Ahlak ve zarafeti en büyük pasaportuydu

Bir okyanus gibi sonsuz bilgi ve irfan… Adapazarı’nda asaletten, estetikten bir kale… Adapazarı’nda bir muhabbet halkasının odağı: Mehmet Selahattin Şimşek...

Ahlak ve zarafeti en büyük pasaportuydu

Mehmet Selahattin Şimşek

Tek bir cümleye yüzlerce ciltlik kitap sığdıran bir derin arif.

Yazmaktan ziyade konuşmayı, sözü, sözün sıcaklığını merkeze alan bir geçmiş zaman soylusu.

Bir okyanus gibi sonsuz bilgi ve irfan… Okyanuslar kadar tevazuu…

Adapazarı’nda vakur bir ada… Adapazarı’nda asaletten, estetikten bir kale… Adapazarı’nda bir muhabbet halkasının odağı...

Muhabbet halkası Yeni Cami’nin yanındaki asma altı kahvehanesinde kurulurdu. Demli çayların ve uzun samsun sigarasının eşliğinde demlenen bir muhabbet başlardı asma altında. Asude bir iklimin nefesi… Kısa cümlelerin, vurucu özdeyişlerin ustası upuzun muhabbetleri getirirdi asude akşamların sofrasına. Bir muhabbet tarihin, talihin, mazinin, atinin gölgesinde.

Şafak vaktine kadar kitapların, düşüncelerin rahlesinde olgunlaşan, satır aralarından taşan bizim meselelerimizin, mevzularımızın arzı başlardı akşamın karanlığında. Günübirlik koşuşturmalara kepenklerini kapatan zihnin ziyafeti başlardı Selahattin Hoca’nın eşsiz sofrasında. İlme, ahlaka, edebe, insan olmaya dair ne varsa o gelirdi, o getirilirdi…

Yüksek bir estetik ve kültür evreni vardı

Mehmet Selahattin Şimşek ya da Mehmet Salah… O, makalelerinde Mehmet Salah müstearını kullanırdı, özdeyişlerinde ‘Ş.’ rumuzunu. Vurucu özdeyişler, kısacık bir cümleye upuzun anlamlar yükleyen bir yetenek, tecessüs… Fazlalıkları yontulmuş, ayrıntıları temizlenmiş, tali bütün yolları kapatılmış… Okuyanı direkt hedefe götüren özdeyişler. Çok şeyler söyleyip de hiç bir şey anlatmayan kelime kalabalıklarından alabildiğince uzaktı Şimşek’in söyledikleri. Az ve öz… Hikmetin ve arifâneliğin göstergesi. Laf kalabalığında boğulmayan bir üslupla seslendi bize Hoca. Az ve öz konuşması kelime hazinesinin darlığından, kamusa uzaklığından kaynaklı değildi asla ve kata. Aksine okumadığı, karıştırmadığı, bilmediği basılı kaynak yok gibiydi neredeyse. Çok okumuştu, çok…

Yüksek bir estetik ve kültür evreni vardı. Prensipli, dağınıklıktan uzak. Tertemiz giyinir, giyimine kuşamına azami titizlik gösterirdi. Çok fazla okumasına rağmen okuduklarının içinde kaybolup gidenlerden olmadı. Entelektüel derinliğinin yanında eylemci, aksiyoner bir kişiliğe sahipti. Hatta Erzurum’da okuduğu sıralarda bir sinemada uygunsuz film oynatıldığını haber alınca sinemayı yaktığı söylenir. Merhametten müteşekkil bir ruhunun olduğunu Cihat Zafer’den öğreniyoruz. Zafer’in, Mehmet Selahattin Şimşek’i anlattığı “Geceyi Isıtan Adam” yazısını okuduğumuzda adeta şok oluyoruz. Cihat Zafer bir kış akşamı her zamanki gibi Hoca’yla buluştukları, muhabbet ettikleri kahvehaneye gider. Beklemeye başlar. Şimşek, vakit hayli ilerlemesine rağmen gelmez. Zafer, inatla bekler. Saat 1’e doğru yüzü buz tutmuş bir adam içeri girer. Nerdeyse soğuktan donmak üzere. Gelen Şimşek’tir. Neyse çay içilir, sohbet başlar. Şimşek neden geç kaldığını anlatır. Kahvehaneye gelirken bir yerde ayağı kayar, düşer. Belini incitir. Sonra aklına buradan gelip geçecek insanlar gelir. Belki kucağında çocuk bir anne, hastasına ilaç yetiştiren biri ya da yaşlı bir adam… Bunların düşüp bir yerlerini kıracakları endişesiyle saatlerce orada bekler. Gelip geçenin olmayacağından emin olunca kahvehaneye gelir. İşte böyle bir incelik, düşünce, merhamet…

Mehmet Selahattin Şimşek’in diğer bir şaşırtıcı tarafı tiyatroya olan ilgisi. Arkadaşlarıyla birlikte bir tiyatro kurmaya karar verirler. “Beyaz Leke Tiyatrosu”nu kurarlar. Beyaz Leke isminin ortaya çıkışı ilginçtir. O dönemlerde kültür ve sanat dünyasına egemen olan sol ve değişik ideolojilerin tiyatrolarında maneviyattan uzak, cinsellik yüklü oyunlar oynanmakta. Böyle bir ortamda beyaz bir tiyatro hayal eder Şimşek. Karanlığın ortasında beyaz bir leke. “Beyaz Leke Tiyatrosu” böylelikle kurulur. İlk sahneye koydukları oyun Necip Fazıl’ın “Siyah Pelerinli Adam”ı.

(+)

Her gittiği yerde bir sohbet halkası oluştu

“Küçüklerin suçları büyüklerin suçlarından başka nedir ki? Aynaya tüküren yüzüne tükürmektedir…” özdeyişiyle çocukluğun, çocuklukta verilen terbiyenin ne denli önemli ve yadsınamaz olduğunu söyleyen Şimşek’in terekesine baktığımızda karşımıza babası Ahmet Cevdet Hoca çıkıyor. Ahmet Cevdet Hoca’nın dedesi Batum göçmeniymiş. İzmit’te doğuyor. İstanbul/Fatih’te medrese eğitimi alıyor. İlim irfan, edep erkân sahibi bir insan. 1926’da Adapazarı’na yerleşiyor. Yaşamıyla, vaazlarıyla, sohbetleriyle bir örneklik… Uzun yıllar Adapazarı Orta Camii’nde ücretsiz imamlık yapıyor. İmam Hatip okullarının açılmasına öncülük ediyor. Ahmet Cevdet Hoca, klasik Osmanlı vaaz geleneğini devam ettiren ilim adamlarından. Hatta ölümü bile bir vaaz esnasında vuku buluyor. Minberde vaaz verirken ruhunu teslim ediyor.

Adapazarı’nda sessiz sedasız yaşadı Mehmet Selahattin Şimşek. Yağmuru, rüzgârı gücendirmeden… Her gittiği yerde bir sohbet halkası oluştu. Konuştu herkesle… Ahlak ve zarafeti en büyük pasaportuydu. Her gönle girebilmişti. Zaten kendisi de bir özdeyişinde bu gerçeği ifade etmişti. En büyük pasaportun ahlak ve zarafet olduğunu… Gürültü patırtı içinde olmadı. Sesini değil sözünü yükseltti. Gök gürültülerini değil, yağmuru işaret etti. Adapazarı’nda 1953 yılında başlayan hayatı 1994 yılında yine Adapazarı’nda nihayetlendi.

Selam olsun O’na!...

Muaz Ergü yazdı

YORUM EKLE