Kaybolan mektup kültürümüz

Gurbetnâme’deki mektupları yazan kalemler tahsil olarak edebiyattan gelmiyor. Ama her mânâda edeb nedir edebiyat nedir bu mektuplarda görüyorsunuz. Bir taraftan seviniyorsunuz hiç olmazsa kayda geçmiş diye. Diğer taraftan üzülüyorsunuz bu gelenek nasıl oldu da sadece mektuplarda, hatıralarda kaldı diye. Kâmil Yeşil yazdı.

Kaybolan mektup kültürümüz

Süheyl Ünver ismini ilk kez 1978’de ortaokul talebesi iken duydum. Türkçe ders kitabımızda “Türklerde Çiçek Zevki” adlı bir denemesi vardı. Süheyl Ünver, Türklerdeki çiçek tutkunluğunu anlatıyordu: “Eskiden ne kadar güzel yazma kitaplarımız vardı. Bunları, bakınız, neden severim: Bir defa elle yazılmıştır. Sonunda, yazanın imzası vardır. Kim olduğunu ve yazdığı tarihi öğrenirim. Cildine bakarım. Yapanın im­zası yoktur, lâkin meçhul sanatkârını hayırla anarım. Sayfalarını karıştı­rır, temiz ve pürüzsüz altın cetvellerine, noktalarına, başlarına ve başlık tertiplerine bakar, hayran olurum; içim açılır. Son sayfasına baka­rım. Boş bir yer kalmış, kitabı süsleyen, oraya çiçeklerden bir buket yap­mıştır. Buna bayılır ve bakmakla doyamam. Bu, ne asil Türk zevkidir!” diye hayranlıkla biten cümleler vasıtasıyla bizde de aynı hayranlığı uyandırmaya çalışıyordu.

Fakir komşuda da vardı çiçek zevki, Topkapı Sarayı'nın duvarlarında da. Yatak odasında, oturma köşesinde, yemek yenen yerde, tek veya buket halinde serpilmiş veya saksılarda hep çiçeklerimiz vardı. Müzelerde, yerli kumaşlarda, oyalarda, çevrelerde, yas­tıklarda hep o vardı: “Çünkü bu devir, Türklerin yüzyıllar süren çiçek bayramıdır. Genç kız bunu işler, uğru açılır; ev yapan duvarlarını süsler! O dünya mekânının yanmayacağına inanır. Ressam onu yaparsa sıkıntı görmez. Müzehhip kitabının sonuna korsa ona bir eser daha yap­tırırlar. Bu, ne güzel ve olgun kafaya yakışır, ne yüksek inanıştır! Şairler onu terennüm eder, bülbüller onun için öter. Bu ne asil Türk zevkidir! Kütüphanelere giderim, kitapları elden geçiririm, Türk ciltleri kendilerini kapaklarındaki çiçeklerle, buketlerle beli eder. Dergilere bakarım, aralarında çizgi veya az bir renk ile be­raber de olsa, yine onlardan bulurum. O zaman düşünürüm ki, Türk, çiçeği yalnız saksıda görmeğe alışmış değildir. Onun resimleriyle de odalarını ve kitaplarını süslemiştir. 1948’de Salon Dergisi’nden alınan bu yazıdan anlamıştık ki yazar da aslında bir ressamdır, bir mücelliddir, müzehhiptir. İçindeki çiçek zevkini bize duyurmak istemektedir.

Allah’ın nasipli kulları

Bu metinden sonra Süheyl Ünver’den başka metin okumadım. Yıllar sonra onu Mahir İz’in Yılların İzi adlı hatıralarında gördüm ve bir daha sevdim. Gerçi talebesi merhum Dr. Emin Acar ile hatırasını ara sıra yad ettiğimiz, Tıp Tarihi kitabını karıştırmışlığımız vardır. Şimdi elimde Süheyl Hoca’nın dostu ve talebesi Uğur Derman ile mektuplaşmalarından oluşan Gurbetnâme adlı kitap var. Uğur Derman bizim hafızamıza Mahmud Yazır’dan yayına hazırladığı Kalem Güzeli ve Mahir İz’in hatıraları vesilesiyle girmişti. Şimdi bu mektuplar vesilesi ile ona da gıpta eder olduk. Dedim ki kendi kendime Allah’ın ne nasipli kulları var. Arkadaşları âlimler, arifler, şairler, Allah dostları. Edep erkân onlarda. Nezaket, nezahet, tevazu, rikkat, dikkat onlarda. Söz ehliler. Nükte yapıyorlar ve fakat malayaniye düşmüyorlar. İnsan insanın gölgesinde yetişir dedikleri de budur zaten. Gurbetnâme bu anlamda tam bir meşher. Edeb, erkan, tazim, tevazu, bilgi, şiir, anekdot meşheri. Bu tür hatıra kitaplarının önemini artıran zaten bu değil mi. Bu mektuplarda geçen bir sözü, bir kelam-ı kibarı, bir şiiri, bir fıkrayı, bir ayrıntıyı başka yerlerde bulamazsınız.

Mesela boğaz köprüsü yerine denizin altından daha ucuz maliyetle tünel yapma teklifini yapan mühendis bu teklifi yaptığında yıl 1958’dir. Ancak bu söz dinlenmemiş ve bir değil birkaç köprü yetmez hale gelmiştir. Bu İstanbul Süheyl Ünver’in, Yahya Kemal’in, Mehmet Akif’in İstanbul’u değil. Uğur Derman Hoca adım adım gezdiği İstanbul bu değil. Hattatı, metnin sonuna koyduğu noktanın şeklinden, anlayan adam var mı şimdi? Yok. Ama Gurbetname’de var. Mektuptaki satırlarda kendisine geldiği esnada telefonla alo diyen Allah dostunu başka yerde göremezsiniz. Hat tarihinden biraz haberdar olan Necmeddin Okyay, Yesarizâde, Rakım Efendi, Sami Efendi isimlerini duymuş olabilir. Acaba Mustafa Cafer’ül İspençiyari’yi kimdir bilen duyan var mı?  Gurbetnâme’yi okumadan bilemezsiniz. Tıpkı bir kelimenin okunuşu ve anlamının peşinden koşan heyecanı bulamayacağınız gibi. Acaba bir kıtadan daha yaşlı olan hatlar, el yazma kitaplar, tuğralar nasıl olur da kendilerinden daha genç bir ülkede olabilir? Kuşadalı İbrahim Efendi’nin mektupları ABD’ye nasıl gitmiş? Irak’ı işgal sonrası yağmalayan ABD bu ülkenin manevi zenginliklerini nasıl yağma etmişse öyle gitmiştir tabii ki.

Kaybolan kadim gelenek

Gurbetnâme’deki mektupları okuyunca kaybolan bu kadim kültürümüz için hayıflandım. Mektup türünün geleneğinin ilahi vahiy ile başladığı düşünülürse bunun ne demek olduğu daha iyi anlaşılır. Belkis, tahtının üstünde bir mektup buldu, hidayete kavuştu. Bizans’a, Kisra’ya, Mute’ye giden tebliğ mektupları, Efendimizin bir sünnetine de işaret eder. Mektûbât-ı  Rabbâni, Mektûbât-ı Esâd (Erbili) vs. Bütün bunlar bize mektubun neden tarihi bir belge, bir irşad vasıtası olduğunu gösteriyor. Gurbetnâme’de hem irşad hem edebiyat hem tarih var.

Gurbetnâme’deki mektupları yazan kalemler tahsil olarak edebiyattan gelmiyor. Ama her mânâda edeb nedir edebiyat nedir bu mektuplarda görüyorsunuz. Bir taraftan seviniyorsunuz hiç olmazsa kayda geçmiş diye. Diğer taraftan üzülüyorsunuz bu gelenek nasıl oldu da sadece mektuplarda, hatıralarda kaldı diye.

Gurbetnâme’den söz açmışken Çiçek Derman’dan söz etmemek olmaz. Gerçi ortada daha Çiçek Derman yok. Mektuplarda da geçmiyor çünkü Uğur Derman daha yirmi üç yaşında ve bekâr. Fakat bu nezaketin, sanatkârlığın, edebin varacağı yerde o var: Müzehhip Çiçek Derman. Süheyl Bey’in talebesi ve Uğur Derman’ın muhterem eşleri. Bir sırrı ifşa sadedinde söylemeliyiz. Uğur Derman, Mustafa’dır; Çiçek Derman, Fatma’dır. İnsanlar onları Uğur ve Çiçek olarak bilir, biz Mustafa ve Fatma olarak da biliriz. Biri Fatımatzzehra’dan gelir; diğeri Mustafa’dan. Kendini gizlemek diye buna denir ve bu kadarı kâfi. Hatların işlevlerinden biri de yazı-resim okununca yazının içindeki varlığı mânâ olarak da hazır bulmaktır. Bu iki büyük değerimizi burada kayda geçirelim ki, günümüz gençleri hiç olmazsa isim olarak bellesinler. Kayda geçsin.

Derman çifti ve onların öncüleri Süheyl Ünver, Ekrem Hakkı Ayverdi, Ressam Ali Rıza Efendi, Üsküdar ilim ve irfan ehli olmasaydı bugün elimizdeki birçok hat, tezhip, kitabe, mezar taşı, cami mimarisi olmayacak ve bunları büyük ihtimalle Kuşadalı İbrahim Efendi’nin mektuplarında olduğu gibi ABD’ye, İngiltere’ye, Fransa’ya görmeye gidecektik. Devletin yapması gereken işi bu birkaç kişi yapmıştır ki, bu da Ünver Hoca’nın dediği gibi “servet ile değil himmet ile” olmuştur. Hayat düsturu olarak “ben de yarın yoktur yazılması gerekiyorsa şimdi yazılır, görülmek gerekiyorsa hemen yola çıkılır” diyen Süheyl Ünver hocaya rahmet. Son söz Kubbealtı Neşriyat’a. Mektupları yayına hazırlayan Sâmiha Uluant Ataman’ın emeğine uygun olarak ne güzel bir kapak, iç düzen ve grafik! Teşekkür ederiz efendim.

Kâmil Yeşil 

YORUM EKLE

banner36