Çok beğendiğim yazarlar oldu. Hâlâ ısrarla takip ettiklerim, yazdıklarını dikkatle okuduklarım var. Bu benim için esaslı bir mutluluk kaynağı. Beğenmekten vazgeçmemişim, öğreneceklerim var, kendime yeterlilik duygusundan uzak kalmak için de çok sağlıklı bir şey.
Ama itiraf edeyim ki sevmeyi sürdürmek o kadar da kolay değil. Memleket ahvali, benim her şeyi bütün açıklığıyla yazmama izin vermiyor ama doğrusu kendilerini kitaplarıyla, yazdıklarıyla çizdikleriyle tanımaya çalıştığım insanların çoğundan oldum olası uzak durmanın gerekli olduğunu da bu duygular içinde öğrendim. Daha üniversitede öğrenciyken ufak tefek harçlıklarımızı bile bir kenarda biriktirip fırsatını bulur bulmaz bizi büyüleyen bu yazarları görmek için yola çıktığımızı hiç unutur muyum! Ankara’ya indiğimiz her seferinde sırtımızda yükler, garajlardan dergi yazıhanelerine gitmek için çektiğimiz eziyetleri anlatmak mümkün müdür? Hayır değildir. Üzerinde yükleri olanların bildikleri adreslere sadece ve sadece en kestirme yoldan ulaşmaları gerektiğini bilirim. Yolu uzatmak istediğimde kısa ve kestirme adreslere ulaşmaktan hoşlanmam. Aslolan bir yere ulaşmak değildir, gidilecek yer yani ulaşılacak yer, tam da orası "nihayet"tir, gidene kadar laflamak daha güzeldir.
Şu şiirlerin sahibi nasıl yaşar, ne yer ne içer?
Yazdıklarından haberdar olduklarımı tabii ki tanımak isterim. Öyle sofuca bir ilgiyle "Dediklerinin neresinde duruyor" diye bir soruyla harekete geçmek benim yabancı olduğum bir şey. Şu “ilmiyle âmil” ifadesinin en başta benim kişisel dünyamda öyle pek de fazla eşelenecek bir tarafı yok. Ben geçenlerde bir muhabbet anında hiç ummadığım birinden öğrendiğim gibi en az eylem kadar düşünmenin de önemli olduğunu bilirim. Kimi yaptıklarının hesabını verir kimi de söylediklerinin. Bu nedenle kalbi yarıp bakmak gibi bir çabayı aklı başında bir Müslüman olarak hiç mi hiç değerli bulmam.
Ama insanız işte, insan merak ediyor. Şu romanı yazan adamı kim tanımak istemez? Şu şiirlerin sahibi nasıl yaşar, ne yer ne içer? Sadece ergenlik dönemlerinin bir tutkusu olarak değil şimdi bile özellikle kitap fuarlarında imza atmak için masalarının başına geçen yazarları öyle arkadan, öyle yandan seyrettiğim çoktur. Daha geçenlerde Tokat’ta, Kahramanmaraş’ta ve en son olarak da İstanbul’da imza için katıldığım fuarlarda fırsat bulup nefes almak için kendimi dışarı attığımda ilk yaptığım şey şu öteden beri tanıdığım ve yazdıklarını hayranlıkla izlediğim yazarları izlemek olmuştur. Tam olarak aradığım nedir, bunu ben de bilmiyorum. Ama şu bir gerçek, bazılarında kimi ufak tefek tanıklıklar bile belki haksızlık olacak ama benim için büyü bozumuna yeter. Bunları hissediyorum ama elimdeki kalem, tek tek hissiyatımı yazmama izin vermiyor.
Yazarla okur arasındaki ilişkinin hiç akla hayale sığmayan tuhaf yanları
Bazen başkalarında aradığım şeyler beni de yakalar. Etme, bulma dünyasıdır bu. Yazdıklarımı yüksek ve derin bir duygusallıkta okuyup tanışmak için fırsat kollayanların çoğunda benimle karşılaştıklarında o derin yakınlıklarının bir anda buharlaşacağını düşünürüm. İmza için elime kitap uzatanların gözündeki o coşkuyu, bedenlerindeki o denetlenemez savrukluğu, herkes kadar ben de okurum. İşte tam da o anda kullandığınız dil, verdiğiniz izlenim, anlık refleksleriniz muhatabınızın yüzündeki ekşimeye fırsat verebilir, hiç düşünmeden attığınız bir adım, sizi orada bir anda ortalıkta bırakabilir. Yazarla okur arasındaki ilişkinin hiç akla, hayale sığmayan tuhaf yanları vardır.
Bazıları ise sizinle bir yol tutturup kendini eşitlemenin derdine düşer. Bir kaç laflamayla kolayca sizi bitirecek tanıklıklara eriştiğini düşünür. “Yazıları tamam ama kendinde bir iş yok!” ya da “Ruberu ilişkilerinde insan bile değil!” ifadesi sizin için ne kadar da ağır bir suçlama olursa olsun mesele değildir, okuduklarının yazarını, zihninde yaratmış ve dondurmuştur, siz o olmamalısınız, dert budur.
Bizim gibi insandırlar; yazarlar, düşünürler, aktivistler…
Bazıları için durum daha da vahimdir. Bir ömür dizinin dibinde büyüdüğü yazar artık ne hikmetse bir şekilde gözden çıkarılmakla kalmaz, kendi kahramanlığının tescili için esaslı bir yumruğun atılacağı apaçık bir hedef olur. Bunların hepsinden uzak durmak en iyisi. Ne milletin gözbebeği ne ilk fırsatta tepelenecek kolay yazarlık... Yıllarca büyük usta, derin mütefekkir, aydın ve entelektüel olarak tepemizde taşıdığımız insanlar hakkında vakti, zamanı gelince nasıl da özensiz bir ilişkinin parçası olabileceğimizi sıklıkla görenler, bunlara tanıklık edenler arasındayım. Oysa şimdi kendisinden kurtulmak istediğimiz, bizim gereksiz yere abarttığımız biriydi başından beri sonuçta.
Dünya bilgimiz zayıftı, hayranlığımızın sınırları büyüktü. Sözüm ona bir şeylerin farkına vardık ve kendimizi, mazur gösterecek bir gerekçe için de elimizdeki tek kurşunu bizi bugünlere taşıyanlara sıkmakta hiçbir beis görmedik.
Yazarlar, çizerler, düşünürler, aktivistler... Onlar da bizim gibi insandırlar. Onları da kapıda bekleyen sevenleri var, onların da erişmeye çalıştıkları yerler var, hedefler, arzular, köreltilmemiş duygular, yana yakıla koşturdukları hayaller.
Ben şahsen daha yeni başlıyorum başkaları üzerine düşünmeye. Daha çok yeni, evet çok yeni...
Necdet Subaşı
Emeğinize sağlık efendim.
Tarihe şahitlik özelliği taşıyan "Memleket ahvali, benim her şeyi bütün açıklığıyla yazmama izin vermiyor" cümleniz de bir yazı konusu aslında. Biliyorsunuz değil mi? Yazmak dilerseniz, okumak isteriz.