Seyahatnâmeler gerçekten okuması heyecan verici eserlerden. Özellikle insanın yaşadığı coğrafyadan farklı âdetleri ve gelenek- görenekleri çok fazla olan coğrafyalara giden insanların yazdıklarını okumak insanı heyecanlandırıyor. Kitabevi Yayınları’ndan çıkan Yüz Yıl Önce Güney Afrika- Ümitburnu Seyahatnâmesi, Ocak 2006’da 2. baskısını yapmış. Kitabın yazarı, yani bu sefer yazdıklarını sizlere aktarmaya çalışacağımız kişi Ömer Lütfi. Yayınevi gezi kitapları ile alâkalı kısa bir değerlendirme yapmaya başlamadan önce Hacc Sûresi’nden bir ayet alıntılamış: “Yeryüzünde dolaşmayacaklar mı ki, anlayacak kalpleri ya da duyacak kulaklar olsun?” “Seyahatnâme- i Bahr-i Muhit” olarak zikrettiğimiz, Türk Denizcilerinin İlk Amerika Seferi ismiyle de bilinen kitabı incelediğimiz metinde, Ümit Burnu Müslümanlarının Osmanlı Devleti’nden talep ettiği ‘hocaların’ anılarının yer aldığı Ümitburnu Seyahatnâmesi, ilk bölümde Ömer Lütfi’nin notları ikinci bölümde ise Ebubekir Efendi’nin mektupları olmak üzere iki bölümden oluşuyor.
İnsanlığın tarihinin yeryüzündeki yolculuklarının tarihi olduğunu söyleyen yayınevi, insanların yolculuk süresince yaşadıklarını, gördüklerini diğer insanlarla paylaşma gereği duyduklarını ve bu sayede ortaya seyahatnâmelerin çıktığını belirtiyor. Gezmenin, seyahat etmenin insana mutlak anlamda bir kazanım sağlayacağı düşüncesiyle bunun bir ihtiyaç olduğu söylenebilir sanıyoruz.
Cavalı Müslümanlar, Ümit Burnu’na hicret ediyorlar
Kitabı hazırlayan kişi olarak bir ‘Giriş’ yazısı yazan Hüseyin Yorulmaz, Uzakdoğu’daki Cavalı Müslümanların (Cava, Endonezya’nın başkenti Cakarta’nın üzerinde bulunduğu ada olup, ‘Cavalı Müslümanlar’ tabirini ‘Endonezyalı Müslümanlar’ olarak da kullanabiliriz- E.E.) Ümit Burnu’na nasıl gittiklerini anlatıyor. 18. yüzyılın sonlarına doğru Avrupalılar’ın çıkar yarışında birbirleriyle savaştığı Uzakdoğu’daki Cavalı Müslümanların bir kısmı, ülkelerine gelen ve buraları işgal eden Hollandalılar’dan uzaklaşarak hicret etmek maksadıyla deniz yolunu kullanarak, binlerce kilometre yol kat ederek Afrika kıtasının güney ucundaki Ümit Burnu şehrine gidiyorlar. Yani uzun lafın kısası şu: Cavalı Müslümanlar, baskı ve zulümden kaçmak amacıyla Ümit Burnu’na, Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Cape Town (Keyp Tavn) şehrine hicret ediyorlar.
Bir süre sonra bölgede yaşayan Müslümanların önde gelenleri, Osmanlı Devleti’nden yardım isterler. Yardım isterler, zîra kitaptan anladığımıza göre Hacc’da, olması gereken- sahih İslâm anlayışını görüp gelen hacılar, yöre halkını uyarmaya çalışsalar da sözlerini genel olarak dinletememişler. Hatta kanlı bıçaklı sonuçlanan tartışmalar çıkmış. Tartışma çıkan konular gerçekten ilgi çekici ve inanılmaz ‘ayrıntı’ konular. Seyyahımızın yazdıklarını okudukça bunlara değinecek ve bazı örnekleri sizlerle paylaşacağız. İlâveten, paylaşmadığımız ve okuyucunun kitabı okuyarak ulaşabileceği birtakım ‘akılalmaz hadiseler’ de o dönem halkın Osmanlı’ya yaptığı talebin anlamını kavramamızı sağlıyor.
Ebubekir Efendi ‘bir nefer hizmetçi’ ile düşüyor yollara
Müslümanlar Osmanlı’dan kendilerine yardım etmesi amacıyla birisini istedikleri zaman, o dönemin padişahı Abdulaziz, şu şekilde bir zâtın seçilmesini istemiş: “Ahkâm ve akâid-i dîniyyeyi ahaliye talim ve tefhime ve aralarında olan mübâyenet ve ihtilâfın ref ve izâlesine muktedir ulemâ ve üdebâdan bir zât.” 17 Mayıs 1862’de alınan kararla Ebubekir Efendi, yanına da ‘bir nefer hizmetçi’ ile Dersaadet’ten Londra’ya, oradan da Ümit Burnu’na gönderilir. Yanına her türlü masrafı karşlayacak para bedeli, birtakım ders kitapları ve aylık 25 lira maaş sözünü alır. İşte, kitabın yazarı Ömer Lütfi’dir Ebubekir Efendi’nin yanındaki ‘bir nefer hizmetçi’.
Seyahat boyunca Ebubekir Efendi’nin yanından ayrılmayan Ömer Lütfi, seyahatnâmesinin bir yerinde Ebubekir Efendi için “ilim pederim” ifadesini kullanır. Ömer Lütfi, anılarında yazana göre, Ümit Burnu’nda Ebubekir Efendi’nin görevlendirildiği eğitim görevinde onun yardımcısı olarak hayli koşturmuştur. Eserdeki ilk bölümde Lütfi’nin İstanbul’dan Ümit Burnu’na yaptığı seyahat gözlemleri ile Ebubekir Efendi’nin Güney Afrika’daki talim ve tedrisleri anlatılmakta. Ömer Lütfi, Ümit Burnu’nda birkaç yıl kadar kalır. Daha sonra bir vapurla bugünki Somali açıklarından Yemen önlerine, Aden’e gelir, oradan da Cidde’ye ulaşır. Devamında ise Medine’yi ziyaret edip Kahire’de, Camiü’l- Ezher’de bir süre talebelik yapar ve İskenderiye’ye hastalığı sebebiyle geçip, son olarak İstanbul’a ulaşır.
Ebubekir Efendi Güney Afrika’da kalıcı bir iz bırakmış. Kaynaklarda yer alan belgelere göre, Ebubekir Efendi yöre halkını şöyle tarif ediyor: “Ferâiz- i dîniyye ve akâid- i İslâmiyyeden hiçbir şey bilmezler ve bir gün amâl- i dîniyyede bulunmazlar”. Bu şekilde bir tanımla yöre insanına yaklaşan Ebubekir Efendi, onların itikat ve ibadet anlamında kendilerini geliştirmeleri için oldukça yoğun bir sürece dahil etmiştir kendisini. Gündüz çocuklara, gece büyüklere ders vermiş. Mülteka’l- ebhûr isimli fıkıh kitabını esas alarak hazırladığı Arap harfleriyle Afrika dilinde basılı Beyânü’d- dîn’in yanında Merâsı-du’d- dîn adlı bir risalenin de İstanbul’da basılıp Güney Afrika’ya yollanması konusundaki yazışmalar, Osmanlı arşivlerinde mevcut, ki biz de bunu elimizdeki kitap sayesinde öğreniyoruz.
Ömer Lütfi, şaşırdığı durumları da hiç gizlemeden okuyucuyla paylaşıyor. Meselâ Ümit Burnu’na giderlerken uğradıkları Fransa’da, yolların genişliği ve tünellerin varlığı çok şaşırtıcı geliyor. Yolların genişliğini ifade etmek için 30 arabanın yan yana sığabileceğini söyleyerek, tünellerin varlığında kendine garip gelen kısmı ise dağın içinin baştan başa mağara gibi delinerek taş ve demirlerle tutturulmuş olması ile ifade ediyor. Londra’da bulunurlar iken var olan bir hadise, bize de garip geldi doğrusu. Çocukları ya da ‘hizmetçileri’ olmayan İngilizler köpeklerine marketten alışveriş yapmayı öğretirlermiş. Bir ‘varaka’ yazılıp, ne alınacak ise değeri kadar ‘akçe’, ‘zenbil’in içine konur ve zenbil köpeğin başına geçirilerek dükkâna gönderilir. Dükkân sahibi zenbilin içinde bulunan varakayı alarak istenenleri zenbilin içine koyarak köpeği, zenbil ile beraber sahibine gönderirmiş.
Ebubekir Efendi, oraya, dini öğrenme çabasına olup da elinden pek çok şart sebebiyle bir şey gelmeyen bir halka ilim öğretmeye gitmiştir. Eğitimin içeriği ile alâkalı akla her türlü mesele gelebilir. Meselâ büyüklerin eğitimi sırasında zorlanılan hususlardan bir tanesi telaffuz meselesidir. “elhamdulillah’ demeleri gerekirken ‘elhamdu lillahi’ derler imiş. Bu tip telaffuz hatalarını düzeltmek için oldukça yorulan yaşça büyük insanlar, kan ter içinde kalsalar da çabalarlarmış. Küçükler ise oldukça hızlı bir şekilde eğitimlerini sürdürüyorlar anladığımız kadarıyla. Hızlı bir şekilde genç kuşaktan hafızlar yetiştirilmeye başlanıyor. Ayrıca Pazar günleri ise İsmail Hakkı Bursevî’nin tefsiri Rûhu’l- beyan’dan nasihatler verilirmiş Ebubekir Efendi tarafından. Yoğun bir eğitim süreci başlıyor yani.
“Vay o biçarenin hâline!”
Ömer Lütfi’nin notlarından anladığımız kadarıyla Ümit Burnu Müslümanlarının ‘can yakıcı’ bir sıkıntısı var. Bu sıkıntı, Ümit Burnu Müslümanlarının başında mevcut olan ‘tekelleşme çabası içerisindeki din adamları’. Bu kişiler, Müslümanlara öğrettikleri bilgiyi, Kur’an ve hadis rehberliğinde değil de, kendi kişisel ‘egoları’ nispetince yönlendirip, bilgiyle adeta oynayıp, öyle sunarlarmış ahâliye. Ve bu, ‘saptırılmış bir İslâm’ oluşmasına sebep olmuş. O dönem, birçok ‘lider’, kendi tarikatlerinin müridlerine kendilerince kurallar koyup, bunların yapılmaması durumunda cennete girilemeyeceğiyle de korkuturlarmış insanları. Meselâ, bir evin taziyesi olursa, seyyahımızın ifadesiyle, “vay o biçarenin hâline!”. Cenaze çıkan hânenin sahibi maddî durumu önem arz etmeksizin müridi olduğu imamın ne kadar müridi varsa hepsini davet ederek yedi gün devamlı yedirmek durumunda kalıyor. Kaldı ki bu bir haftalık masraf bile, azıcık geliri olan hâne sahibini bunaltırken, bir de ‘kırkıncı gün daveti’ mevcut imiş. Ve sonra, ‘yüzüncü gün daveti’ namıyla yüz gün sonra bir toplanma, yine bundan sonra ‘sene daveti’ adı altında her sene müritler, taziye sahibinin hânesinde, taziye sahibinin ikramlarıyla (!) doyurulurmuş. Buna karşı gelme teşebbüsünde bulunanlara ise, karşı gelme bir yana, davetlerin birisini icrâda kusur söz konusu olusa o Müslümanın ‘Müslümanlığının kabul olunmayacağı ve ilelebet cehennem ateşinde kalacağı’ söylenirmiş, imam efendi tarafından. Ve gerçekten üzücü olan bu tablo, Ömer Lütfi’nin konuyla alâkalı ‘final’ sayabileceğimiz şu cümleleriyle tamamlanıyor: “Bu imamlar her gün birer hânede ziyafetten ziyafete koşturup senede ancak üç- dört kerre hânesinde yemek yerlerdi.” Bu acımasızlığın, bu sıkıntılı anlayışın son bulması adına verilecek her çaba ne güzel çaba... Bu çaba yolunun yolcusu her Müslümana selam olsun, sahih İslâm çizgisinin yolcusu her bir bireye, tek tek!
Ömer Lütfi, “Ümit Burnu Ahalisinin Hangi Lisan ile Konuştukları” başlığı altında, ahalinin dili ile alâkalı bilgi veriyor. Cava’dan hicret etmeleri sebebiyle asıl lisanlarının Cava dili oluşuna ilaveten, şu an kullandıkları lisanın da Hollanda lisanı olduğu bilgisi veriliyor okuyucuya. Fakat son dönemlerde bazı “İngiliz lügatlerinin ilave edildiğini” belirtiyor. Bu tespitinden sonra ise ‘Müslüman Ahalinin Lisanı Üzere Yazılan Mektubu’ paylaşıyor. Bunu bir misal olarak sunuyor okuyucuya.
4 sene boyunca Ümit Burnu’nda ‘sıbyanın talim ve tedrisleriyle uğraşan’ Ömer Lütfi, sürecin sonunda Ebubekir Efendi’nin de müsaadesiyle 5 Mayıs 1866 tarihinde terk eder şehri. Yolcular için, özellikle sık yolculuk edenler için her ne kadar ayrılışlar mutlak son da olsa, kalbi burkuyor her seferinde. Mekâna aşırı önem vermese de gezginler, mekânlarda tanıştıkları insanlarla veda sürecine girmek ‘tatlı bir hüzün’ süreci oluveriyor aslında. Ömer Lütfi de, vedası hakkında şunları söylüyor: “Halbuki her ne kadar asıl vatanıma gitmeyi arzu eyledim ise de limanda ayrılışımız esnasında Ümit Burnu’nda bu kadar dost ve talebelerimden ve daha mühimmi Ebubekir Efendiden ayrı düştüğüme son derece mahzun ve mükedder oldum.”
Esad Eseoğlu seyahatnâmelerde gezmeye devam ediyor