Hafız Mehmet Ali Sarı: İstanbul'un en yüksek binaları camilerdi

Vefat yıldönümü münasebetiyle Salih Şeref’i hocayı sormak için ‘Asrın Hafızası’ olarak vasıflandırılan Mehmet Ali Sarı Hocanın kapısını çaldık. Kendisiyle Fatih Camii’ndeki ders halkalarını, İstanbul İmam Hatip Lisesi’nin açılışını, Osmanlı’nın ilmi geleneğini liseye taşıyan muhteşem hoca kadrosunu ve elbette Ağa Camii’nde geçen yıllarını konuştuk.

Hafız Mehmet Ali Sarı: İstanbul'un en yüksek binaları camilerdi

Hocam, 1 Haziran Cuma günü Salih Şeref hocanın vefat yıldönümü. Kendisiyle tanıştınız mı? Onun hakkında bize neler söyleyebilirsiniz?

Kendisini tanıma fırsatım oldu ancak çok yakından değil. Fatih Camii’ndeki dersler sırasında birkaç kez karşılaşmıştık. Bu sebeple hakkında çok fazla şey bildiğimi söyleyemem. Bizden büyüktü. Aramızda en az 10 yaş vardı. Ben Fatih Camii imamı hafız Ömer Efendi’den Kur’an ve talim dersi alıyordum. Salih Şeref ve arkadaşları da Hüsrev Aydın Hocadan hadis dersleri alıyorlardı. Hüsrev Hoca meşhur bir zattı, Balkan muhaciriydi. Onun etrafında minberin yanında halka oluyorlar ve bir hadis kitabı takip ediyorlardı. Fakat o hadis kitabı Buhari miydi, Müslim miydi, yoksa başka bir eser miydi bilmiyorum. Ben de o halkaya birkaç defa oturdum.

Biz onlara göre daha gençtik. Ben sonra Ömer Efendi’den ayrıca birkaç sene Arapça da aldım. Bir fıkıh kitabını birlikte okuduk. Aynı ortamda olduğumuz için de o sıralarda Salih Şeref’i camide görürdüm. Uzun boylu, endamlı biriydi. Tabii bahsettiğim dönem 1949-50’lilere denk geliyor. Anadolu’dan İstanbul’a yeni gelmiştim. İstanbul’a 1947’de geldim ve 15 yaşındaydım. 15, güzel bir yaş ama İstanbul’a yeni gelen bir çocuk için sıkıntılı bir yaş. İstanbul’daki imkânları öğrenmek ve değerlendirmek için geç bir yaş. Çok şükür, hasbelkader Ömer Efendi’ye talebe olduk.

Diyanet’te çalıştığınız dönemde karşılaştınız mı peki?

Hayır karşılaşmadık. Onlar Fatih’teydi. Ben de tabiri caizse Avrupa’daydım. Görev için Beyoğlu Ağa Camiinde yer bulmuştum o zaman. Bunda da hikmetler var tabii. Dönemin ulaşım imkânlarını düşünürsek Beyoğlu ile Fatih birbirine çok uzaktı. Mesafe olarak yakın ama ulaşım zordu. Önce tramvaya bineceksiniz ve Eminönü’nde ineceksiniz. Oradan yine bir tramvaya veya otobüse daha binip Fatih’e gideceksiniz. Ayrıca maddi imkânsızlıklar da vardı. Tramvayda birinci mevkii 5 kuruş, ikinci mevkii de 3 kuruştu. Biz ikinci mevkie binerdik ucuz olduğu için. Bazen de tramvaya asılırdık vatman gelirken inerdik.

Beyoğlu’nda ve Ağa Camii’nde kalmak size neler kazandırdı, hayatınızı nasıl etkiledi?

Beyoğlu’nda kaldığım için Fatih tarafından pek nemalanmadım. Hep Taksim, İstiklal Caddesi ve Beyoğlu Ağa Camii civarındaydım. Bu sebeple ayrı bir dünyam vardı. Arkadaşlarım ise Suriçi'nde kalan camilerin medreselerinde kaldılar. Ben orada yer bulamamıştım. Tam 17 sene Ağa Camii’nde kaldım. İmam hatip öncesi, lise yılları ve Yüksek İslam Enstitüsü’nü okurken. Orada farklı bir çevrem oldu. Yüksek İslam Enstitüsü’ne devam ederken konservatuara gittim. Geriye dönüp baktığımda çok şey elde ettiğimi görüyorum. Fakat bugün onları muhafaza etmekte zorlanıyorum. Öncelikle hafızlık. Sürekli tekrarlanması, çalışılması gereken ilahi bir nimet. Musiki de ilgi istiyor.

Beyoğlu’nda kalmam bana farklı ufuklar açtı. Eğer arkadaşlarım gibi Fatih veya Süleymaniye’deki medreselerde kalsaydım şu an daha farklı bir yerde olurdum. Ağa Camii’nde çok farklı insanlar tanıdım. Vehbi Koç bunlardan biriydi mesela. O zamanlar Şişli Camii yoktu. Bütün meşhur hafız ve vaizler Ağa Camii’ne gelirlerdi. Ben de onları dinlerdim. Onları tanıma fırsatı buldum. Bununla ilgili “Gördüğüm ve Dinlediğim İstanbul’un Meşhurları” başlığıyla bir kitap da hazırladım ve Kültür AŞ’ye teslim ettim. Ne zaman basılır bilemiyorum.

Salih Şeref ve arkadaşları sesiyle ünlenmiş hafızlardan değillerdi. Yani Kur’an tilavetiyle öne çıkan isimler değillerdi. Dolayısıyla bu vesileyle de yollarımız çakışmadı.

İstanbul İmam Hatip Lisesi’nin ilk talebeleriydik”

Ağa Camii’nde ders halkaları olur muydu?

Ders halkaları olmazdı. Dediği gibi Ağa Camii’ne vaizler gelirdi. Vaaz ederlerdi. Mevlithanlar gelirdi. Her gün mevlit okunurdu. Ramazan’da mukabele okuyan hocalar gelirdi.

Kimler gelirdi hocam, hatırladığınız isimler var mı?

Mesela meşhur hafız Sami’nin yeğeni hafız Cevdet Soydanses vardı. Sonradan Şişli Camii’nin ilk imamı oldu. Yeni Cami’den gelen hafız Nuri Efendi gelirdi. Beyoğlu’nda Cihangir Camii’nden Mustafa Efendi vardı. Bunlar çok âlim insanlardı. Hem pratikleri hem nazariyatları vardı. Ondan sonra büyük mevlithanlar vardı. Mecit Sesigür ve Ali Gülses bunlardandı. Ali Gülses, Melihat Gülses’in kayınpederidir. Yine hafız Esat Gerede’yi de zikretmek lazım.

Hafız Ömer Efendi’den başka nerelerde okudunuz?

O sırada Türkiye’de 7 tane imam hatip okulu açılmıştı. Bunların birisi de Fatih Draman’daydı. İstanbul İmam Hatip Lisesi’nin ilk talebeleriyiz biz. Benim numaram 62 idi. Yani kayıt yaptıran 62. öğrenciydim. İmam hatip yıllarımız çok mahrumiyetler içinde geçti. Yol yoktu, her taraf çamur içindeydi. Üstelik liseye 19 yaşında başladım. İmam hatip liselerinin açılacağını duyunca biz de bekledik. Orta kısımları daha önce açılmıştı. Bizim liseye başladığımız yıl ilk mezunlarını verdi. Onlar da bizim sınıf arkadaşımız oldu. Düşünebiliyor musunuz, 19 yaşında bir gençle 11-12 yaşındaki çocuk aynı sıralarda okuduk. Sıra arkadaşım da onlardan biriydi: Saim Yeprem. Şu anda Aydın Üniversitesi’nde hocalık yapıyor. Sonrasında arkadaşlığımız hep devam etti.

İmam hatip liselerinin ilk öğrencileri olarak nasıl bir eğitim aldınız? Okul yeni açılmıştı yeterli hoca var mıydı?

Biz imam hatip liselerinin en şanslı öğrencileriydik. Bizim kuşağımız Osmanlı’dan gelen hocaları gördü, onlardan ders aldı. Dediğiniz gibi okul yeni açılmıştı ve hoca açığı vardı. Bunu Kur’an kurslarından tedarik edemediler. Çünkü İstanbul’da o dönemde sadece bir tane Kur’an Kursu vardı. O da Nuruosmaniye Kur’an Kursu idi. 1932 veya 33’lerde açılmıştı. Başında dönemin meşhur hafızlarından Hasan Akkuş vardı. Bu sebeple imam hatip lisesindeki derslerimize Osmanlı’nın son dönemlerinde yetişmiş hocalar girdi. Hepsinin yaşı 70’in üzerindeydi. Hatta bazıları 80 civarındaydı. Mesela meslek derslerimize İstanbul Müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen girerdi. Onun Hukuk-i İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu adında kocaman bir eseri var. İstanbul Hukuk Fakültesi kıyama durmuştu o eser karşında.

Yine Eminönü Müftüsü Bekir Haki Yener de hocamızdı. Âlim bir adamdı. Fatih Camii baş imamı Ömer Efendi orada da hocam oldu. Medineli Hacı Osman Efendi vardı, Beykoz’dan gelirdi. Gül Camii’nden bir hoca gelirdi. Çok gayretli biriydi. Erkenden gelir talebeyi özel çalıştırırdı. Hat dersleri verirdi. Ali Rıza Sağman da Kur’an-ı Kerim hocamızdı. Eski hocalar bize ders verirken biraz zorlandılar tabii. 5-10 kişilik halkalara alıştıkları için 50-60 kişilik sınıfta ders yapmak zor geldi onlara. Öğrencileri susturmak ve disiplini sağlamak zor işti. Aynı zorluğu Yüksek İslam Enstitüsü’nde de yaşadılar. Kültür derslerimize giren hocalar arasında Tahir Alangu ve Mahir İz gibi çok kıymetli isimler vardı.

“Biz ilim ve hizmet sevdalısıydık”

Mahir İz edebiyat hocanızdı öyleyse?

Evet. Ayrıca Nihat Sami Banarlı da girmişti derslerimize. Bunlar gerçekten hocaydılar. Kemal Edip Kürkçüoğlu da hocalarımızdandı. Büyük insanlardı. Hem devlet adamı hem da maarifçiydiler.

İmam hatipte Ömer Efendi’den başka Fatih Camii’ndeki halkalarından derslerinize giren hoca oldu mu?

Fatih Camii’ndeki ders halkalarından dersimize giren başka hoca olmadı. Diplomaları veya resmi belgeleri yoktu. Bizim derslerimize giren eski hocaların ellerinde medreselerden aldıkları diplomaları vardı.

Hocalarınızdan hep hürmetle bahsediyorsunuz. İnsan imreniyor. Olumsuz örnekler yok muydu?

Mesela Cemil Yener diye bir hocamız vardı. Matematik hocasıydı, bir müddet okulun müdürlüğünü de yaptı. Sınıfta bize “Burada niye duruyorsunuz, gidin liselerde okuyun” derdi. Küçümsemek şöyle dursun yok sayardı imam hatip lisesini. Biz de “burası da lise değil mi” derdik. “Değil” derdi. Ama biz onu hiç dinlemezdik, söylediklerini umursamazdık. Derslerimize sarılırdık, çalışırdık.

İlk mezunlarla sonraki imam hatiplileri mukayese ettiğimizde biz müthiş bir ilim ve hizmet sevdası içindeydik. Bizim o gayretimizi ölçecek bir alet yok. Sözlere de sığması mümkün değil. Neden bunu söylüyorum. Çünkü imkânlar sınırlı. O dönemde bugünkü refah ortamı yok. Arabalar, servisler, metrolar yoktu. Biz tıklım tıklım tramvaylarda giderdik okula. Büyük bir çileydi ulaşım. Ama biz bunu müthiş bir aşkla yapardık. Bazen Eminönü’nden Balat’a yürüyerek çıkardım. Biz böyle olduğumuz için muazzam bir eğitim aldık. Kitapları okumadık, yedik adeta.

Peki hocam, sonraki yıllarda İstanbul İmam Hatip Lisesi’nin öğrenmen ihtiyacı nasıl karşılandı?

Biz liseden 1959’da mezun olduk. Yüksek İslam Enstitüsü de aynı yıl açıldı. Oranın da ilk talebeleri bizlerdik. 1963’te ilk mezunlarını verdi. Ondan sonra imam hatip lisesi ilk hocalarına kavuştu. Yani biz okuduğumuz okulun ilk hocaları olduk. Çok enteresan bir tecrübeydi. Öğrenciyken yaşlı hocalarımıza hizmet ederdik. Bir arzuları olduğunda bize seslenirler “Oğlum Mehmet Ali bir çay getir” derlerdi. Ancak öğretmenler odasına hoca olarak girdiğimizde bambaşka bir tavırla karşılandık. Hemen “Mehmet Ali Bey” diye hitap ettiler. Hem öğrencileri idik hem de stajyer öğretmendik ama şahsiyetimize saygı gösterdiler. Değer verdiler. Çok kibar insanlardı. Bizi hemen öğrencilikten hocalığa yükselttiler. Şahsen onlardan çok faydalandım.

Ayrıca, sanırım 1954 veya 1955’te, Anakara İlahiyat Fakültesi ilk mezunlarını verdi ve oradan liseye yeni hocalar geldi. Onlar çok iyi yetişmemişti. Normal lisede okuyup oradan ilahiyata geçmişler. Liselerde din adına doğru düzgün ders yoktu ki. Yine yeni açıldığı için ilahiyatta da düzgün bir kadro yok. Hatırladığım kadarıyla Hayati Ülkü o hocalarımızdan biriydi. Buna rağmen biz onlara da saygıda kusur etmedik. Hoca olarak gördük. Çünkü böyle bir terbiye almıştık.

“İbadet eder gibi ders verirdim”

Kendi okulunuzda öğretmen oldunuz ve ilk tecrübenizdi. Nasıldı hocalık yapmak?

Benim imam hatip lisesine öğretmen olduğum zamanki heyecanımı anlatmam mümkün değil. Mabede girer gibi girerdim sınıfa. İbadet eder gibi ders verirdim. Talebelerim de çok güzeldi. Nefes almadan dinlerlerdi beni. O manzaralar hala gözümün önündedir. Bizim o nesil bugünün Türkiye’sini omuzlayan Recep Tayyip’leri yetiştirdi. Mecliste 70-80 tane imam hatip kökenli milletvekilimiz var.

Hangi derslere giriyordunuz?

Ben Kur’an-ı Kerim, siyer ve akaid derslerine girdim. Yani meslek derslerine. Yine müzik derslerine de girdim.

O yıllarda İstanbul nasıldı? Hatırınızda kalan özel bir şey var mı?

Benim geldiğim zaman İstanbul 700 bin nüfusluydu. En büyük binaları camilerdi. İstanbul’un en yüksek binaları camileriydi. Uzaktan Yavuz Selim, Süleymaniye, Beyazıt Camii görünürdü. Yine Sultanahmet ve Ayasofya her zaman ufuktaydı. Ufuk çizgisi camilerle dolardı. Onların arkasından güneş batarken müthiş bir manzara ortaya çıkardı. Şimdi artık koca binalar arasında camilerimiz kayboluyor. Harem-i Şerif de öyle. Bizim ecdadımız böyle bir şey yapmamış. Mesela Kâbe-i Muazzama’nın etrafındaki revakların yüksekliği ondan yüksek değildir ve bu bilinçli yapılmıştır. Bu incelik Osmanlı inceliğidir. Şimdi biz bunları kaybettik. Bu muhteşem bir hürmet anlayışıydı.

Bizim neslimiz için bu inceliği kavramak çok zor hocam.

Hem de çok zor. İstanbul’dan Viyana önlerine nasıl gittiklerini anlamak kadar zor. Yürüyerek gidiyorlar. Ben bunu anlayamıyorum. Şimdiki nesiller bu değerlere yabancı. Camilerdeki büyük hattatların yazılarını okumaktan aciz. Namaz kıldığı caminin kapısındaki yazıyı okuyamıyor.

“Şimdi olsa hocanın ayaklarının dibinde otururdum”

Kemal Batanay hocayla nasıl tanıştınız? Biraz da ondan bahsedebilir misiniz?

Allah rahmet eylesin onu Ağa Camii’nde tanıdım. Ağa Camii’ne öğle namazlarına geliyordu. Ben de orada kalıyordum. Küçük bir odada yatıp kalkıyorduk. Gündüz imam ve müezzinlerin bekleme odası, gece bizim yatak odamız olurdu. Kibar ve naif bir adamdı. Orta boylu ve ince yapılıydı. Bir musiki insanı görünümüne sahipti. Ağa Camii’nde musiki sohbetleri yapılıyordu. Biz de onları dinlerdik. Bir gün büyük bir cesaretle “Hocam bana musiki dersi verir misiniz?” dedim. Hemen kabul etti. “Niye vermeyeyim?” dedi. “Benim evim buraya yakın, oraya gel” dedi. Böylece öğrencisi oldum. Rast makamlarıyla başladı derslerimiz. Küçük küçük şarkılar çalıştık. Usulleri çalıştık. Evvela 4 zamanlı usulden bir şarkı, sonra 5 zamanlı usulden bir şarkı derken 6-7-8-9-10 zamanlı şarkılarla devam ettik. Hoca konservatuardan Naime Hanım’la evlendi ve Kadıköy’e Nusret Efendi sokağına taşındı. Ben de ders için oraya gittim.

Tabii Ağa Camii’nden oraya gitmek oldukça zordu. Uzun sürüyordu. Askere gidinceye kadar derslere devam ettim. Güzel eserler meşk ettik. Tambur dersleri aldım. Karşılıklı peşrev çaldık, saz semaileri çaldık. Ben İsveç’teyken rahmetli olmuş. Hattat idi, bestekâr idi. Melek gibi bir insandı. Şimdi olsa ayaklarının dibinde oturur onun feyzinden istifade ederdim.

Hocam bildiğim kadarıyla hocalığa devam ediyorsunuz. Müsaadeniz olursa son olarak şu anda nerelerde ders verdiğinizi sorayım.

29 Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde yarım dönem ders veriyorum. Güz döneminde yapıyoruz dersleri. Kendi hazırladığım Türk Din Musikisi kitabını okutuyorum. Bunun haricinde Üsküdar Müftülüğü’ne bağlı Asım Ülker Kur’an Kursu’nda bir dersim daha var. Kur’an kurslarında hocalık yapan seçkin hanımlara tilavet teknikleri dersi veriyorum. Çok meraklılar ve sesleri de var. Çok memnunlar, ben de öyle. Ayrıca TRT’deki Kur’an-ı Kerim yarışmasında jüri üyeliği yapıyorum. Bu sene finaller ve ödüller Büyük Çamlıca Camii’nde verilecek. Cami, Kadir gecesinde açılacak inşallah.

Röportaj: Munise Şimşek

YORUM EKLE