1987 yılı başlarında karşılaşmıştık onunla ilk defa. Kısa bir süre fakültemizin bölüm başkanlığını vekâleten yürüten Gazi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı hocalarından Prof. Dr. Abdülkerim Abdülkadiroğlu’nun teklifiyle Arap Dili Eğitimi'ne öğretim üyesi olarak atanmıştı. Başka bir deyişle fakültede hocamız olmuş, Arapça Öğretmenliği Bölümü'nün önemli derslerinden ‘Eski Metinler’i okutmaya başlamıştı.
Sınıfımıza ilk girdiği gün dün gibi hatırımdadır. Tahminen elli yaşına yakın, hafif uzun boylu, az dolgun, esmer tenli, siyah saçlı ve bıyıklı, göz çanakları koyulaşmış, siması güven veren bir insanla karşılaşmıştık önce. Bizimle tanışmak ve hoş beş etmek amacıyla konuşmaya başlayınca, onun; sesini çok iyi kontrol eden, mütevazı, cana yakın, net bir kişilik olduğunu fark etmiştik. Sonraki günlerde ise, bu özelliklerinin yanında; kendisini iyi yetiştirmiş bir âlim, hiçbirimizden saklısı gizlisi yokmuş gibi davranan bir dost, âdeta sinirleri alınmış izlenimi verecek kadar rahat, doğal ve hiç öfkelenmeyen bir hoca olduğunu anlamıştık onun.
Bize, Arapça eski metinlerden “Kelile ve Dimne”yi okuturdu Abdülvehhab Öztürk. Bu kitap, aslında eski Hint klasiklerinden Pançatantra Öyküleri’nin bir toplamıydı. Yüzyıllar önce ünlü Arap dilcilerinden İbn Mukaffa tarafından Arapçaya çevrilmişti. Okuyucuyu doğrudan muhatap alan, Doğu kültürünün klasik öğüt türlerini çağrıştıran, didaktik bir üslubu vardı bu kitabın. Günlük hayata, kabile ve topluluklara, hükümdar ve yöneticilere dair birçok konu devrin ibret verici olaylarıyla süsleniyor, yazarın görüş ve yorumlarıyla birlikte öğüt dolu mesajlar hâlinde okuyucuya aktarılıyordu.
Ders sırasında neredeyse hiç oturmazdı Abdülvehhab hocamız. Önce metni sırayla isteyenlere okutur, sonra kendisi baştan sona tekrar eder, ardından çevirisi ile şerhini yapardı. Daha sonra kitapta geçen Arapça isim ve fiilleri tekil ve çoğullarıyla birlikte tahtaya yazar, kelimelerin cümlede nasıl kullanılacağını öğretir, konuyla ilgili çok güzel örnekler verirdi. Derste zayıf olan öğrencilere hiç kızmaz, son derece nazik bir dille yanlışlarını düzeltir, kesinlikle olumsuz bir söz söylemezdi. Her yönüyle pozitif bir şahsiyetti. Sanki onun ‘hayır’ dediği hiç vaki değildi. O, bu yönüyle bizi çok etkilemişti.
Ümmilikten âlimliğe yürüyen bir ilim âşığı idi
Bilgisi ve bilinciyle farklı bir insandı Abdülvehhab Öztürk. Biz, hâlin dilden, yaşamanın konuşmaktan, eylemenin söylemekten daha etkili olduğunu ilk defa onun bize gösterdiği güzel davranışlarda görmüştük. Oğlu Yusuf Ziya’nın kendisi için yazdığı bir şiirde dediği gibi “onun hâli dilinden önde” idi. O, hiç okuma yazma bilmeden köyünden çıkan, ilim ve öğrenme aşkıyla nice zorluklara göğüs geren; ilk, ortaokul ve liseyi dışarıdan bitiren, daha sonra üniversiteye kayıt yaptıran, ardından doktorasını verip doçentliğe kadar yükselen çilekeş bir Ânadolu çocuğuydu. Deyim yerinde ise o, ümmilikten âlimliğe yürüyen bir ilim âşığı idi.
1940 yılında, Gaziantep'in Oğuzeli ilçesinin Ekinveren köyünde doğar Abdülvehhab Öztürk. Ailenin en büyük ve ilk çocuğudur. Küçük yaşta, tahminen dokuz-on yaşlarında, dinî bilgiler öğrenmek için gittiği köy hocaları Hüseyin ve Tayyip Efendilerden Kur’an öğrenir, Arapça emsile okur. Köy yerinde başka tahsil imkânı kalmayınca on bir-on iki yaşlarında ilim öğrenmek amacıyla yine Oğuzeli ilçesine bağlı Dokuzyol köyüne gider (ki burası aynı zamanda Ezo Gelin’in köyüdür); orada Muhtar Coşkun Hoca Efendi’den eski Gaziantep milletvekili ve Şahinbey belediye başkanı Mehmet Bozgeyik ile birlikte Kur’an-ı Kerim ve Arapça dersleri alır, çocukluk arkadaşı olur.
Daha sonra Muhtar Hoca’nın tavsiyesi ile arkadaşı Mehmet Bozgeyik’le beraber Urfa'ya, Hasan Paşa Medresesi’ne giderler. Orada Prof. Dr. Zekeriya Beyaz, Prof. Dr. Bekir Karlığa ve Dr. Hilmi Merttürkmen ile beraber Molla Abdülhamit Hoca Efendi’den Arapça ders almaya; emsile, bina, maksut okumaya devam ederler. Hepsi de yaklaşık on iki veya on üç yaşlarındadırlar. Bu medresede sadece Arapça ile yetinmezler. Burada görevli olan Abdullah Kalfa Hoca’dan Türkçe dersi de alırlar. Bu medrese hocalarının arasında bir de Arap Hoca lakabı ile bilinen veArapçaya vakıf olan bir hoca efendi de bulunmaktadır. Burada beş altı yıl öğrenimlerini sürdürürler, Arapça-Türkçe okuma ve yazmayı iyice öğrenirler.
Daha sonra on altı-on yedi yaşlarında arkadaşlarıyla birlikte Gaziantep'e dönerler. Zekeriya hoca, Mehmet Bozgeyik ve Hilmi hocayla beraber, o zamanlar Eyüpoğlu Camii’nde imam olarak görev yapmakta olan eski hocaları Muhtar Coşkun ile tekrar karşılaşırlar. Bildiklerini unutmamak, bilmediklerini tamamlamak amacıyla Muhtar Hocanın yanı sıra Hafız Osman ve Ali Hoca gibi ilim ehli kişilerden hâlâ ders almaya devam ederler. Bu arada Abdülvehhab Hocamız şehir merkezinde, âdeta o Gaziantep Kalesi’nin eteğine tutunmuş gibi duran Tahtani Camii’nde imam olarak görev yapmaya başlar. Ardından Hatice Hanım’la evlenir. Nikâhlarını, çocukluk yıllarından beri tanıdığı ve kendisinden ilim tahsil ettiği Muhtar Coşkun Hoca Efendi kıyar. Evlilikten sonra, artık onun tek tutkusu vardır; ilim öğrenmek, okumak, araştırmak. Gaziantep’te bir yandan imamlık görevini sürdürür bir yandan da ilk, ortaokul ve liseyi, imam-hatip müfredatıyla birlikte dışarıdan bitirerek geçmişte okuyamadığı resmî okullardan mezun olmak için var gücüyle çalışır, çabalar.
Telif veya tercüme ettiği eserlerinin sayısı yaşıyla yarışmıştır
Gün gelir, onun ilme olan düşkünlüğüne Gaziantep de yetmez olur. 1972 yılında üniversite öğrenimi için Ankara’ya gelir.Bu sırada beş çocuk babasıdır Abdülvehhab Öztürk Hoca. Önce ilk görev yeri olan Etlik, Esertepe, Serum Arkası Yeşil Cami’de; daha sonra da Altındağ semtinde bulunan Doğu Mahallesi, Gökertepe Camii’nde imam-hatip olarak görev yapar. Bir yandan imamlık görevini yapmaya, bir yandan ilahiyat tahsilini sürdürmeye çalışır. Kendisi dördüncü, kızı Habibe de birinci sınıfta olmak üzere ikisi birlikte okurlar Ankara İlahiyat Fakültesi'ni.
Onca geçim sıkıntısı ve çoluk çocuğun arasında okumak öğrenmek derken bir de yazmak, araştırmak ve Arapça’dan kitap tercüme etmek gibi çalışmalar eklenmiştir onun günlük hayatına. İlk eserini de o günlerde kaleme alır Abdülvehhab Öztürk. Bu eser, Mısır âlimlerinden Abdülcelil İsa’nın İçtihadü’r-Resûl adlı kitabıdır. Aslı Arapça olan bu eseri, Urfa’daki medreseden tahsil arkadaşı olan Dr. Hilmi Merttürkmen ile birlikte “Peygamberimizin İçtihatları” başlığı ile 1976 yılında 158 sayfa olarak telif ederler.
İlahiyat fakültesini bitirince Ankara Müftü yardımcısı olur. Ancak ilahiyatı bitirmek de yeterli gelmez onun derin ilim merakına. Yüksek lisansını tamamlar ve doktora yapmak için müracaatta bulunur. Okur, araştırır, tezini yazar ve doktor unvanını almaya hak kazanır. Birkaç defa yurtdışına din görevlisi olarak gider. Din İşleri Yüksek Kurulu'nda çalışırken eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz ile; Gazi Eğitim Fakültesi Arap Dili Eğitimi'nde öğretim üyesi olarak görev yaparken Devlet eski Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Emrullah İşler ile mesai arkadaşılığı yapar.
Doç. Dr. Abdülvehhab Öztürk hocamızın telif veya tercüme ettiği eserlerinin sayısı yaşıyla yarışmıştır desek, kanaatimce sözü abartmış olmayız. Onun eserlerinin tümünü tespit etmek, bir salkım üzümün tanelerini saymak kadar zordur. Ancak küçük risaleler ve ciltlerle beraber onun eserlerinin sayısının altmışı, hatta yetmişi geçtiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu eserlerin bir kısmı telif, bir kısmı Arapçadan tercümedir. Tespit edebildiğimiz kadarıyla onun en önemli eserleri şunlardır: Büyük Kur'an Tefsiri, İbn Kesir (10 cilt, tercüme); Satır Arası Kelime Kelime Kur'an-ı Kerim Meali (2 cilt, telif ve tercüme); Riyazu's Salihin Şerhi, Nüzhetül-Muttakin (2 cilt, tercüme); Sireti İbni Hişam, İslam Tarihi (2 cilt, tercüme); Muvatta Tercümesi, İmam Malik (2 cilt, tercüme); Tac Tercemesi ve Şerhi, Tam Metin (5 cilt, tercüme); Kadı Beydavi Tefsiri, Tenzilin Nurları ve Tevilin Sırları (5 cilt, tercüme); İbn Kayyim el-Cevzi, Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Zadü’l-Mesir fi İlmi’t-Tefsir (6 cilt, tercüme)...
Muhammed Hamidullah’ın yaşlılık günlerindeki haline benzetmiştim
Gazi Üniversitesi Arap Dili Eğitimi bölümünden emekli olduktan sonra memleketi Gaziantep’e yerleşir Abdülvehhab Öztürk Hoca. Orada kendini tamamen okuma, yazma, ibadet ve niyaza verir. Cami cemaatiyle sohbet eder, ziyaretçilerini kabul eder.
En son onu, 2010 yılı Mart’ında ziyaret etmiştim. Parlak güneşli, ılık bir kış günüydü. Bir arkadaşımdan aldığım cep numarasıyla kendisini aramış, muhterem eşi Hatice Hanım ile konuşmuş; öğle namazı kılmak için, o ilk imamlık görevine başladığı Tahtani Camii gibi Gaziantep Kalesi’nin hemen eteğinde bulunan Şirvani Camii’ne gittiğini öğrenmiştim. Caminin yirmi-otuz metre yakınımda olduğunu fark edince çok sevinmiş, hemen koşup namaza yetişmiş, son sünneti arka tarafında kılıp kendisini beklemeye başlamıştım. Hatta aynen yakınlarından aldığım malumatlarda geçtiği gibi; son sünnetin tahiyyatını o kadar uzun tutmuştu ki, az kalsın “Hocam uyuyup kaldı mı?” endişesine kapılacaktım. Uzun uzun onu arkadan süzmüş; “Ah kıymetli hocam! Yirmi yıl öncesine göre ne kadar değişmiş…” şeklinde bir his sızmıştı içime. Bir hayli incelmiş, sakal bırakmış, saçları seyrelmiş ve kırlaşmıştı. Onun bu halini, yirmi yıl önceki Abdülvehhab Öztürk’ten daha çok Muhammed Hamidullah’ın yaşlılık günlerindeki haline benzetmiştim.
Her zamanki gibi tatlı bir gülümsemeyle karşılamıştı beni. Elimden tutmuş, “gel seni cami cemaatinden bazı arkadaşlarla tanıştırayım” deyip, caminin hemen yakınında bulunan dergâh-çayhane karışımı eski, tek katlı, küçük bir binaya götürmüştü. Orada beni cami cemaatinden arkadaşlarıyla tanıştırmış, kendisiyle yaklaşık kırk beş dakika kadar sohbet etme imkânı bulmuştum. Bir ara “Nerelerdesin, ne yapıyorsun?” diye sormuş; aynen yirmi yıl öncesi gibi Diyanet teşkilatında çalıştığımı söyleyince, “Yeni Başkan Mehmet Görmez Hoca’ya selam söyle, beni iyi tanır, yakın öğrencilerimdendir” demişti. Tam elini öpüp ayrılırken beni derin tebessümlü bir bakışla uğurlamış, “hakkını helal et” demiş, sevgiyle bağrına basmıştı. Mekânı cennet, toprağı nur olsun.
Mesut Özünlü yazdı
Kitaplarından çok faydalanıyoruz..Allah rahmet eylesin..Kıymeti çok ilerde daha da anlaşılacak..