Sıkıştırılmış, küçük evlerden oluşan şehirleri, şehirleri kuşatan asırlık ağaçlarla dolu ormanları ve geniş tarım arazileri ile her köşesine dokunulmuş, dantel gibi işlenmiş bir ülke Hollanda. Baharla birlikte boy gösteren rengârenk laleler, çiçekler, orman gülleri ve sakura ağaçlarıyla masal ülkesi gibi bezenmiş.
Dağı, tepesi olmayan bu dümdüz ülkeyi hayranlıkla dolaşmaya başladık. Deniz seviyesinden bir metre aşağıda olduğu için Netherland yani aşağı ülke adı verilmiş.
Sokaklar ıssız. Yolda yürürken alışverişten ya da koşudan dönen tek tük insanla karşılaşıyoruz. Selam vermeden geçmiyorlar. Güler yüzlü, sakin ve huzurlu görünüyorlar. Yürüme yolunun yan tarafındaki ormanda dolaşan geyikler, sincaplar, kanallarda keyifle yüzen kuğular, kazlar ve ördekler var. Onun dışında başıboş gezen kedi köpek gibi hayvanlar görünmüyor.
Hollanda’da insan sayısından fazla bisiklet olduğu söyleniyor. İnsanlar işe, gezmeye bisikletleriyle gidip geliyorlar. Hatta bakanların, resmi görevlilerin de bisikletle göreve gittiklerini duyunca şaşırdık. Bisiklet yolunda yayaların yürümesi ise yasak. Eğer bir bisikletli yayaya çarparsa yaya suçlu sayılıyor. Yanımızdan bisikletle genç kadınlar geçiyor. Bisikletlerin önüne yerleştirilmiş sepetlerde çocukları ile gezmeye çıkmışlar. Doğum oranı çok yüksek. Dört-beş çocuklu kadınlar hiç de az değil. Hollanda’da aldığımız sürece hiç ağlayan çocuk görmedik. Çocuklar da sakin ve huzurlu. Osmanlı diyarını gezen Seyyah Ubucini’nin sözü geliyor hatırıma; “Türk çocukları, öteki ülkelerdeki çocuklara benzemezler. Üç yıl Türkiye’de kaldım, bir defa olsun bir çocuğun ağladığını görmedim.”
Avrupa’nın en cimri halkı olarak tanımlanıyor Hollandalılar. Evleri çok küçük ve eşyaları az. Geleneksel mimariyi kullanmaya devam ediyorlar. Evlerin dışı sırlı tuğla ile yapıldığından sıva ve boya sorunları yok. Çok fazla rüzgâr ve yağmur aldığı halde binalar hep bakımlı görünüyor. Yeni bina da çok az. Eski yapılara tadilat yaparak kullanıyorlar. Bu kez 15. yüzyılda İstanbul’a elçi olarak gelen Busbecq’in sözü hatırıma düşüyor: “Türkler lüks aramaz. Zengin oldukları halde zarif bir eve sahip olan bir kimseye, bütün Türkiye’yi gezseniz rastlayamazsınız.” Yemeğe çıktıklarında herkes kendi hesabını ödüyor. Evli çiftlerin de hesaplarını ayrı ödediklerini görünce hayret ettik. Bizim gençler hesabın tamamını ödemek için çekiştiklerinde de onlar hayrete düştü. “Neden herkesin hesabını ödemek istiyorsunuz?” derken ki şaşkınlıkları komikti. Tabii Hollandalılar kendilerini tutumlu olarak tanımlıyorlar.
Hollanda’nın tabii bitki örtüsü, Anadolu’daki gibi. Baharda çayırlarda çıkan kuzukulakları, ebe gömeçleri, mancar ve ısırgan otları tanıdık bitkilerden. Parklarında papatya, gelincik ve mine çiçekleri gibi doğal çiçekler var. Bizim gelincik çiçeklerimiz kırmızıdır. Hollanda da ise kırmızı, sarı, turuncu ve beyaz gelincik çiçekleri var. Kanalların kenarlarında ise rengârenk, güzel kokulu orman gülleri bulunuyor. Bizim dağlarımızda yetişen çalı formundaki açelya çiçekleri kokusuzdur. Ancak burada açelyalar çok güzel kokuyor. Hatta rengine göre kokuları farklılık gösteriyor. Doğadaki çeşitlilik bizdeki kadar çok değil. Botanik bahçelerinde ise çeşitlilik çok zengin. Dünyanın her yerinden getirdikleri çiçeklerin yetiştiriciliğini yapıyorlar. Burada yetişen çiçeklerin ise hiç kokusu yok. Büyük saksılara ekilmiş Muhammediye güllerinin ve yaseminlerin kokuları dahi yok denecek kadar az. Çiçek ihracatından sağladıkları gelir oldukça fazla. Hollanda Halkı çok çalışkan, gayretli ve akıllı insanlar. Şehirde dokunulmamış hiçbir yer yok. Çitlerle çevrilmiş alanlarda bakımlı inekler otluyor. Küçük alanlarda ise daha önce görmediğim türde koyunlar bulunuyor. Kralın sarayının karşısında, parkların içinde, yol kenarlarında bu hayvan otlama alanları görmek mümkün. Şehrin ve hatta Zaanse Schans gibi turistlerin çokça bulunduğu yerlerde bile otlayan inek ve koyunlar var. Dolayısıyla et, süt ve süt ürünleri çok ucuz.
Deniz ticaretinin gelişmesiyle, uzun süre karadan uzak kalmaları gereken denizcilerin beslenmesi için dayanıklı peynirler üretmeye başlamışlar. Peynir yapımında çok ustalaşmışlar. Baharatlı, sebzeli ve füme peynirler kurutulup dayanıklı hale getirilmiş. Gouda geleneksel peynirin seri olarak üretildiği yerlerden. Gezdiğimiz peynir müzesinde, peynir üretiminin geleneksel yöntemlerden, teknolojik üretime tebdil edişinin bütün aşamalarını izledik. Sonra sınav yaptılar, peynir şefi rozetimizi alıp çıktık.
Hollanda ekonomik sıkıntı geçirdiği bir zamanda Gouda halkı çok miktarda peynir üretip yurt dışına satarak krizin atlatılmasına katkıda bulunmuşlar. Günümüzde de Amerika’dan Avusturalya’ya kadar bütün dünya ülkelerine tonlarca peynir satıyorlar. Daha sonra iki ekonomik kriz daha yaşanır. Birinde mavi-beyaz çiniler üretirler, diğerinde ise mum ve pipo üretip devlete destek olurlar. Çiniler Osmanlı’dan esinlenerek yapılmış, motifler de yine İznik çinilerinden alınmış. Halâ üretimi devam eden bu ürünler, turistik eşya olarak vitrinlerde yer alıyor.
16. yüzyılda Johan Maurits, Hollanda’nın Brezilya valisi olarak görevlendirilir. Yolculuk hazırlıkları yapılır ve Maurits yanına biyolog, bitki ve hayvan bilimciler ve ressamlar alarak gemiyle yola koyulur. Orada kurulan koloniyi üretim için düzene koyarken bir yandan da doğadaki şifalı otları, değişik bitki türlerini belirleyerek Hollanda’ya gönderir. Fotoğrafın olmadığı o dönem de ressamlar gördükleri her şeyi resimleyerek kalıcı kılmışlardır. Görevi bitince ülkesine dönen Maurits, Dan Haag’da kendisi için bir ev yaptırır. Daha sonraları kraliyet ailesi tarafından satın alınan bu ev müzeye çevrilir. Sergilenen resimlerin çoğu Brezilya da yapılan resimlerdir. Johannes Vermear’ın İnci küpeli kız, Paulus Potter’in Boğa ve Rembrandt’ın anatomi dersi adlı ünlü tabloları bu müzededir. Mauritshuis Müzesi’ni gezerken bazı resimler düşündürdü. Osmanlı kadını kıyafetleri içinde, başları örtülü kadınların resimlerini anlamaya çalıştık. Sonra o dönemde Osmanlı hayat tarzının ve kıyafetlerinin moda olduğunu öğrendik.
Evlerdeki çeşmelerden akan sular içilebilir, temiz su. Sokaklarda ise elinde su şişesi ile gezen insanlar yok. Çünkü belli aralıklarla şehrin her yanına sokak çeşmesi yapmışlar. Önceleri kurnalı olan çeşmeler şimdilerde fotoselli.
Her mahallede bir toplanma evi var. Evde sıkılan emekliler, yaşlılar zamanlarını burada geçiriyor. Ayrıca o mahalleye taşınan yabancılar için kaynaşma ve tanışma yeri olarak kullanılıyor. Özellikle öğrenci olarak gelen gençlere yaşlı insanlar, Hollanda geleneklerini ve tarihini anlatıyorlar. Komşuluk çok fazla yok. İnsanlar dışarıda buluşuyor. Zamanları konusunda çok hassas olan dakik Hollandalılar, erken gelen misafirlerini vakti gelinceye kadar kapıda bekletiyorlarmış.
Dan Haag Kütüphanesi, çok güzel dört katlı bir yapı. Mekân içi yerleştirmeler isabetli yapılmış. Hayret ettiğim ilk şey kütüphanede çocuklara susun denmemesiydi. Gönüllerine göre koşup oynuyorlardı. Çocuklar için mama sandalyeleri, oyuncak havuzları mevcut. Hayret ettiğim diğer şey ise kütüphanede hiç görevlinin olmayışı idi. Öğrenciler ihtiyacı olan kitabı büyükçe bir ekrana okutuyor sonra da kendi kütüphane kartı ile kitabı adına kaydediyor. Hayatın her alanında bu kartlar kullanılıyor. Marketlerde kasiyer yok. Müşteri kendisi aldıklarının barkodlarını okutarak kart ile ödüyor. Benzin istasyonları keza öyle. Kütüphanede bütün ülkelerin kitapları var. Türkiye kitaplığına gittiğimizde şaşkına döndük. Bir tane Kur’an-ı Kerim, bir tane M. Kemal’in Nutuk isimli kitabı, beş-altı tane de yabancı dillerden Türkçeye çevrilmiş popüler kitap. Rafların kalanı boş. Oysa orada çok sayıda Türk öğrenci var. İhmal edilmemesi gereken bir konu.
Hollanda’da her sokakta bir kitap kutusu var. İnsanlar okudukları kitapları bu kutulara bırakıyor. Ya da orada okumadığı kitap varsa alıp götürebiliyor. Kutunun yanındaki bankta oturup güneşlenerek okuyanların sayısı da oldukça fazla. Bizim de yapabileceğimiz güzel bir uygulama.
Hollanda’yı dolaşmaya başladığımız ilk andan itibaren, orada bizden bir şeyler olduğunu sezmiştim. Osmanlı’dan bir dönem çok etkilendiklerini biliyordum ama hala bunu koruduklarını düşünmemiştim. Bizden atasözlerini bile içselleştirmişler. “Herkes kapısının önünü temizlerse şehir tertemiz olur.” gibi.
Babadan oğula aktarılarak kuşaklar boyu devam eden ayakkabıcılar, şekerciler, antikacılar… Lahey Barış Sarayı, birçok müzesi ile gezilip görülmeye değer bir yer Dan Haag. Her yanı kanallarla kuşatılmış olmasına rağmen rutubetsiz temiz havası ile ferah sakin bir yer. Kanalların içinde açan beyaz, sarı, pembe nilüferleri görünce gözlerim Rehayi’nin beytini arıyor:
“Hemân ağlayu geldim cihâna ağlayu gittim ben
San ol nilüferim kim suda bittim suda yittim ben.”
Amsterdam
İskandinav ülkelerinde yaşamakta olan iki adam, bereketli topraklar aramak üzere kayıkla yola çıkarlar. Meşakkatli bir yolculuktan sonra iki adam ve bir köpek karaya çıkarlar. Günlerce gezip dolaşırlar. Suyu bol, birçok yeri bataklık bu kara parçasının yerleşime uygun olmadığına karar verirler. Ertesi gün tekrar yola çıkma niyetiyle o gece uyurlar. Adamlardan biri rüyasında hüthüt kuşunu görür. Kuş ona, oradan ayrılmamalarını söyler. “Bu topraklar da yakında altın çağ yaşanacak” der. Sabah olunca tekrar düşünürler ve hüthüt kuşuna itimat edip kalmaya karar verirler. Zamanla başka insanlar da gelip yerleşmeye başlar. İki adam ve bir köpeğin karaya çıktığı yere liman yapılır. Deniz ticareti gelişir. Amstel Irmağı’nın kenarına kurulan şehir, üzerine yapılan bent (dam) ile Amsterdam adını alır ve başkent olur. Kanallar tahkim edilerek suyu kontrol altına alırlar ve yel değirmenleri ile pompalayarak belli bir seviyede tutarlar.
Her geçen gün limana gelen tüccar sayısı artar. Limanın hemen karşısına tüccarların konaklaması için Victoria Otelini inşa ederler. Şehir zenginleşmeye başlar ama başka bir tehlike baş gösterir. Gemilerle salgın hastalıklar da şehre girer. Tarih boyunca su baskınları, salgın hastalık ve yangınlar yüzünden çok sıkıntı çekerler. Şehir defalarca yanar ve en sonunda evlerini taştan yapmaya karar verirler. Canlarını çok yakan bu üç sıkıntıyı işaret eden üç siyah çarpı işareti bayraklarında da yer alır. Kanallarla çevrilmiş bu ülkede toprak az olduğu için pahalıdır ve yapılan evler büyüklüğüne göre vergilendirilir. Onun için küçük evler yapmayı tercih etmişler. Amsterdam’da evler 15-20 m² civarında. Merdivenlerden eşya çıkarmak mümkün olmadığından her binanın çatı kısmında büyük kancalar bulunuyor. Taşınanların eşyalarını dışarıdan çekerek camdan içeri almaktan başka çareleri yok. Restore ettikleri eski binalarda yaşıyorlar. Yeni yapılmış çok fazla bina yok. Evler en fazla dört katlı. Hollandalılar üzerinde yaşadıkları toprakların ve içerdiği tehlikelerin bilinciyle bir yerleşim kurmuşlar.
1600’lü yıllara gelindiğinde artık Hollanda da pek çok şirket deniz ticareti ile meşgul olmaktadır. Güneydoğu Asya’daki fırsatları fark eden şirketler birbiriyle yarışarak seferlerini artırırlar. Hollanda yönetimi, bölgeye yönelmiş diğer devletleri de biliyor ve şirketlerinin kendi aralarında rekabet etmek yerine bu ülkelerle rekabet etmelerini istiyordu. Nihayet 1602 yılında Hollanda’nın irili ufaklı bütün şirketleri bir araya gelerek Birleşik Doğu Hindistan Şirketini (VOC) kurarlar. Şirketin kurucusu Johan van Oldenbarnevelt’tir.
Doğu Hindistan Şirketi ilk olarak Endonezya’nın çevresindeki adalardan başlar. Oradaki baharat ticaretini ele geçirmeye çalışır. Büyük ölçüde de kontrolü sağlar. “Savaşsız ticaret, ticaretiz savaş olmaz” diyerek, Cakarta’yı ele geçirirler ve o bölge halkının Hristiyanlaştırma faaliyetine başlarlar. Müslüman davetçilerin bölgeye girmesine izin verilmez. Çünkü daha önce ele geçirdikleri yerlerdeki Müslümanlar onlara karşı hoşnutsuzluk göstererek direniş sergilemişlerdi. Gittikleri yere garnizon kuran sömürgeci Hollandalılar, Müslümanların ibadetlerini yapmalarına ve hacca gitmelerine engel olurlar. Daha sonra kendilerinin tahsis ettiği gemilerle hacca izin verse de yüzyılın sonuna kadar hacdan dönen Müslümanlar en büyük korkuları olmuştur. Avrupa’nın diğer devletleri köle ticareti yaparlar. Ancak mezhepleri köleliğe izin vermez. Çareyi mezheplerini değiştirmekte bulurlar. Artık önlerinde engel kalmamıştır. Sömürgeci olarak işgal ettikleri topraklarda köleleri çalıştırarak koloniler kurarlar. Kendi ordu ve kalelerini kuran, gittikleri yerlerde ciddi katliamlar yapan bu şirket Avrupa’nın kirli yükselişini sağlamıştır.
Willem Alexander, Hollanda kralı. 27 Nisan 1967 yılında doğmuş. Kralı çok seven halk her yıl sokaklara dökülerek doğum gününü kutluyorlar. Her şeyin serbest olduğu o günde, kral som altından yapılmış arabasıyla çıkar ve halkı selamlar. Sömürgeleştirdikleri Surinam’dan gasp edilen altınlarla yapılan araba günümüz Hollandalılarını rahatsız ettiği için kraldan o arabayı kullanmamasını rica etmişler. Araba müzeye kaldırılır ve Kral Willem ülkesinin kölelik geçmişi için özür diler; “İnsanlığa karşı işlenen bu suç için af diliyorum. Kölelik geçmişinin etkileri ırkçılık yoluyla halâ hissediliyor.”
Limana gelen gemi sayısı arttıkça, Victoria Oteli yetersiz gelir. İhtiyacı karşılayacak şekilde büyütmek gerekmektedir. Otelin hemen bitişiğindeki küçük ev bir Yahudiye aittir. Evi satın almak isterler ancak Yahudi satmayı kabul etmez. Bunun üzerine küçük evin hemen yanına ikinci otel yapılır. İki büyük, görkemli otelin arasındaki o küçük ev hala orada durmakta.
Başka bir Yahudi, Anne Frank’ın evi’de Amsterdam’da. Nazilerden gizlenerek 25 ay yaşadıkları ve günlüğünü tuttuğu ev müze haline getirilmiş.
İkinci dünya savaşı yıllarında Almanya, Hollanda yönetiminden elindeki Yahudileri teslim etmesini ister. Bu istekleri kabul görmez. Aralarında bir savaş olur ve Almanya Rotterdam’ı bombalar. Ayakta tek bir bina kalmaz. Ardından Amsterdam’a yönelirler. Bunu göze alamayan Hollanda teslim olur. Ülkenin en değerli müzeleri, sanat eserleri bu şehirdedir. Teslim olur ve Yahudileri teslim etmeyi de kabul eder. Evi iki Victoria Oteli arasında sıkışıp kalmış olan Yahudi, durumu anlayınca otel yöneticilerine evini satmayı teklif eder. Kabul etmezler, aciz kalan adam evin çatısından atlar ve ölür. Ailesi ile birlikte iki yıl gizlenerek yaşayan Anne Frank, ihbar edilerek yakalanırlar. Henüz on altı yaşında iken Auschwitz kampında hastalanarak ölür. Geriye bütün o zor zamanları anlattığı günlüğü kalır. Annesi ve ablası da aynı kampta ölürler. Yalnızca babası kurtulur ve kızının günlüğünü kitap olarak bastırır. Amsterdam sokaklarında gezerken bazı evlerin önünde yere raptedilmiş kurşun levhalarla karşılaştık. O evden alınıp toplama kampına gönderilen ve bir daha geri dönemeyen Yahudilerin isimleri imiş.
Anne Frank’ın Kitty adını verdiği günlüğünden:
“Sana kendimizden bu kadar çok bahsediyor olsam da aslında yaşantımızın yalnızca küçük bir bölümünü biliyorsun. Bombalar atıldıkça kadınların nasıl korktuklarını, örneğin pazar günü 350 tane İngiliz uçağının İjmuiden’e attığı yarım milyon kilo bombanın, rüzgârın salladığı otlar gibi evleri nasıl titrettiğini, burada kaç bulaşıcı hastalığın olduğunu… Bütün bunları bilmiyorsun. İnsanlar sebze ve akla gelebilecek her şey için kuyruklarda bekliyorlar. Doktorlar hastalarını ziyaret edemiyor çünkü gözlerinin önünde arabaları çalınıyor. Her yerde hırsızlık ve yağma var. Öyle ki insanlar kendilerine sormadan edemiyorlar: ‘Bu Hollandalılara ne oldu böyle, hepsi hırsız mı kesildi birdenbire?’”
Sadettin Ökten Hoca’mızın bir konuşmasında anlattıkları konuya ışık tutuyor: “Birinci ve İkinci Dünya Savaşları aslında dünya savaşı değildir. Bu batının kendi iç savaşıdır. Kendi düşünürleri bile bu savaşların nasıl olduğuna akıl erdiremiyor.”
Amsterdam, şehri pasta dilimleri gibi bölen kanalları, küçücük evleri ve görkemli müzeleriyle keyifli bir şehir. İnsanlar, parklarda oynayan çocuklar gibi rahat ve kaygısız. Ancak karşımıza çıkan bazı yapılar bu rahatlığın çok da kolay elde edilmediğini gösteriyor. Amsterdam’ın çeşitli stratejik yerlerine yapılmış okçu kuleleri, şehrin sık sık tehlikeye maruz kaldığını gösteriyor. Denizcilik çok gelişmiş ama arka planında epey sıkıntı var. Ticaret ve deniz savaşlarına giden denizcilerin üçünden biri sağ olarak geri dönebilirmiş. Limanı gören bir yerde inşa edilen evde, kadınlar gözlerini ufka diker, eşlerinin ve oğullarının yollarını gözlerlermiş. Gemiler limana yanaştığında sevincin kucaklaşmanın yaşandığı ya da gözyaşı ve hicranın hakim olduğu bir yer burası. Çoğunlukla gözleri yaşlı bekledikleri bu yapı, daha sonraları ağlama evi (weeping tower) olarak anılmış.
Amsterdam’da pek çok müze var. Rijks ve Van Gogh Müzeleri en çok ziyaret edilenler. Vincent Van Gogh’un resimlerinden övgü ile söz eden yazılar okumuştum. Ancak ressamı anlayamadım. Muhtemelen yeni bir tarz oluşturmayı denediler, diye düşünmüştüm. Karmakarışık, özenilmemiş bir fon üzerine resmedilmiş natürmortlar tablonun yarım kaldığı hissini oluşturuyor. Oysa ayağı kırıldığında kiliseye gidemediği için üzülen annesine yaptığı kilise resmi güzel resim yapabildiğini gösteriyor. Resimlerinde perspektifte de ciddi sıkıntılar var. Oysa Amsterdam’daki kanallar için çizdiği açılabilir köprü projeleri de teknik resim olarak gayet güzel. Amerikalı bir beyin doktoru, Van Gogh’un beyninde ur olduğunu ve dünyayı öyle gördüğü için, öyle resmettiğini söylemiş. Kardeşi Teo’ya yazdığı mektuplarda anlattıklarına bakılırsa, zorlu ve çok yoksul bir hayat sürmüş. Hayatta iken tek bir tablosunu satamamış ressam, ölümünden Sonra birden ünlü olmuş. Van Gogh resimleriyle bezenmiş hediyelik eşyalar, kırtasiye malzemeleri ve giysi kreasyonlarıyla ciddi bir turizm geliri sağlıyor. Kardeşinin yeni doğan çocuğu için yaptığı bahar dalı tablosu, ayçiçekleri ve yıldızlı gece ünlü eserlerinden bazıları…
Hollanda da yaşayan yabancı sayısı oldukça fazla. Hizmet alanında çalışan siyahiler, Hintliler, pizzacı İtalyanlar ve kebapçı işleten Türkler. Kurulan sebze-meyve pazarlarının satıcılarının da alıcılarının da çoğunluğunu Türkler oluşturuyor. Ülkedeki muhalefet daha fazla yabancının ülkeye girmesini istemiyor. Yapılan baskı sonucunda hükümet 8. Temmuz’da krala istifalarını sundular.
Alkol ve uyuşturucunun serbest olduğu ülkede, sarhoş ya da taşkınlık yapan birine rastlamadık. Kuralların sıkı konduğu, sınırların esnetilmeden yerleştirildiği bir ülke Hollanda. Halkın yarısından fazlası kendisini ateist olarak tanımladığı için devletin resmi dini yok. Kilise sayısı da oldukça az. Hatta cami sayısı daha fazla. Cuma günü cemaat dışarı taşmıştı. Namazdan sonra dışarı çıkanlar arasında Hollandalılar da vardı. Dışarıdaki kurallara uyduğu sürece insanların iç dünyalarında ne yaşadıkları ile ilgilenilmiyor. Bizim ülkemizde ise hâlâ pek çok kişi şeytanın oyunlarına teslim olmamak için mücadele ediyor. Öyle olunca da Hollanda’daki huzur illüzyonu inşallah bizim topraklarımızda karar kılamayacak.