Nasıl anlatılır, nereden başlanır ki! Duygular adeta sel olmuş akıyor. İnsanlar da öyle. Ne duygulara hâkim olunabiliyor, ne de insanlara. Bir akış var, evet bir yakarış. İnkâr edilemez bir çoğalma... Yerlerin aklını göklerin aşkına bağlayan bir kement var. Elhamdulillah, ne güzel mümin olmak...
Nasipmiş ki 25 Ocak – 07 Şubat 2013 tarihleri arasında, şanı pek yüce olan Rabbimizin lütf-u inayetiyle umre yapma fırsatımız oldu. Bunu, gitmeden bir kaç gün evvel “Hac bilincini diri tutmak için okunmalı” başlıklı haberimizde sizlere hissettirmiştik. Şimdi dönmüş bulunuyoruz. Döndük, hem de çok döndük. Kendimiz için, kardeşliğimiz için, ümmetliğimiz için dönüverdik. Beytullah etrafındaki tavafımız ile yaşadığımız topraklara geri gelmemiz arasındaki “dönüş” benzerliğini, ömr-ü hayatımızda durağanlığı yok etmek için, toprağa gömmek için kullanıyorum.
Ezanı, burada, yani kâinatın tam orta yerinde altı vakit duymaya başlıyorum
Kalıbınızdan önce kalbinizi göndermeniz gereken kutlu diyara ayak basar basmaz hayatınızın ayarının değiştiğini fark etmekte gecikmiyorsunuz. Tarifsiz bir rahmet çağlayanının insanı dingin kılan şırıltısında buluyorsunuz kendinizi. “Ben neyim ve bu hal neyin nesi?” diye sorgulamaya düşmeden bırakıyorsunuz bu güzelliğin kollarına bedeninizi ve tüm benliğinizi.
Orada ibadetlerle hayat duruyor, hayat duruluyor ve şeytanın kalbine kalbine vuruluyor. İbadet, itaat, kulluk... Bunlar kaplıyor dünyanızı, bunlarla kaplanıyor tüm dünyalar... Orada her dem dönersiniz. Bu dönüşünüzle isyankârlıkları delersiniz. Her dönüşünüzle dualar büyütürsünüz. Dua dua büyürsünüz. Hiç ama hiç düşmez dilinizden ilahi nağmeler. Ve kalbinizden de asla ama asla sökülmez olur yalvarışlarınızın ağırlığı.
Arzın merkezinde, tüm inanmış arz ehliyle birlikte yegâne İlah ve Rabb olan Allah (azze ve celle)’a teslim oluyorsunuz ve böylece bütün uslanmazlıklarınızı teskin ediyorsunuz.
Her gün ve her an, bin dört yüz otuz dört yıl evvelin Mekke’sindeki Asr-ı Saadet’i solumayı yeğliyorsunuz. Ezan okunurken başınızı daha önce hiç olmadığı kadar bir çeviklikle Kâbe’nin damına doğru kaldırıyorsunuz Bilal’i görmek, Bilal’i duymak ve Bilal’e doymak için... Davet ediyor Bilal Rabbine, davet ediyor Sahibine, davet ediyor esenliğe ve davet ediyor mevcut bulunan bütün kullukları reddedip yalnızca Allahu Teala’ya kul olmaya, kul kalmaya... Bu ne güzel ve ne soylu bir davettir ey Habeş’in gür sesli davetçi evladı Bilal (r.a)! Bugün senin kardeşlerinden o kadar çok var ki burada. Hepsine ‘sen’ gözüyle bakıyor ve aklımı o ulvi davetine takıyorum. Hatta ey Bilal, sana benziyor diye bir Bangladeşli kardeşimle kardeşliğimizi resimliyoruz. Ve ben şu yaşıma kadar beş vakit olarak duyduğum ezanı, burada, yani kainatın tam orta yerinde altı vakit duymaya başlıyorum. Zaman teheccütle başlıyor burada, teheccüdün ne kadar önem arz ettiğini müşahade ediyoruz Teheccüt Ezanı’yla...
Orada hiçbir statü yok, kimsenin kariyeri belli değil ve zaten bunun hiçbir önemi de yok. Tek belirginlik var, o da âlemlerin Rabbine kulluk... Her renkten, her milletten insan var orada. Renklilik cümbüşüne doyuyorsunuz. O zamana kadar kıldığınız namazlardan bambaşka namazlar gönderiyorsunuz Sahibinize. Doymuyorsunuz. Doymak da istemiyorsunuz zaten. Hep kana kana içeyim diyorsunuz ibadetlerinizi, ama bu lezzet hiç bitmesin, hiç gitmesin istiyorsunuz.
Hani nerede, üzerine inenlerde inkılap etkisi bırakan ve büyük bir değişim başlatan ayetlerin ayaklandırdığı ruhlarımız?
Kerim Kitabınızı, yani Kur’an’ı okuyorsunuz hiç bıkmadan. Orada Kur’an’la muhatap olmak demek, vahye şahit olmak demektir. Vahyin kalbidir orası. Orada doğdu, orada filizlendi ve orada hükümran oldu çünkü. Birazdan Allah’ın Rasulü, büründüğü örtüyü üzerinden atıp çarçabuk bütün Mekke’yi davetine icabete bekliyor olacak sanki... Ama sizin kalkıp da yorulmanıza gerek yok. O davet ilk ağızdan çıktığı şekliyle elinizde zaten. Ve Rabbinize içtenlikle ve samimice bir hamd ediyorsunuz, “elhamdulillahi rabbil alemiyn” diyorsunuz. Koskoca yirmi üç onca sene boyunca ara ara, kısım kısım indirilen vahyin tümü, eksiksiz haliyle size açılmayı bekliyor ki eğer siz kendinizi ona açarsanız!
Ancak çevrenize bakındığınızda milyonlarla ifade edebileceğiniz kardeşlerinizin genelinin, vahyin anlamından ziyade lafzıyla muhatap olduklarını, muhatap kaldıklarını hayıflanarak seyrediyorsunuz. Hani nerede anladıklarımız? Hani nerede, üzerine inenlerde inkılap etkisi bırakan ve büyük bir değişim başlatan ayetlerin ayaklandırdığı ruhlarımız? Neyi okuduğumuzu, niye okuduğumuzu biliyor muyuz ey ümmet? Ne kadar büyük bir işin başında olduğumuzun farkında mıyız? Hayatın ta kendisi olan Kitap’la haşır neşiriz. Gözlerimiz onda, gönlümüz onda. Melekler bile gıpta eder olur bu vahiy kokan dillerden yükselen ilahi nidaya.
Buna karşılık siz, yola çıkmadan önce akledip çantanıza koyduğunuz kendi dilinizde yazılmış bir Kur’an-ı Kerim Meali’ni çıkarıp anlam deryasına yoğunlaşıyorsunuz. Ben bu ayetleri daha önce hiç böyle anlamamıştım, diyorsunuz. Hucurat Suresini okurken sanki başınızı çevirseniz Rasulullah’ı rahatsız eden insanları gördüğünüzü sanacaksınız. Tebbet Suresini okuduğunuzda Ebu Leheb’e ve karısına siz de lanet okuyorsunuz. Ve tabi bu zamanın ve tüm zamanların tağutlarına ve zalimlerine de buğzunuzu yerine getirmeyi unutmuyorsunuz. Rabbinizden onların ellerinin, düzenlerinin, sistemlerinin, planlarının kurutmasını, yerle bir olmalarını diliyorsunuz göğüs kafesinize sığmayan heyecan menbaı kalbinizden. Kureyş Suresini okurken Mekke’yi kendilerine emin ve kârlı belde kıldığı için, Mekkelilerin Yaratıcılarına ne kadar şükretseler, yine de az geleceğini bir kere daha kavrıyorsunuz. Her okuduğunuz ayette ve her düşündüğünüz kıssada, vahiyle henüz irtibat kuruyormuşsunuz gibi bir halet-i ruhiyeye bürünüyorsunuz. Muazzam Kâbe’nin sizde bırakacağı en büyük iz, vahiyle dolup taşmanızdır. Onunla sadrınıza şifa sunacaksınız. Tüm nesillere onun davetini ulaştıracaksınız. Çünkü tarih onunla başladı ve onunla yürüdü. Tarihin başlangıç noktasından tüm kıtalara yayılacak bir çerağ var sizde artık.
O çöl sıcağına rağmen, siz kardeşlikle serinliyorsunuz
Orada kendinizi adeta tahammül, müsamaha ve sabır timsali olarak buluyorsunuz. Tavaf halindesiniz. Sağınızdan, solunuzdan, arkanızdan sıkıştırıldıkça sıkıştırılıyorsunuz, özellikle arkadan gelen sel, yani millet-i İbrahim, size özgür hareket alanı bırakmıyor. Terden sırılsıklamsınız; aynı zamanda sizinle yapış yapış yürüyen insanların terli hallleri belki dayanılmaz bir hal alıyor. Ama siz, bunların hiçbiriyle meşgul olmuyorsunuz, olamıyorsunuz. Çünkü aklınız, fikriniz ve zikriniz hep dört bir yanını adımlarınızla gürleştirdiğiniz Kâbe’de, Allah’ın evinde. Onu gören, onunla konuşan başka şeyleri ne etsin, ne görsün!
Sonra namaz vakti, saflarda yer arıyorsunuz; sizden önce saflarda yerlerini almış kardeşlerinizden yer istirham ediyorsunuz, ama kıllarını bile kıpırdatmayanlar oluyor bazen. Kızmıyorsunuz, sakinsiniz; “eyvallah” deyip başka saflara yöneliyorsunuz. Siz asla saf bozan olmak istemiyorsunuz ve kardeşinizi anlayışla karşılayıp üstelemeden ve yüzünüzden tebessümü eksik etmeden kendinize yer arıyorsunuz. Ne güzel değil mi?
O kadar insan seline, milyonlarla tanımlanacak kalabalığa rağmen, hiçbir kargaşanın, kavganın ve karışıklığın olmaması karşısında hayretlerinizi gizleyemiyorsunuz. Ve anlıyorsunuz ki, göğünüzde Rabbinizin rahmet bulutları geziniyor. O çöl sıcağına rağmen, siz kardeşlikle serinliyorsunuz. Hatta tavaf halindeyken Beytullah’ın gölgesi üzerinize düştüğünde, “Rabbimiz! Bugün senin evinin gölgesi üzerimize düşüyor. Mahşer günü de Rasulünün livaul hamd sancağının altında ve kevserin başında gölgelendir, soluklandır bizleri.” duasında bulunuyorsunuz.
Oralara gidip de Asr-ı Saadet havasını yansıtacak mekânlara uğramamak olur mu? Hira’ya, Cebel-i Nur’a doğru yol alıyorsunuz. İnsanların Hira Mağarasına doğru adım adım hareket halinde olduğunu görüyorsunuz daha Nur Dağının eteklerindeyken. “Bu insanlar nereye gidiyor, neden gidiyor?” diye düşünüyorsunuz. Evet, onlar vahiyle muhatap olmaya, vahyi karşılamaya, Cebrail (as)’dan dünyanın ilk cümlelerini almaya doğru tırmanıyorlar. Muhammed aleyhisselam gibi vahyi kuşanarak inmek için dizlerine derman yapmışlar sevdalarını onlar. Peygamber olamasalar da, varisleri olarak oradan dönmenin/inmenin muradıyla bakışlarını Hira’ya kilitlemiş bu insanlar. Hira’yı siz de seviyorsunuz, Hira’yla seviniyorsunuz. On dört asır sonra dünyaya gelmiş bir insan olarak, vahyin doğumevi olan şu mağarayla sizi hemhal kıldığı için Rabbinize nasıl şükredeceğinizi bilemiyorsunuz. Duygularınız dilinizde yer bulamıyor, sığmıyorlar oraya.
Asr-ı Saadet’i o muhtevada kılan şey inananların yekvücutluğuydu
Hep Kâbe’de kalmak, hep Kâbe’yle olmak istiyorsunuz. Öyle bir çekim gücü var ki, ondan bir an bile ayrılmayı dünya üzerinde göreceğiniz en büyük zarar olarak kabul ediyorsunuz. İbadetlerinizi, onun etrafında taclandırmak ve kulluğunuza onu şahit tutmak arzusundasınız daima. Orada yerine getirmeniz gereken ibadî görevleriniz olan ihram giymek, tavaf ve say yapmak, namaz kılmak, Kur’an okumakla birlikte tefekkür ibadetinin de mühimliğini kavrıyorsunuz. Ve özellikle burada müminlerin hemen her biri mütefekkir olarak vakitlerini geçirmelidirler, şeklinde içinizden bir istek geçiriyorsunuz.
Bakıyorsunuz bu insan çokluğuna, bu iman izdihamına. Başka hiçbir dinde, ideolojide ve kültürde olmayan bir yoğunluk, bir bereket var burada. Milyonlarca insan, aynı gayede, aynı yönde, aynı ibadette ve aynı samimiyette... Bütün bunların üzerine düşünüyorsunuz ve diyorsunuz ki: “Ya Rabbi! Biz bu kadar Müslüman olmamıza rağmen, nasıl olur da zalimler beldelerimizi işgal edebiliyor? Neden iman eden kardeşlerimiz, zalimlerin tasallutu altından bir türlü kurtulamıyor yıllardır? Yaptığımız ibadetler ve bu çokluğumuz kafirlerin yüreğine ve düzenlerine niçin korku salmıyor?” Daha bu denli nice içinden çıkamadığınız sorularla Rabbinize iltica ediyorsunuz, ağlıyorsunuz, sızlıyorsunuz.
İnsanların yani Müslümanların Kâbe etrafını mesken tutmuş halde iken gözyaşlarının sular seller gibi aktığını görünce; günahlarına, hatalarına, yanlışlarına, isyanlarına yandıklarını hissedince siz de kendi olmazlıklarınızı düşünüp ağlama yolunu seçiyorsunuz. Sonra bir tefekkür hali daha doğuyor sizde: Bizler, yani tüm müminler bu kadar sayıca çok olmamıza rağmen neden hâlâ bir ve beraber değiliz? Neden vahdet’i sağlayamıyoruz? Niçin birleşip güçlenen İslam seli değiliz? Dünya üzerinde bu niceliğe sahip olup da hiçbir söz ve güç sahibi olamamak ne büyük acı, ne büyük günah, ne büyük hata, ne büyük yanlış ya Rabbi! Evet, asıl ağlanılması, asıl sızlanılması gereken en büyük günahımız ve yanlışımız bu değil de nedir ey müminler? Yani hakkıyla ümmet olamayışımız ve birlikte hareket edemeyişimizdir sorunumuz! Bu bize tevbe sebebi olarak yeter de artar bile. Asr-ı Saadet’i o muhtevada kılan şey inananların yekvücutluğuydu. Bunu ikame edememek dünya Müslümanları için ne kadar büyük günah; ah bir anlasak!
Ömrün kalan tüm kısmını Kâbe’ye dönük, Rabbe dönük olarak geçirmek
Vakitler ilerliyor, günler gitgide ayrılığa bırakıyor kendini... Son günlerinizde biraz daha yoğunlaşmaya çalışarak geçirmek istiyorsunuz bu kutlu yerlerdeki mutlu günlerinizi. Gelirken sizden dua isteyen kardeşlerinizi -ve hatta istemeyenleri bile- hatırlayıp hepsine tek tek, isim isim dua ediyorsunuz, Rabbinizden mağfiret talep edip onların da en kısa ve en hayırlı bir vakitte bu atmosfere dâhil olmalarını istiyorsunuz. Değil mi ki duaların ılgıt ılgıt estiği rahmet mekânındasınız! Duaları susturmak olur mu hiç?
Rabbinizden Umrenizi ve diğer yaptığınız tüm ibadat u taatlarınızı kabul etmesini diliyorsunuz. Bir daha nasip olur mu olmaz mı bilmediğiniz için hep yakarış halinde bulunuyorsunuz. Affedici ve affı seven yüce Sahibinizden affedilmeyi diliyorsunuz ümmetçe. Ümmetçe diyorum, çünkü fertliğinizi orada unutmanız gerekiyor. Orası birey olmaklığı ümmet potasında eritme yurdudur. Hangi yurdun misafiriyseniz, oranın kriterlerine uymakla yükümlüsünüz. Hem siz burada Allah’ın misafirisiniz. Bu bilinç adam ediyor her adem’i orada işte.
Gözleriniz, yüreğiniz ve aklınız Kâbe’de kalsa da dönüyorsunuz, dönmelisiniz. Veda etmiyorsunuz özellikle. Etmiyorsunuz ki bir daha nasip olsun, bir daha müşerref olasınız. Allah’ın Rasulünün doğup büyüdüğü ve vahiyle ikinci kez doğduğu ve yürüdüğü mübarek beldelere ayak basıp da gönül rahatlığıyla kim dönebilir ki! Elbette ki içiniz buruk ve kalbiniz yanık olarak Kâbe’ye büyük bir vuslat bakışı bırakıp yüzünüzü ve gönlünüzü çevirip gidiyorsunuz. Ama bu gidişinizi, o andan itibaren ömrün kalan tüm kısmını Kâbe’ye dönük, Rabbe dönük olarak geçirmek için yapıyorsunuz. Bundan sonra hayat hep Kâbe merkezli ve Kâbe renkli olacaktır/olmalıdır sizin için.
Son vakitlerinizdeki dualarınız hep tekrar gelmeye, vahyin kalbinde demlenmeye odaklanıyor. Tüm kardeşlerinize de nasip olsun diye için için yalvarıyorsunuz Rabbinize. En muhteşem ve en mükemmel duygularla bezenmiş olarak ve bitimsiz dualar göndererek Yüceler Yücesine, gözlerinizdeki nemin tazeliğiyle Beytullah’ın sınırlarından usulca uzaklaşıyorsunuz. Ve dilinizde o güne kadar hiç bu kadar kalbî iştiyakla, hissiyatla söylemediğiniz Mekke ezgisi: “Döneceğiz döneceğiz/ Vahyin kalbi döneceğiz/ Geleceğiz geleceğiz/ Mekke bir gün geleceğiz... Senden uzak kalabilmek/ Taşlar gibi yürek ister/ Zalimin eline ko’mak/ Zulüm olmaklığa yeter...”
Rabbimiz! Senin evine misafir olduktan sonra dünyadaki misafirliğimizi unutturma ve bizlere muvahhidce bir yaşam nasip eyle. Amin.
Fatih Pala yazdı
Orda insan renk-giyim, zengin fakir ayrımı yapılmadan Ahiret hizmetlerinin içine dünya işleri sıkıştırıldığını, Türkiyede ise dünya işlerinin içine ahiret işleri sıkıştırıldığını görürsün...