Çok katmanlı bir kitapla karşı karşıyayız: Havva’nın Evsiz Kızları. Başlıktan kendini ele veriyor gibi görünse de okumaya başladığımızda aslında konunun nerelere kadar uzanabileceğini görünce şaşırıyoruz. Lütfi Bergen kitapları böyledir. İnsanı zorlar, terletir, okuyup tam anlamıyla anlayabilmek için bütün dikkatini vermesini ister. Bu kitap da bütün bu saydıklarımı doğruluyor. ‘Ev’ kavramını içine alan, ‘ev’ kavramına en ufak bir şekilde dahi temas etmiş konuları titizlikle inceleyen Bergen, bu konu hakkında çalışacaklara da sağlam bir kaynak sunuyor aslında.
Yazıgen Yayıncılık’tan geçtiğimiz Kasım ayında neşredilen Havva’nın Evsiz Kızları, toplam 335 sayfadan oluşuyor. Beş ana bölüm (Kavramlar, Rızık ve Mahremiyet Ocağı Olarak Ev, Aile Hukuku-Kavramlar, Duvar-Hicap-Hayâ-, Kırklar ve Şehir), önsöz, giriş ve sonsözden oluşan kitabın sınırlarını zorlayarak bir şeyler anlatmaya çalıştığını görüyoruz. Çok çeşitli kaynaklardan birçok dipnotlarla ve tabiî ki Kur’an ve Hadis’i temel alarak ilerleyen kitabın en belirgin özelliği Müslüman bir bilinçle yazılmış olması. Lütfi Bergen’in diğer kitapları gibi.
“Bu çalışma, inanan kadınların ‘evsizliğine’ işaret etmekte; Anadolu geleneğinde mündemiç olan, fakat Osmanlı’nın iktisadî, içtimaî, siyasî çöküşüyle ve ardından kurulan Cumhuriyetin resmî modernleşme politikalarıyla büyük oranda hasara uğrayan ev-hane-ailenin tanımını yapmaktadır.” diyen yazarın söylediği aslında bu kadar basit değil. Konunun oldukça derinlemesine ve geniş irdelendiği kitapta yazar yerine göre sert, yerine göre daha naif bir dil kullanarak kanıtlarını ortaya çıkarmayı ihmal etmiyor. Özet olarak, ‘İnanan kadının aradığını yanlış yerde bulmaya çalışması’nı konu ediniyor diyebiliriz.
Giriş bölümünde İslâm-Hristiyanlık ekseninde aileyi inceleyen yazar, feminizmin neden Türk kadınına uymayacağını, kadının ve ailenin Avrupa’daki yeri, ‘hak’ bakımından Müslüman kadın ve Batılı kadın arasındaki aşağılık-üstünlük, içtimaî ve iktisadî yapı içinde kadının rolünü inceliyor. Konuyu çok geniş açıdan ele alan yazar, Aristo’dan itibaren önce ekonomi kavramını işliyor. Ekonominin aile, şehir gibi kavramlarla ele alındığı bölümde Roma Hukuku’ndan feodal düzene uzanan bir yapıyı görebiliriz. Birbiriyle bağlantılı ilerleyen bölümler, insan-şahıs-ferd kavramlarının incelenmesiyle İslam toplumuna bağlanıyor. ‘Ev’, ‘aile’ kavramlarına gelene kadar, bunların hem felsefî hem sosyal aile yapısını inceleyen Bergen, Farabî’nin görüşlerine oldukça önem veriyor. Yazarın görüşlerini ilk bölüm için şu şekilde özetleyebiliriz: “‘İslâm evi’ ahlâk ve siyaset felsefesinin konusu içindedir. İslâm toplumunu inşa etmenin temel birimi evdir. Ev kavramıyla bağ kuramayan modern dinî hareketlerin şehir kurucu tasavvur geliştirmekte zaaflar taşıdığı söylenebilecektir.”
Kınalızâde Ali Çelebi ve Farabi’nin ortak görüşleri
Modern zamanlardaki aile kavramının, ailelerin kuruluş şeklinin İslâm ahlâk felsefesine ters olduğunu düşünceleriyle ve başka düşünürlerin görüşleriyle ele alan yazar, aile kavramına özellikle dindar kadınların İslâmî açıdan değil Batı sosyolojisinin gözlükleriyle bakmasını eleştiriyor. Ona göre kendi dünyamıza baktığımızda bu durum çözülecek fakat yanlış yönlendirmeler ve olayları yanlış okumak büyük problem oluşturuyor. Aileyi temele almadıkça üretimden şehir kurmaya, asayişten faize, toplumsallaşma yerine bireyleşmeye kadar birçok problemin devam edeceği görüşünü savunan yazarın önemli düşünürlerden birçok alıntı yaptığını ve bunları kendi görüşleriyle kaynaştırdığını görüyoruz. Bunlar içinde Farabi, Kınalızâde, Nasreddin Tûsî gibi kişilerin fikirleri var. Benim ilgimi ilk bölüm özelinde en çok çeken, yazarın, Kınalızâde ve Farabi’nin görüşlerini ortak bir paydaya oturtması oldu: “Farabi ve Kınalızâde toplumu bireyden değil cemaat (aile) yapısından başlatmaktadır. Bu cemaatin (aile) evi olması kaçınılmaz bir gereklilik olarak ortaya çıkmaktadır. Medeniyet-şehir ile fazilet-saadete ulaşmak için evi ve aileyi temel alan iki düşünür de ev-aile oluşumunu geciktirecek iktisadî, sosyal engelleri medeniyetin karşısında görmektedir. Bu durumu batıl medine ya da medine-i gayr-i fâzıla şeklinde değerlendirmişlerdir. Her iki filozof da aile meselesini üretim araçlarına sahiplik ve gıda temini konusuyla ilişkili gördüğüne göre ailelerin ev sahibi olmak için borçlanmasını reddetmektedir. Ailenin mülk ya da üretim araçlarına sahiplikle başladığı düşünülmektedir.”
Mahremiyet ocağı olarak ev
İkinci bölümde Türkiye’de dindar kadın hareketinin eleştirerek baktığı ev kadını kavramına farklı açılardan yaklaşmayı amaçlayan yazar, bu bölümde mahrem-namahrem ve kamusal alan-özel alan ikiliklerinin üzerinde çok duruyor. Bu kavramları kitabının her alanında kendi açıklayış, inanış ve kanıtlarına göre kullanan Bergen, aslında bu kavramları bütün görüşlerinin alt yapısı olarak görüyor diyebiliriz. Daha en başında bu kavramlardan dolayı ikilik yaşayan kadın yazar ve düşünürlerin kitaplarından, konuşmalarından pasajlar aktaran Bergen, kadınların kamusal hayattaki yerine değiniyor. Tabiî buradan rızık konusuna da geçmesini ben bekliyordum ve yanılmadım. Daha dar bir çalışma olsa belki rızık konusunu göremezdik ama oldukça geniş bir çalışma olduğu için, yazar, ‘ev’ ve ‘aile’ ile ilgili akla gelebilecek her kavramı irdeliyor: “Modern toplumun rızk ile bağını kopardığı söylenebilir. Artık rızkın Allah’tan geldiğine dair inanç yıkılmış ve teknolojiyle ele geçirilecek ‘gıda’ ve ‘sermaye’ düşüncesi Müslümanları zehirlemiştir. Bu nedenle içimizden birileri ‘Böyle ilkel tarımla emperyalist Batı’nın karşısında duramayız. Fabrika yapan fabrikalar kuralım.’ Demişler, rızka bağlı toplum sistemini reddetmişlerdi. Bu düşünce sahipleri toplumların rızkla Allah arasındaki ilişkisinin bu topraklarda millet olmanın perçini sayıldığını algılayamamaktadır.”
Buradaki düşünceler aslında modernleşme dönemlerinden beri tartışılıyor. En avam tabirle ‘Batı’nın ahlâkını değil bilimini alalım’ gibi tartışmalar kısır bir şekilde dönüp duruyordu. Fakat bunları ev, aile, rızık gibi kavramlar açısından kaç kişi inceledi dersek karşımızda kocaman bir soru işareti bulmuş oluruz.
Ev ve evsizlik bahsinde mahremliği ve namahremliği sosyolojik kavramlara ve İslâmî hassasiyetlere göre uzun uzun inceleyen yazar, bu konuda Fatma Barbarosoğlu, Nilüfer Göle ve Aynur İlyasoğlu’nun görüşlerine yer veriyor. Şimdiki kamusal alan-özel alan kavramlarının mahrem-namahrem olma durumlarını karşılamakta yetersiz kaldığını düşünen Lütfi Bergen’e göre bu kavramlar oldukça yanlış algılanıyor ve kullanılıyor. Başörtüsü için zamanında içi boş, yetersiz ve İslâmî bakışa sahip olmadan ‘kavgaya’ tutuşulduğunu düşünen yazar aslında şunu diyor diyebiliriz: Müslümanlar başörtüsünü aldı, evini verdi.
Ev ve din ilişkisi
Bu kitabın incelemesini iki üç sayfaya sığdırmak mümkün değil. Burada sadece kendi adıma önemli gördüğüm ve dikkatimi çeken bazı noktalara değinmeye çalışıyorum. ‘Ev’ bahsinden yine önemli bir noktaya değinip yazıyı bitirmek istiyorum.
Ev kurmanın dinle ilişkisini de yine ‘Rızık ve Mahremiyet Ocağı Olarak Ev’ bölümünde inceleyen yazarın bu bölüm için özet olabilecek görüşlerinin şunlar olduğunu söylemek mümkün: “Modern toplumların bir kurum halinde kavramaktan mahrum kaldıkları ev, bütün zamanlar boyunca peygamberlerin Müslüman bir toplum inşasında temel aldığı toplumsal birim olmuştur. Bunun iktisadî bir birim olduğu da ifade edilmelidir. Hz. Musa, Hz. Şuayb’ın kızı ile evlenebilmek için mehir anlaşması yapmıştı. Mısır’da peygamberliğinin gereğini yerine getirmesi istendiğinde ilk yapması gerekenin yine ev kurmak yani mekânı inşa etmek olduğu açıktır. Dolayısıyla ev, en küçük toplumun (aile) toprağıdır, vatanıdır; evlenilmesi mümkün kişileri dışarıda bırakan mahremiyet elbisesidir. Hz. Musa örneğinde ev, dinin inşa ettiği bir mekân olarak ortaya çıkar. Toprağı/evi olmayanın Tanrı’sı da olmayacaktır.”
Diğer bölümlerde yine ev ve aile temelinden şaşmadan mehir, nafaka, miras, gibi kavramlara uzunca değinen yazar, sonuç olarak ortaya birçok soru bırakarak kitabını tamamlıyor. Düşünmesi de bu konularla ilgilenen ya da ilgilenmesi gerekenlere kalıyor.
Lütfi Bergen; şehir, ev, aile, kapitalizm gibi kavramları İslâm dairesinin dışına çıkmadan inceleyen fakat nedense çok ortalarda görünmeyen bir yazar. Dünyanın gittiği noktaya baktığımızda, fikrime göre, yazarın düşünce ve yazılarıyla çok daha fazla görünür olması gerekiyor. Görünür olanların bu konulardaki basiretsizliğini de gördükten sonra bunun şart olduğunu düşünüyorum.
Mehmet Akif Öztürk