslardır. Tabi mühtedilerin ölüm riski daha yüksektir çünkü Avrupa’da engizisyon diye bir mahkeme vardır. Engizisyon, ömrünün bir döneminde Hıristiyan olanları yargılama yetkisine sahiptir. Bunu bilen mühtediler yakalandıklarında doğuştan Müslüman olduklarını iddia etmektedirler. Bir kısmı Müslümanlar’ın elinden kurtulmak için İslam’a girdiğini, sonra hemen Hıristiyanlığa geri döndüğünü söylemektedir. Muhtemelen kısa bir müddet bunlara inanan casus avcıları, sonraları bu kandırmacalara doydukları için inanmamışlar. Mühtediler de engizisyonda ölümle karşılaşmışlar.
Kitapta değinilen casus hamileri içinde en hayranlık uyandıranlardan biri hiç şüphesiz Sokollu Mehmet Paşa’dır. Sicilya, İspanya ve Almanya, Paşa’nın istihbarat ağındadır. Paşa, Galata’da dükkanı olan bir mudejar vasıtasıyla Kuzey Afrika’dan düzenli olarak haber almaktadır. Bir Felemenk’i, Hollanda İsyanı’ndaki gelişmelerden haberdar olmak için Anvers’e gönderir. Casuslar genelde de, Paşa özelinde de “kullan at” cinsinden bir insan kaynağı değildir. Kıbrıs Savaşı’ndan sonra Venediklilerle tesis edilen barışa binaen esirler değiş tokuş edilir. Venedik ise elindeki Hersek Novili Mahmud’u salmaz. Sokollu’nun ısrarına karşın Venedik, Mahmud’un savaştan önce esir düştüğünü; bu yüzden de savaş sonrası esir değiş tokuşuna dahil olmayacağını bildirir. Sokollu yıllarca casusunu kurtarmak için uğraşsa da, 1579’da öldürülmesi Mahmud’un ecelini de beraberinde getirecektir.
Her makam sahibinin kendine özel bir casus ağı vardı
Gürkan’ın bulgularına göre Osmanlı merkezi hükümeti, taşradan gelen haberin içeriğiyle ilgilenirdi; haberin nasıl alındığıyla değil. Ele geçirilen şahıslardan işkence ile haber alınıp alınmaması merkezi ilgilendirmiyordu. Bu gaddarlık sadece dil alınanlara değil, kendi tebaasına da uygulanabilirdi. Örneğin 1568’de muhtemel bir ayaklanma ya da istihbarat olayı korkusuyla Amasya’da, Safevi elçisi vasıtasıyla Şaha para gönderenlerin yakalanıp öldürülmesi emredilmişti. Emrin uygulanabilirliği için de iş kitabına uydurulmuş ve “yol kesme, adam öldürme, hırsızlık” gibi sebepler öne sürülmüştü.
Osmanlı’da casuslar sadrazamdan başlayarak aşağı doğru giden bir bürokrat elite bağlıydı. Şehzadeler, beylerbeyleri, sancakbeyleri, bilhassa kaptan-ı deryalar, casuslara sahipti. Hepsinin makamına ve görevinin önemine göre bir casus ağı, mikro bürokratları ve avanesi vardı. Bunlardan, Osmanlı’da merkezin istihbaratta bir koordinasyon ve denetleme rolü üstlendiğini; casus hamilerinin ise istihbaratları ayıklayarak merkeze ilettiğini anlıyoruz. Elbette burada da şahsi çıkarlar veya bakış açısı farkları devreye giriyordu. Bu yüzden merkeze eksik veya yanlış istihbaratlar gönderildiği de oluyordu. Buradan yola çıkarsak; 2. Abdülhamid’in kendine özel istihbarat ağı var diye Mahmut Celalettin Paşa’ya kızması ve bu ağı kendi üzerine devralması ve direkt merkeze bağlaması aslında bir devrin de sonudur diyebiliriz herhalde.
Anadolu’nun ortasında istihbarat toplayan şeyh
Kitaptaki Tımarlı ve Ulufeli Casuslar bölümünde yerel yöneticilerin ve ekabirin casuslara yaptığı ödemeleri bilmediğimizi fakat merkezi hükümetin yaptıklarının bir kısmının kaydının olduğunu öğreniyoruz. 1503-1527 yıllarına ait bir inamat defterinde casuslara direkt saraydan verilen maaşlar gösteriliyor. Burada benim dikkatimi çeken bir husus, Emrah Safa Gürkan bunun üzerinde durmasa da, casuslardan ikisinin “şeyh” olmasıydı. Bu şeyhlerden birinden bahsedilmese de, diğeri Anadolu’da görev yapıyor. Şehzade Ahmed adına İsfendiyar bölgesinde haber toplayan şeyhe, 3000 akçe ödeme yapılmış. Şeyh böylelikle ödeme listesinde ilk sıraya yerleşmiş. Tekkelerin serhad boylarında bir istihbarat merkezi, sufilerin küffar diyarlarında bir casus olduğundan bahsedilirdi fakat memleketin ortasında istihbarat toplayan şeyhi ilk defa duymuş oldum. Şeyhin istihbarat faaliyetlerinde bulunması din ü devleti birbirinden ayırmayanlar için tevil edilebilir olsa da, bu işin akçe ile, hem de yüksek bir akçe ile ifa edilmesi çok garip gözükebilir. Fakat evliyaullahın uyardığı üzere şeyh ve mürşid-i kâmil birbirinden farklıdır. Bir takım meşayıhın tasavvufa aykırı işler yapması asırlardır süregelen bir realitedir. Bu yüzden beş yüz sene önce yapılan bir şeyin bugün de yapılmadığını düşünmek safdillik olur sanırım.
Keyifle okuduğum bu kitapta o kadar çok kişi ve olay var ki; bir yerden sonra isimleri, tarihleri ve konu akışını karıştırarak okumaya devam ettim. Bazen gerideki sayfalara ve isimlere yapılan atıflarla beraber benim için kitabın yer yer yorucu olduğunu itiraf etmeliyim. Fakat bu yorgunluğun kitaptan aldığım zevki etkilemediğini de eklemeliyim. Yaptığı eşsiz ve kıymetli çalışma için Emrah Safa Gürkan’a çok teşekkürler.
Ömer Yüceller