Gittikçe uzaklaşıyoruz birbirimizden. Korkularımız tutkularımız giriyor aramıza. Korkularımızdan kurtulmakla tutkularımıza tutunmak arasında gidip geliyoruz. Uzaklaşmak ve yakında olmak…

Bir taraftan çözmeye çalışırken iplerimizi, diğer yandan bağlanıyoruz. Her geçen gün yeni bir düğüm atarken hayata, her gün bir düğüm çözülüyor oysa. Tutkuyla sarıldığımız dünyadan her gün bir gün uzaklaşıyoruz.

Mübarek zilhicce ayının içerisindeyiz. Hac ve Kurban gibi sembolik anlamlar yüklü, oldukça derin manalar içeren mali ve bedeni iki ibadeti yerine getirecek Müslümanlar bu ayda. Kurban kelimesi kurbiyet’ten geliyor, yakınlık anlamında. Yani kurban kelimesinin akraba ile bir akrabalığı var. Yakınlaşmak, yakın olmak, yakınında durmak. Oysa şimdi ne kadar uzağız birbirimizden. 

Dünyanın dört bir yanından beyaz kefenlere bürünmüş Müslümanlar rengi ırkı fark etmeksizin beyazda eşitlenmiş bir vaziyette o büyük kutsal randevu için kutsal topraklara akın ediyorlar. Sadece renkte değil, aynı değerdeki ihramın içinde sınıfsal bir eşitlik de söz konusu görünürde. Kimliğimizi örten elbiselerden, ağırlıklarımızdan, titrlerimizden sıyrılıp, kişiliğimizi meydana çıkaran beyazlar içinde yeni bir sayfa açmak için milyonlarca Müslümanın; esir Aksa’nın, üzerlerinde ölümün her türlüsünün denendiği Filistinli, Gazzeli Müslümanların, işgal edilmiş toprakların semalarından uçarak Kabe’ye akın etmeleri, o büyük gururun sevincin yanında ne büyük bir mahcubiyet değil mi. Acılar insana uzun cümleler kurduruyor bazen, bazen de boğazına düğümleniyor kelimeler insanın.  Müslümanların kaynakları katar katar okyanus ötelerine akarken, Kabe’nin burnunun dibinde, Ravza-ı Şerîf’in başı yanında açlıktan ölen çocuklara bir torba un yetiştirememek nasıl bir mahcubiyet. Zemzem kuyularına yakın bir mesafede bir damla suya muhtaç çocukların çığlığını duymamak nasıl bir sağırlık.

Oysa hac bir seferberlik çağrısıdır. Bu çağrıya uyan Müslümanlar üniformalarını giyinmiş olarak, mülk senin, yegâne güç ve kudret sahibi sensin, buyur Allahlım emret diye tekmil vermeye giderler Kâbe’ye. (Kâbe gidilesi bir yerde mi, yoksa gelinesi bir mekân mı, biz Kabe’nin neresinde kalıyoruz.) Dolayısıyla hac bir tavır alma, duruş sergileme halidir, bir gösteriyi temsil eder. Bu gösteriyi Kabe’ye tepeden bakan gösterişli kibir kulelerinden Beytullah’ı seyretmek olarak algılıyorsak vay halimize… Sahi Müslümanlar Allah’ın evini kuşatan kapitalizm ’in bu kibir kulelerine karşı neden bir eylem koymazlar ortaya. Neden şeytan taşlama makamında taşa taş atarız da taşlaşmış şeytanın lüks odalarında konaklamakta bir beis görmeyiz. Gerçekten bir beis yok mu yoksa. Kapitalizm kendi günahlarını zemzemle sunuyor Allah’ın evinde sofralarımıza. Her şeyi temiz kılmaya yeter mi Hacer’in umudu, İsmail’e hayat olan zemzem, şeytanlaştırılmış herhangi bir şeye ad olmakla. Hani İbrahim, putları kıran balta nerede?


ibrahim
içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine 
yenilerini koyan kim

güneş buzdan evimi yıktı
koca buzlar düştü 
putların boyunları kırıldı 
ibrahim
güneşi evime sokan kim

asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasır put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı
ibrahim
gönlümü put sanıp da kıran kim

Asaf Hâlet Çelebi

Ne yapabiliriz deyip uykusu kaçanlardan ne yapabiliriz ki deyip uykuya dalanlara doğru bir evrilme değil mi bu. Halbuki olmadık yerde, çölün ortasında hiç olmayacak bir şeyi, suyu arıyordu Hacer. Bunun mantıksal ve bilimsel akılla açıklanacak bir yanı olmayabilirdi sönmüş volkan vadisinde. Ama çaresiz olmadığının farkındaydı Hacer. Öyle olsaydı şayet, oturur ağıt yakardı İsmail’ine. Gökten bir mucize gelmeyeceğinin de farkındaydı otururken, gelecekse aramakla gelecekti. Darda kalmışların yardımcısı güç ve kudret sahibi yüce Allah’tır, oturup ağıt yakmanın değil, kalkıp aramanın, koşmanın vaktiydi vakit. Büyük bir aşk ateşinin tutuşması, kalbî bir umut, derin bir teslimiyet, üstün bir gayret göstergesiydi. Bu umut, teslimiyet ve gayretin sonucunda çöl hayat ırmağı oldu Hacer’e ve İsmail’e.  Milyonlarca Müslüman bu arayışı, bu teslimiyeti, bu aşkı ve bu eylemi sembolik olarak Safa ve Merve tepeleri arasında Hervele yaparak yerine getirirler. Hacer’in bu eylemi önümüzde dururken, Müslümanların bu eylemsizliğini, başımızı önümüze düşürecek bu mahcubiyeti nereye koyacağız. Birçok sembolik davranış ısrarla tekrar tekrar yapılıp, yüksek bir eylem konulurken ortaya, bu geri çekiliş, bu eylemsizlik niye. Müslüman coğrafyanın ortasında üzerlerinde ölümün her türlüsünün denendiği, yerlerinden yurtlarından edilen Gazzeli Müslümanlar için batı şehirleri sokaklarında gördüğümüz fotoğrafı Yemen gibi bir iki örneği istisna edersek, Müslüman coğrafyada bulunan şehirlerin sokaklarında tavır almaya zorlayacak etkili ve nizami eylemleri, çocuklar hunharca öldürülüyor ama insanlık ölmedi dedirtecek bir yeniden diriliş ruhunu neden göremiyoruz. Neden kelimelerimiz hep boğazımızda düğümleniyor, cümlelerimizi kurarken neden hep bir hesabın içerisindeyiz. Batı şehirlerinde sokaklar hareketli ve sıcakken, coğrafyanın dini olmaz ama Müslüman coğrafyadaki şehirlerin sokakları neden sessiz ve buz kesiyordu. Siyonistlerin bu acımasız ve pervasız tavrına karşı tavır alan; ticari ilişkilerin kesilmesi, diplomatik ilişkilerin askıya alınması gibi eylemleri batılı ülkelerin liderlerinden, siyasetçilerinden gördük de neden Müslüman ülkelerin siyasetçilerinden göremedik ve neden Müslümanların elleriyle emekleriyle büyüttükleri STK’ların buna karşı söyleyecekleri sözleri olmadı. Karşı çıkanlar cezalandırılırken neden sessiz kaldık. Neden bizim sokaklarımızda her şey olağan seyrinde akıyormuş havası var. Bu mahcubiyetle gidiyoruz Kutsal randevuya. Bin yılların kavgasının kinini güdüyor Müslümanlar. Bin yılların acısının yasıyla yaşıyorlar hala. Ama taze acılardan habersiz fevç fevç gidiyoruz kutsal randevuya.

Allah’ın Beyti’nde toplanıyoruz, Kabe’ye yüz süreceğiz, Resul’ün huzurunda boyun bükeceğiz, mazlum halimizi arz edeceğiz. Gerçekten mazlum muyuz, zalimin hışmına uğramak mazlum olmak için yeterli bir sebep midir? Bütün bunları konuşmak için toplanmak değilse nedir Hac. Hac bir semboller manzumesi ama sembolik eylemler manzumesi değildir diye bir hüküm cümlesiyle bitirelim konuyu.