Önümüzdeki yıllarda üzerine basabilecek toprak bulmakta zorlanacağız herhalde. Gittikçe toprakla bağımız, ünsiyetimiz zayıflıyor, yok oluyor. Her yanımız asfalt, beton, plastik, sentetik… Yaşadığımız şehirler hızla şehir kimliğinden arınarak içinde hırsın, kazanmanın, aç gözlülüğün, yabancılaşmanın, yalnızlaşmanın cirit attığı arenalar haline geliyor. Doğayla insanın, insanla insanın engin hoş görüsünün cem edildiği bir anlayıştan hızla uzaklaşıyoruz. Toprağın bağrına diktiğimiz betondan, dağlar evsizlik ihtiyacımızı gidermeye yetmiyor. Topraktan uzaklaşma, aynı zamanda yeryüzünde mekânsızlaşma anlamına geliyor. Ruhlarımız mekânsızlaşıyor. En büyük mekânlarımız can sıkıntısı, stres…
Göğe isyan gibi ağan gökdelenler, kibrin göstergesi rezidanslar…
Kapitalizmin küresel hegemonyası, neoliberal faşizmin sınır tanımaz yamyamlığı insanlığın bütün değerlerini ala bora etti. Geleneksel yaşam biçimleri, üretim ilişkileri dönüştü. Cemaatin, birliğin, bütünlüğün, merhametin, inancın, emniyetin, emanetin yerini bencilce, canavarca bir bireyselleşme ve bencillik aldı. Kapitalist felsefenin yaşam alanı bulduğu, kendini dayattığı kentlerde yaşamak tek seçenek olarak insanlığın önünde yer aldı. Kadim medeniyetlerin hayat bulduğu, yaşantılandığı mekanlar, şehirler yalnızca turistik gezilerin düzenlendiği, nostalji yapılan enstrümanlara dönüştü. Kapitalizm bu kadim medeniyetleri pazarlayarak hem gücüne güç kattı hem de bunların şimdi gerçekleştirilmesini imkânsızlaştırdı. Bugün hepimiz kentlere dönüşmüş olan yerleşim yerlerinde yaşamak durumundayız. Hayattan ve kaderden yalıtılmış iş merkezleri, başarıyı kutsayan modern bilim kilisesi okullar, insani hisleri kuşatma altına alan mesleki ve bürokratik teolojiler, mekanik süreçler…
Müslüman bir anlam dünyasının çocukları olan bizler de şehirlerimizi kaybediyoruz. Mahallelerimiz birer birer yok oluyor. Tıkıştığımız, doluştuğumuz apartmanlarda birbirimizi tanımadan yaşıyoruz. Yüksek duvarlı, yüksek güvenlikli sitelerimize hapsoluyoruz. Birbirimize değmeden, farkında olmadan birbirimizin… Kadim medeniyetimizin cami merkezli hayat alanı yok. Göğe isyan gibi ağan gökdelenler, kibrin göstergesi rezidanslar… Alabildiğine dikeylik, diklenme. Bir medeniyetten uzaklaşma, bir hayat tasavvuru yokluğu…
Şehri kurmak bir hicret, kadim bir yürüyüş, bir şerefli bir araya geliştir
Tam da böyle bir ortamda Lütfi Bergen, “Kenti Durduran Şehir” adını verdiği kitabıyla hepimize yeniden bir hatırlatma yapıyor. Gelen tehlike hakkında uyarıyor. Derlenip toparlanmamızın gerekliliğine işaret ediyor. Müslümanlar olarak kapitalizme, kente direnerek Müslüman şehrini kurmanın vazgeçilmez ödevimiz olduğunu söylüyor. Mekânı olmayan toplulukların tarihinin olamayacağını… Bergen, kitabını kapitalizme karşı bir hareket oluşturma kaygısı ile kaleme almış. Kapitalizme ve onun ilişki biçimlerine gerçek anlamda karşı durabilecek yegâne güç İslam’dır. Dolayısıyla Müslümanların bu mücadeleden beri durması, dünyanın kaybetmesi anlamına gelecek. Bu bilinçle mevzulara bakmak gerekir. Kent, Bergen’e göre, kapitalizmin ete kemiğe büründüğü, yaşadığı mekân. Kenti durdurmak demek, kapitalizmi durdurmak… Şehri kurmak bir hicret, kadim bir yürüyüş, bir şerefli bir araya geliş.
Kenti Durduran Şehir,birkaç yönden okunacak, değerlendirilecek bir çalışma. İslamcılık, modernite, kentleşme, kapitalizm, sömürgecilik, küreselleşme açılarından önemli çıkarımlarda bulunuyor. Aynı zamanda metinleri, bir “İslamcılık eleştirisi” olarak da okuyabiliriz. Yazar, İslamcılığı modernleşme ideolojisi olarak tanımlıyor. Bu sebeple, Batı’nın maddi kültürünün medeniyet olarak tanımlanması yanlışına düşüldüğünü belirtiyor. Lütfi Bergen, meselelere mevzulara populist bir yaklaşımla bakan biri değil. Söylediklerini düşünce ve medeniyet tarihimizle ilişkilendirmeye özen gösteriyor. Günübirlik, gündelik, zamanla uçup giden cümleler kurmak yerine bir tasavvur oluşturma peşinde. Şu an toplumun kahir ekseriyeti tarafından kabul gören kentlileşme, kapitalistleşme ve sanayileşmeye eleştirel bakıyor. Kente karşı şehir, uygarlığa karşı medeniyet, siteler yoluyla gettolaşmaya karşı mahalle, görselliğe karşı mahremiyet, bireyciliğe karşı cemaat, bencilliğe karşı paylaşma…
Şehir, Müslüman bir toplumdan ağaca, kuşa, güneşe, insana, yolcuya, âleme doğru vakfedilmektir
Lütfi Bergen,ülkemiz içinçok önemli olmalarına rağmen pek fazla gündem oluşturmayan, ciddi anlamda tartışılmayan Nurettin Topçu-Kemal Tahir-İsmet Özel damarından geliyor. İslamcılığa, sanayileşmeye, kapitalist üretim biçimlerine, modernleşmeye eleştiriler getirirken, şüphesiz ki bu damardan kalkıyor. Kapitalist sanayileşmeye karşı binlerce yıldır Anadolu’ya hâkim olan “nizam” tasavvurundan bahsediyor. Osmanlı tımar sisteminden bahis açıyor. Dev sanayi işletmelerine karşı, âhi-köylü küçük işletmecilik diyor. Globalliğe karşı yerlilik… Batı mantalitesini yeniden üreten ilerlemeci, kentleşmeci anlayışa karşı mahalle, cami, bedesten, külliye…
Müslüman zihnin var olana teslim olduğu, köklerine bağlı kalarak alternatif üretemediği, mevcudun daha da sahiplenildiği, kısır siyasi tartışmaların beyinleri rehin aldığı bir dönemde Kenti Durduran Şehir,yeniden düşünmek ve harekete geçmek için işaret fişeği gibi. Dünyevileşen, kapitalistleşen ve İslami ilkeleri kulak arkası eden Müslümanlara karşı içten bir ihtar. Kitap yedi bölümden oluşuyor. Önce bir var olanın fotoğrafı çekiliyor. Neleri kaybettiğimiz hatırlatılıyor. Şehrin betonlaşarak kente dönüşmesi, kutsalın yitimi, mahremiyetin çekilişi… Sonraki bölümlerde evin ne olduğunun hatırlatılması, Osmanlı mahalleleri… Daha sonraki bölümlerde, İslam merkezli tasavvurun ışığında çözüm yollarının geliştirilmesi…
Topraksızlaşma, mekânsızlaşma, yabancılaşma, kutsaldan uzaklaşma, maneviyattan soyutlanma… Can sıkıntısını bastırmak için AVM’lerde zaman öldürme. Yağmurdan, kardan, güneşten, rüzgârdan şikâyet. “Göğe yükselen konut ideolojisi” ile esir alına güneşi görmemek. Upuzun çayırlarda çocuksu bir sevinçle koşamamak. Bir Cuma namazı sonrasında, mahallenin piri fanilerinin, aksakallı dedelerin ellerini öpememek. Durgun bir yaz gecesinde, ayın altında namütenahi bir muhabbete dalamamak. Uzun yaz günlerinde iftarı buz gibi bir pınar başında yapamamak. Samanyolu’ndaki yıldızlarla konuşamamak. Evet, insanlığımızın modern yazgısı maalesef bu. Bergen, son bir defa sesleniyor. Bırakalım diyor bu modern köleliği. Köklere dönelim toprağa… Diyor ki: “Öyle bir bina yap ki, güneşimin önünde gölge etmesin; öyle yol yap ki, karıncaların rızık yürüyüşleri üzerinde meşin ökçe olmamayım. Öyle bir pazar kur ki, sattığım mal işsiz bırakmasın seni; anasından hür doğmuş adamı maraba kılmasın, dünyayı yese doymaz obura. Öyle bir akit ki benim menfaatim senin irezilliğin olmasın, diyenlerin diyarıdır. Böyle bir şey demektir. Şehir, böyle bir şey olmaktır. Şehir, Müslüman bir toplumdan ağaca, kuşa, güneşe, insana, yolcuya, âleme doğru vakfedilmektir.”
Muaz Ergü yazdı