Aynanın, pencerenin, yolun gördüğü: Küller ve Uçurumlar

'Küller ve Uçurumlar' odalardan, aynalardan, pencereden, seslerden, perdelerden, ışıltılı şehirden ve gitmek fiilinden oluşan bir kitap. Tasvir ve ayrıntılarla büyüyen, imgelerle genişleyen, rüyalarla uzam değiştiren, devingen hatta büyülü gerçekliğe de çok az göz kırpan bir dünyası var Necip Tosun’un... Gülhan Tuba Çelik yazdı.

Aynanın, pencerenin, yolun gördüğü: Küller ve Uçurumlar

Edebiyat dünyasında birkaç yıldır var olan biz genç öykücüler, Necip Tosun adından hemen haberdar olduk çünkü öykü eleştirmeniydi ve bir sürü de kuram kitabı vardı. Öykücü kimliği kulağımıza çalınsa da öykü kitaplarını derli toplu bir şekilde görebilme şansımız yoktu. Bu işe Dedalus Kitap el attı ve yıllardır baskısı yapılmayan öykü kitaplarını basmaya başladı. Yakın zamanda, ilk önce yeni bir öykü kitabı olan Emanet Hikayeler’i yayımladı. Ardından da Küller ve Uçurumlar adlı ilk öykü kitabıyla sonraki kitabı Otuzüçüncü Peron’u bastı. Emanet Hikayeler’i okuduğumda Necip Tosun’un öykücü kimliğini bire bir yansıtmadığını düşündüm çünkü başka isimlerden, başka eserlerden bahsetmesi kendi varlığına gölge düşürüyordu. Küller ve Uçurumlar’ı işte bu ruh haliyle aldım. Necip Tosun’un öykücü kimliğini, hem de ilk kitabın masumiyetiyle keşfedebilmek için.

Küller ve Uçurumlar odalardan, aynalardan, pencereden, seslerden, perdelerden, ışıltılı şehirden ve gitmek fiilinden oluşan bir kitap. Tasvir ve ayrıntılarla büyüyen, imgelerle genişleyen, rüyalarla uzam değiştiren, devingen hatta büyülü gerçekliğe de çok az göz kırpan bir dünyası var Necip Tosun’un. Bu sonsuz kırılma ve çoğalmanın bir yansıması olarak ayna metaforu sıklıkla kullanılıyor. Kahramanların aynaya bakışı hiç bitmiyor. Aynalarda saatlerce, kendileri artık kendileri olmaktan çıkana kadar düşünüyorlar. Sadece ayna değil pencere camları, nehirler, deniz, kuyular da bir sağaltım yeri oluyor bu anlamda. Oralarda görülen hayali dünya bir sığınma arzusu olarak kendini gösteriyor.

Yalnızlıkları derinliklerinden ve ince düşüncelerinden

Bu sığınma arzusu Küller ve Uçurumlar’daki kahramanların yalnız olmasından kaynaklanıyor. Yalnızlık maddi değil manevi bir atmosfere sahip. İnsanlar da “artık hiçbir denize açılmayacak izlenimi veren gemiler” gibi. Kitaptaki öyküler boyunca yüzlerce kez açılıp binlerce kez bakılan o pencerenin bile artık açılası gelmiyor işin sonunda. “Ama birazdan sarsıcı bir yalnızlığa uyanacak insanlar, istisnasız hayata yakalanacaklar. Sonra rüyalardan aparma hayatlarla tramvaylara koşacaklar, umutlara, hırslara, yarınlara.” cümleleriyle ifadesini bulan, daha büyük bir şeylerin; davanın, değişmenin, hareketin, yarınların ve umudun eksiği aslında. Kahramanlar ideallerini paylaşacak birilerini hem zor buluyorlar hem de çabucak kaybediyorlar.

Bu estetik ve ideal “İnci” adlı öyküde yer buluyor kendine. Hikâyede susan, aylardır odasından çıkmayan biri var. İnsanların yaraladığı elindeki inciyi korumaya çalışıyor böylece. Ruh halinin ıstırabı odada bile bir çürümeye yol açıyor sanki. Özensiz ve vefasız dostlar ayıklanmış. Sonrasında da kimse cebinde inci taşıdığını fark etmiyor. Eski fotoğraflardaki sahte arkadaşlıkları da, binbir umutla yazdığı dergi sayfalarını da bir sahafa teslim ederek kaçıyor kahraman. İnciden parıltılar aktarılan, inancın ve umudun diri olduğu günleri kaybettiğini bilerek. Ama kendisi hâlâ inciye inanıyor. Deniz ve gökyüzü tarafından sarmalanana kadar içinde tutuyor onu. Vazgeçmiyor.

Yalnızlığı derinliklerinden ve ince düşüncelerinden kaynaklanan bu insanları hemen hemen her hikâyenin sonunda öldürüyor Necip Tosun. Ama bu öldürme kaba ve göze sokulan bir yok etme olmuyor. Kayıp gidercesine, yumuşacık bir mekân değiştirme. Ölüm yaşamak anlamına da gelecek şekilde kullanılmış aslında. Yorum okurun dünyasına, isteğine bırakılmış. Karanlıktan yana olanlar kahramanın öldüğünü düşünüyor, aydınlıktan yana olanlar içinse umut devam ediyor. “Kuyu” öyküsünde Kuyu’ya sarkma ve sudaki görüntüler, “Hüzzam”da odadaki aynalardan başlayarak bir çöküntü ve ellerin uzandığı balkon demiri, “Trenler ve Odalar”da suda bir suret olup kaybolma, “İnfitar”da hastane odasındaki yırtılan ses ve uçan nesnelerden sonra gelen kadim sessizlik, “Uçurumlar”da hiç çekinmeden ipe yürünen bodrum kat, “Kamera”da köprüdeki düşünceler bana hep ölümü imliyor.

Rahat edecekleri hayat başka bir yerdedir

Ölümün tüm netliği ile uzun uzun göründüğü ve benim de kitapta en başarılı bulduğum öykülerden biri ise “Gün Devrildi Cadde-i Kebir’de” adlı hikâye. “İnsanlarda bir telaş. Son anda bir şeye yetişeceklermiş gibi, son anda bir yerinden yakalayacaklarmış gibi hayatı, bir telaş, bir telaş. Ama yine de varacakları yer, yaşana yaşana kendilerine ait olmaktan çıkmış alışkanlıkları değil mi? Peki öyleyse bu kalabalıklar, bu telaşla böyle nereye? Nereye böyle sorusuz, düşsüz?” cümlelerinden anladığımız gibi; yapayalnız bir ruh hali içinde, kimsesiz, umutsuz, yarınsız, çaresiz bir adam yine aynasına uzun uzun bakar ve binlerce kez tıraş olduğunu, bunun da anlamsızlığını düşünerek jileti eline alır. Bileklerini lavaboya yaslar ve kesiği atar. Kanın damardan boşalma hali, ayakların kaybolması, dünyanın ve eşyaların ışıklarının çekilmesi, geriye kalan tek ses sayfalar boyunca olağanüstü bir etkileyicilikle anlatılmış. Teyakkuz halinde okumamak mümkün değil.

Küller ve Uçurumlar’daki kahramanlar kendilerini tatmin etmeyen bu hızlı ve yüzeysel yaşam dolayısıyla hep bir kaçış arzusu içindedirler. Hayal perdesine düşen sahte gölgelerle dolu bu eksik hayat onları mutlu etmez. Öykülerde kar yağar, yağmur iner, hep üşürler. Rahat edecekleri hayat başka bir yerdedir. Valiz, tren, istasyon, yürümek kelimeleri onlar için ziyadesiyle önemlidir. Pencerelerinde sadece onu görürler. “Sanki yanlış bir yere gelmiş gibi uzaklara, hep uzaklara” bakarlar. Oysa gidişin de bedeli olacaktır ve bu bedelin en güzel işlendiği öykü “Uçurumlar”dır.

Film çeker gibi kurmuş öykü evrenini

Sinema da öykülerde önemli derecede yer tutar. Saray, Atlas, Alkazar’ın önünden geçilir, Köşk Sineması’nda kafa dinlenir bazen. Bazen de kahramanlar fotoğraf yarışması birincisi olup nice umutlarla başrol oynamaya gelmiş taşralı gençlerdir. Sinema da hayat gibi nankördür. “Kamera” öyküsünde umutların tükenişini ve son sahne olarak, gerçekliği belli belirsiz bir set halini ve intiharı izleriz.

Sinemanın öykülerde yer tutuşu bu birkaç içerik ve teknik değil. Necip Tosun film çeker gibi kurar öykü evrenini. Görsellik, renkler, manzara, imgeler, sesler, ayrıntıların işlenişi, üslubun inceliği hepsi sinematografiktir. Rüyalarla, sularla, aynalarla açılan başka dünyalar ve çağrışımları sayfaları genişletir ve atmosferine alır bizi. Eski konaklar, cumbalı evler, ud sesleri, iskeleler sitayişle tasvir edilir. Necip Tosun’un öykülerinde eşyanın ruhu vardır, eşya sevilir, eşyaya tutunulur. Önünde beklenen kapılar uzun uzun anlatılır okura. İçinde yalnız kalınan odalar da. Sık sık kullanılan alev ve ateş metaforu da görselliği besler ve kafamızda etkili sahneler oluşturur.

Küller ve Uçurumlar, Necip Tosun’un incelikle ördüğü ve üzerine titrediği öykülerini gördüğümüz, onu daha yakından ve daha mesafesiz tanıdığımız bir kitap. Emanet Hikayeler’i değil gerçek Necip Tosun’u okumak çok daha değerli ve keyifli.

Gülhan Tuba Çelik

YORUM EKLE