20. yüzyılda Fransa’ya ve dünya düşünce hayatına damgasını vurmuş sayılı birkaç aydından biri olan Cezayir asıllı Albert Camus, kendini bu dünyaya hep biraz yabancı hissetmiş ama yine de yaşamak ve mutluluk için çabalamak gerektiğini öne sürmüştür.
Albert Camus, yoksul bir baba ve okuma yazma bilmeyen, kısmen işitme engeli olan bir annenin çocuğu olarak 7 Kasım 1913 tarihinde Cezayir’de dünyaya geldi. Yoksul bir işçi olan babası Camus’nun doğumundan hemen sonra I. Dünya Savaşı’nda hayatını kaybetti. İspanyol asıllı annesi temizlikçilik yaparak Albert ve kardeşi Lucien’in geçimini sağlıyordu. O dönem Camus ailesi, büyükanne ve felçli bir dayı ile birlikte küçük bir evde yaşamlarını sürdürüyordu. Yazar, bu yıllarda yaşadığı ortamı daha sonra denemelerinden oluşan “Tersi ve Yüzü” isimli ilk kitabında anlatır.
“Mutluluk bir insanın kendisi ile yaşadığı hayat arasındaki basit uyumdan öte ne olabilir ki?”
Camus, 1918 yılında ilkokula başladı. Öğretmeni Louis Germain’in yardımıyla bir burs kazanarak 1923 yılında liseye girdi. Lise yıllarında sınıf farkını, edebiyatı, tiyatroyu, yazmayı keşfetti. Lise eğitimi bittikten sonra ise felsefe okuyacağı Cezayir Üniversitesi’nde eğitim almaya başladı. Bu dönemde okumaya ve yüzme, boks, futbol gibi çeşitli spor dallarına ilgi duydu. Dünyada eşit olmak için futbol oynamaya başladı. Ona göre sporda bütün dengesizlikler kaybolup yerini ilerlemeye, bütünlüğe, eşitliğe bırakıyordu. Ancak geçirdiği ağır verem, spor hayatını sonlandırmasına ve eğitim hayatına da ara vermesine neden olur. Yaz tatillerinde çalışıp aile bütçesine katkıda bulunmak zorunda kalan, henüz bir yaşını doldurmadan babasını kaybettiği için baba sevgisinden mahrum olan Camus’nun hayatındaki olumsuzluklarla birlikte, çağının ekonomik, siyasi ve askeri olayları onun dünya görüşü ve başkaldırma ahlakı üzerinde önemli etkilerde bulunmuştur.
“Ahlak ve insanın yükümlülükleri hakkında güvenebileceğim ne biliyorsam onu futbola borçluyum.”
Bağımsız düşünceleri başına dertler açar
Bir yandan çalışmaya devam eden Camus diğer yandan da hastalığı dolayısıyla ara verdiği eğitimini 1936 yılında tamamlamıştır. Albert Camus, üniversite eğitimini tamamladığı sırada bohem bir aktris olan Simone ile evlenir. Ancak morfin kullanan ve kendisine ayak bağı olan eşinden kısa zamanda ayrılır. Önce Fransız Komünist Partisi’ne ardından da 1937 yılında Cezayir Halk Partisi’ne üye olur. Gerçekte Marx ve Engels’den çok Fransız düşünürler Malraux ve Andre Gide’nin eserlerini okumakta ve onların fikirlerine yakınlık duymaktadır. Bağımsız düşünceleri yüzünden Troçkist olarak nitelendirilip partiden uzaklaştırılır.
Camus’nun ilk yayınlanan eseri, derlenmiş makalelerinin yer aldığı “Tersi ve Yüzü” adlı kitaptır. Kitabı yayımlandıktan bir yıl sonra Fransa’ya taşınır ve iki yıl boyunca Cezayir yönetimi adına Fransız neşriyatını takip etmekle görevlendirilir. Böylece hem güvenli bir gelire kavuşmuştur hem de çok sevdiği edebiyat dünyasına gönlünce vakit ayırabilecektir. 1940 yılında piyanist ve matematikçi Francine Faure ile evlenen Camus’nun 5 Eylül 1945 tarihinde Catherine ve Jean adlarında ikiz çocukları dünyaya gelir. Aynı yıl “Paris-Soir” dergisi için çalışmaya başlar. Camus, II. Dünya Savaşı’nın “Tuhaf Savaş” olarak adlandırıldığı ilk zamanlarında bir pasifist olarak kalır.
Ancak bu tutumu, Paris’in Alman ordusu tarafından işgali ve 1941 yılında komünist gazeteci Gabriel Peri’nin gözleri önünde idam edilmesiyle değişti ve onun da başkaldırmasına neden oldu. Camus’nun ilk yankı uyandıran çıkışı 1942 yılında “Yabancı” romanını yayımlamasıyla gerçekleşir. O zamanlar Fransa’nın en büyük edebi dehalarından biri kabul edilen Jean-Paul Sartre’ın kitabı, çıkar çıkmaz okuması ve hakkında yazı yazması belki de yazarın en büyük şansıydı. Aralarındaki görüş ayrılıklarına rağmen hep arkadaş kalacak bu ikili, edebiyat yapma şekillerinin birbirine benzediği iddialarını sert bir şekilde reddettiler. Hem tepki alan hem de edebi çevrelerde ilgi uyandıran “Yabancı” Camus’nun bir varoluşçu olarak tanımlanmasına neden olur. Aynı yıl absürdizmi incelediği yüz yirmi sayfalık “Sisifos Söyleni” denemesi yayınlanır.
Direnişin bir parçası olur
Bordeaux’yu terk edip Cezayir’in Oran şehrine giden ve ardından Paris’e dönen Camus, II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanya’sına karşı oluşturulan Fransız Direnişi’ne katılır. Bu direnişin bir parçası olarak “Combat” adında bir gazete yayımlamaya başlar. Editörü olduğu gazete savaşın bitimiyle ticari bir gazete hâline gelince buradan ayrılır. Artık politikaya, gazeteciliğe ve tiyatro tutkusuna sınır koyacak, sadece yazmaya yoğunlaşacaktır. En ünlü eserlerinden biri olan “Veba” 1947 yılında yayımlanır.
Camus, savaştan sonra, Sartre ve Beauvoir gibi kişilerin buluştuğu Boulevard Saint-Germain’deki Cafe de Flore’u ziyaret etmeye başladı. Bu yıllarda, aynı zamanda Amerika’yı turlayarak Fransız varoluşçuluğu hakkında dersler verdi. Politik olarak sol görüşlere yatkın olmasına rağmen komünizme karşı çıkması, ona komünist partilerde arkadaş kazandırmadığı gibi Sartre’dan da uzaklaştırdı. Camus, 1949 yılında tekrarlayan verem hastalığı yüzünden iki yıl inzivaya çekildi. Bu dönemde yeniden tiyatroya döndü ve 1905 yılında isyancıların öldürdüğü bir Rus aristokratının hikâyesini konu eden bir senaryo yayınladı.
Nobel edebiyat ödülü
İki yıl sonra “Başkaldıran İnsan” adlı denemesinde Avrupa tarihinde vuku bulan isyanları ve toplumsal devrimleri ele alır. Ve nihayet 1956 yılında, hayattayken yayınlanan son eseri olan “Düşüş” adlı romanı okurlarıyla buluşur. Albert Camus, 1957 yılında “Nobel Edebiyat Ödülü”nü kazanarak, Rudyard Kipling’den sonra bu ödülü kazanan en genç yazar olur. Bu ödülün ona, “Zamanımızda insan vicdanının sorunlarını aydınlatan, ileri görüşlü, samimiyetini yansıtan önemli edebi eserleri” nedeniyle verildiği açıklanır.
“…Her nesil, şüphesiz kendisini dünyayı değiştirmekle yükümlü hisseder. Benim neslim bunu yapamayacağını biliyor, ama benim neslimin belki de daha büyük bir görevi var. Bu görev, dünyanın kendi kendisini yok etmesini önlemek…”
Hayatının geri kalan kısmını âşık olduğu Güneş’in ve çiçeklerin ülkesi Cezayir’i ve yaşamak zorunda olduğu Fransa’yı bütünleştirmeye çalışarak geçirir. Paris yakınlarında gökyüzü ve ağaçları kendi ülkesine benzeyen bir ev satın alır. Bu dönemde Cezayir İç Savaşı, ülkedeki karışıklık ve oyunlarının yasaklanması hastalığını da tetikler. Ama ölene kadar yazmaya devam eder. Albert Camus, uzun yıllar mücadele ettiği verem hastalığı yüzünden değil, 4 Ocak 1960 tarihinde geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybeder. İronik biçimde, Camus daha önce kendisine en absürt ölüm şeklinin ne olduğu sorulduğunda, araba kazasında ölmeyi absürt ölüm şekillerinden biri olarak saymıştır. Yazarın ölümünden sonra telif hakları çocuklarına devredilir ve 1970 yılında “Mutlu Ölüm”, 1995 yılında da öldüğünde hâlâ bitmemiş olan “İlk Adam” eserleri yayımlanır.
İnsanın dünyadaki konumu
Akademik anlamda bir felsefeci sayılmayan Camus, yine de önemli felsefi görüşler ortaya koydu. Soren Kierkegaard, Friedrich Nietzsche ve Martin Heidegger gibi filozofların başlattığı geleneği izleyerek insanın dünya içindeki konumuna anlam ve eylem açısından baktı. Felsefe görüşünde önemli bir yer tutan kişinin toplum ve tarihle ilişkilerini “Yalnızlık” ve “Dayanışma” kavramları yoluyla irdeledi. Düşünsel gelişimi iki dönemde gerçekleşen Camus, “Saçma” kavramı üzerinde durduğu birinci dönemde intihar, “Başkaldırı” üzerinde durduğu ikinci dönemde ise cinayet olgusunu ele aldı.
Romancı, tiyatro yazarı, düşünür ve politik kuramcı olarak II. Dünya Savaşı’ndan sonra yalnız Fransa’da değil Avrupa’da ve bütün dünyada kendi kuşağının sözcüsü, bir sonrakinin de yol göstericisi oldu. Özellikle insanın kendisine yabancı bir evrendeki yalnızlığı, bireyin kendisine yabancılaşması, kötülük, her şeyin ölümle sona ereceğini bilmenin oluşturduğu bunalım gibi duyguları ele alan yazıları; savaş sonrasında aydınların içine düştüğü yabancılaşma ve düş kırıklığını bütün boyutlarıyla yansıttı. Çağdaşlarının nihilizmini anlayışla karşılamakla birlikte doğruluk, ılımlılık, adalet gibi değerleri savunmanın gerekliliğini de ileri sürdü. Son yapıtlarında hem Hristiyanlığın hem Marksizmin katı yönlerini reddeden liberal bir insancıllığın ana hatlarını ortaya koydu.
Yabancı
Albert Camus
Albert Camus’nun 1942 yılında yayınlanmış ve edebiyat alanında en önemli eseri sayılan “Yabancı”, basit kurgusuna ve sıradan olay örgüsüne rağmen birçok eleştirmen tarafından oldukça beğenilmiş ve Le Monde’nin seçtiği “Yüzyılın Yüz Kitabı” listesine girmiştir. “Yabancı”, Camus’nun en tanınmış, en çok yabancı dile çevrilmiş ve en çok incelenmiş eseri olma özelliğini taşımaktadır. Eserde, bir Arap’ı öldüren ama bu suçtan çok gerçek duygularının dile getirdiği ve toplumun istediği kalıba girmeyi reddettiği için toplumun tarafından dışlanan bir yabancının hikâyesi anlatılmaktadır. Bu hikâye aracılığıyla Camus, 20. yüzyıl insanının içine düştüğü yabancılaşmayı ele almaktadır.
Varoluşçu anlayışa göre yaşayan, insanların ve hayatın boş olduğunu düşünen Meursault, insanların bu kadar sistematik bir evrende makineleştiğine inanmakta ve kaygısızca ölümü beklemektedir. Romanının teması; hayata, eylemlere, duygulara, çevreye, beklentilere ve insanın kendisine yabancılaşması; ölüm, umursamazlık, yalnızlık, önyargı gibi kavramları sorgulayıştır. Roman kahramanının, topluma, insanlara, duygulara ve hatta kendine yabancılaşması romanda şu sözleriyle ifade edilmektedir:
“Herkes bilir ki hayat yaşamak zahmetine değmeyen bir şeydir. Aslında 30 ya da 70 yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değildim, çünkü her iki hâlde de gayet tabii olarak başka erkekler ve kadınlar yine yaşayacaklar ve bu binlerce yıl devam edecektir (...) İnsan mademki ölecektir, bunun nasıl ve ne zaman olacağının önemi yoktur.”
Saçma bir dünya görüşü
“Yabancı”,Camus’nun saçma dünya görüşünü hem edebi bir dille hem de felsefi bir deneme türü şeklinde dile getirdiği eseridir. Kişinin yaşama ve eylemlerine yabancılaşmasının anlatıldığı öyküde olaylar kısa bir zaman diliminde gerçekleşir. Olaylar, ben merkezli bir anlatıcının ağzından, öznel bir anlatım ile aktarılmaktadır. Romanın anlatıcısı Mersault davranışlarıyla, konuşmasıyla varoluşçuluğun tezi olan “Absürd/Saçma”yı destekler.
“Saçma, var olanın kendisinden değil, bilinçten kaynaklanır. Bilincin olmadığı ve bilinç ile bir varlık karşılaşmasının gerçekleşmediği yerde saçma ortaya çıkmaz. Demek ki saçma, bir ilişkidir, bilinç ile dünyanın ilişkisidir. Saçma, insanın dünyadan kopuşunun, onun anlamlı ve özlemlerine uygun düşen bir ilişkiyi kuramayışının ifadesidir.”
Veba
Albert Camus
Yazarın en önemli eserlerinden biri olan “Veba”, keskin bir gözlem gücünün desteklediği saf bir bilinçle, yalnızca çağımızın değil, tüm insanlık tarihinin ortak bir sorunu olan felaketin yazgıya dönüşmesine değinir. Eser, Oran kentinde başlayan veba salgınına karşı insanın mücadelesini konu alır. Her şey Fransa işgali altındaki Oran kentinde ölü bir fareyle karşılaşılması ile başlar. Doktor Rieux, orada oturan herkesin fareler hakkında konuştuğunu fark eder. Herkes her yerde fare ölüleri ile karşılaştığından söz etmektedir. Hatta fabrikalarda bile yüzlerce fare ölüsü toplanıp gömülmüştür. Kentteki herkes bir panik içindedir.
“16 Nisan sabahı Doktor Bernard Rieux muayenesinden çıktı ve sahanlığın ortasında ölü bir fareyle karşılaştı. O anda fazla önemsemeden hayvanı ayağıyla itti ve merdivenleri indi. Ancak sokağa geldiğinde, bu farenin olması gereken yerde olmadığı aklına geldi ve kapıcıya haber vermek üzere geri döndü. Yaşlı Mösyö Michel’in tepkisi karşısında bu gördüğünün alışılmadık olduğunu daha iyi hissetti.”
Gazetelerin akşam baskıları bu haberi yazar. Ancak sonraki günlerde fareler insanların gözleri önlerinde toplu toplu ölmeye başlamıştır. Herkes büyük bir endişeye kapılarak, herkes köklü önlemler istemeye ve yetkilileri suçlamaya başlamıştır. Boyunlarında, koltuk altlarında, kasıklarında şiddetli ağrılar duyan hastalar da çoğalmıştır. Veba sözcüğü ağızlarda dolanmaktadır. Dr. Reiux’un kapıcısı da bu hastalıktan ölmüştür ve Doktor, veba hakkında bilgi toplamaya ve bu salgının veba olmadığını kanıtlamaya çalışmaktadır.
Günahların bedeli
Rahip Paneloux vebayı insanların işledikleri günahların bedeli olarak görür, hak edilen bir ceza olarak yorumlar. Tanrısız Dr. Rieux ise bir kötülük olarak kabul ettiği vebayla savaşılması gerektiğini düşünür. Bir hümanist ve ahlakçı olarak karşımıza çıkar. O ve arkadaşları dayanışma içinde vebayla savaşır ve başarılı olurlar. Ancak Dr. Rieux, bu başarının geçici olduğunu, vebanın bir gün tekrar ortaya çıkacağını bilir. Bir şeyin daha bilincindedir ki o da yaşadığımız sürece kötülükle savaşmamız gerektiğidir. Kitap, her ne kadar bir şehrin başına gelen ölümcül veba felaketini anlatsa da asıl konu, insan varoluşunun sınırlarını anlamak ve kabul etmektir. Bu bize absürt özgürlüğümüzü hatırlatır ve bu özgürlük hayattaki, kararlarımızın temelidir; özellikle de ölümle karşı karşıya kalındığında...
“Bu uçurumların ve bu tepelerin tam ortasına düşmüş, yaşamaktan çok, yönü belli olmayan günlere ve kuru anılara kendilerini bırakmış, acılarının toprağında kök salmayı kabul etmedikçe gücünü toplayamayacak serseri gölgeler gibi akıp gidiyorlardı. Böylece, tüm tutsakların ve tüm sürgünlerin hiçbir işine yaramayacak bir bellekle yaşaması demek olan o derin acıyı duyuyorlardı.”
Düşüş
Albert Camus
Edebiyatın duayenlerinden olan Albert Camus’un 1956 yılında kaleme aldığı “Düşüş” oldukça farklı bir kurgu üzerine inşa edilmiştir. Camus, kitabında toplum içerisinde yaşayan insanların birbirlerine ayna tutuklarını ve birbirlerini etkilediklerini, olaylar karşısında umursamaz bir şekilde davranmaya başlayan bir adamın hikâyesini üzerinden anlatmaktadır. Kitap, romandan çok bir monolog niteliğinde ve kitabın ana karakteri Parisli bir avukat olan Jean-Baptiste Clamence’in kendi ile konuşmalarını içermekte. Clamence, aslında barda tanıştığı bir adamla konuşuyor olsa da soruları hep kendi soruyor ve cevapları da kendi kafasından veriyor. Her ne kadar biz çoğu zaman karşıdaki kişinin verdiği cevapları duyamasak da Clamence aldığı yanıtlara karşılık da veriyor. Yani kitabın tamamında konuşan yalnızca ana karakter ve anlatıcı olan Clamence oluyor.
“Aldanıyorsunuz, azizim, gemi iyi yol alıyor. Ama Zuyderzee ölü bir denizdir ya da buna yakın. Sis içinde yitip gitmiş düz kıyılarıyla nerede başladığı, nerede bittiği bilinmez. Hiçbir işaret noktası olmadan gidiyoruz, hızımızı değerlendiremiyoruz. İlerliyoruz, hiçbir şey de değişmiyor. Bir gemi seferi değil bu, bir düş.”
Kendine yabancılaşma
Clamence, bu konuşmalar sırasında ne kadar bencil, kindar ve kendini beğenmiş biri olduğunu, yardımseverliğinin altında bile bencillik ve kendini beğenmişliğin yattığını fark eder. Sonra çevresindeki tüm insanlara, kendine minnettar olan müvekkilleri ve ona hayran olan tüm kadınlara rağmen ne kadar yalnız olduğunu anlar. Aslında bunların hepsini şimdiye kadar her zaman biliyor olsa da bugüne kadar hep görmezden gelmiştir.
Kitabın adı olan “Düşüş”ün en önemli tezahürlerinden biri, Clamence’in evine giderken geçtiği bir köprü üzerinde bir kadının intiharına şahit olmasıdır. Kadının köprünün kenarında durmuş denize baktığını görünce umursamamış, yoluna devam etmiştir. Köprüden rıhtıma çıktığı sıradaysa kadın suya düştüğünde çıkan sesi duyar. Şaşkınlıktan olduğu yerde donakalır. Arkasını dönüp bakamaz, hatta tek bir adım bile atamaz. Bir süre sonra da yine arkasına bile bakmadan yoluna devam eder. Bu, Clamence’in kendine ve çevresine ne kadar yabancılaştığını göstermektedir.
“Bir anlamda ben, hiçbir zaman ölümsüz olmak isteğinden vazgeçmemekle, hep sefahat içinde yaşamıştım. Yaratılışının temeli ve aynı zamanda kendime karşı duyduğum, size de sözünü ettiğim büyük aşkın bir sonucu değil miydi bu? Evet, ölümsüz olma isteğiyle yanıyordum ben. Aşkımın değerli nesnesinin hiçbir zaman kaybolmamasını arzu etmeyecek kadar çok seviyordum kendimi.”
Başkaldıran İnsan
Albert Camus
“Başkaldıran İnsan”, Albert Camus’nun en zor ve en felsefî eserlerinden biridir. Eser, adalete ve özellikle doğruluğa vurgundur; mutlak olandan, gururdan, horlanmadan uzak durur. Ancak insanın, ne ise o olmaya yanaşmayan tek yaratık olduğunu da gözler önüne serer. Camus, “Başkaldıran İnsan” ile bu yadsımanın insanı intihara mı, yoksa bir başkasını öldürmeye mi götürdüğünü irdeliyor. Eserde, felsefi temellendirmede, başkaldırının değer ve bilinçten ayrı olamayacağını düşünen Albert Camus’nun başkaldırı felsefesi ve insan anlayışı ayrıntılı olarak incelediği ve sivil itaatsizlik türünden eylemlerin bu başkaldırı felsefesiyle ilişkisi üzerinde durduğu anlaşılmaktadır. “Başkaldıran İnsan”, insanın en önemli varlık koşullarından biri olan başkaldırının, değer ve bilinçten ayrılmayan doğasıyla etik bir ilişki olduğunun altını çizmekte ve bu etik ilişki içerisinde bireyden ortak bir değere yani bir hak kavramına geçişin olanaklı olduğunu göstermektir.
Hayatın anlamsızlığı
“Kimdir başkaldıran insan? Hayır, diyen biri… Bu ‘hayır’ın içeriği nedir? Örneğin, ‘Fazla uzadı bu iş’, ‘Buraya kadar evet, bundan ilerisine hayır!’, ‘Çok ileri gidiyorsunuz!’ ya da ‘Geçemeyeceğiniz bir sınır vardır.’ anlamlarına gelir… Kısacası bir sınırın varlığını kesinler bu hayır… Böylece, başkaldırı edimi hem katlanılmaz bulunan haksızlığın kesinlikle yadsınmasına, hem de bulanık bir hak inancına dayanır. Ne denli bulanık bir biçimde olursa olsun, bir bilinçlenme doğar başkaldırı eyleminden...”
Albert Camus, kitabında başkaldırıyı iki farklı boyutta ele alır. Birincisinde başkaldırı dürtüsünün insanın özünde var olduğunu ve bunun, insanın “Dünyanın anlamsızlığına” başkaldırmasını içerdiğini, ikincisin de ise belirli bir tarihsel koşulda insanın o tarihsel duruma değiştirmek maksadı ile eyleme geçmesini ve onu değiştirmeye çalışmasını içerdiğini savunur. Ancak Camus, başkaldırının sonucunda elde edilen verili durumun kendini eninde sonunda bir zorbalık yönetimine taşıdığını ve bunun yeniden bir başkaldırının zeminini oluşturduğunu belirtir.
“Başkaldırı, karşı gelmenin tarihidir. Buna karşılık devrim, dünyayı kurumsal bir çerçeveye uydurma çabasıdır. Bunun için başkaldırı insanları öldürür, devrimse hem insanları, hem ilkeleri yok eder.”
Sisifos Söyleni
Albert Camus
Camus ikinci dünya savaşı sırasında yayımladığı kitapta, intihara yönelen temaları, yaşamın saçmalığını, saçmalığın içindeki başkaldırı ve tutkuyu temel olarak da absürt kavramını, mitolojiden ve tarihten örnekle ele alır. Camus’un kitapta söz ettiği konu, felsefenin de en önemli ve temel konusu olan “Yaşam, yaşamaya değer mi?” sorusudur. Sisifos, Yunan mitolojisinde kurnazlığı ve düzenbazlığı ile ünlü bir kraldır. Yaptıkları sonucunda Sisifos, Zeus ve diğer tanrılar tarafından cezalandırılır. Tanrılar Sisifos’u bir kayayı dağın tepesine kadar yuvarlayıp çıkmaya mahkûm etmişlerdir.
“Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir.”
Sisifos kayayı tepeye kadar getirecek, kaya tepeye gelince kendi ağırlığıyla yeniden aşağı düşecektir. Sonsuza dek süren yararsız ve umutsuz bir çabadan daha korkunç bir ceza olmadığını düşünmüşlerdi. Camus burada, Sisifos’un olacakları bilmesine ve asla başarıya ulaşamayacak olmasına rağmen denemeye devam etmesini saçma olarak nitelendirir ve uyumsuzu yani saçmayı inceler. Bize absürde karşın yaşamayı, başkaldırıyı anlatmak ister. Yaşam ne denli anlamsız ve saçma olsa da önemli olan saçmalığın içindeki çabanız ve çabanızın sonucu olmayacağını bildiğiniz hâlde çabalarken duyduğunuz hazdır.
Saçmalığa cevap vermeli mi?
“Hiç kimsenin varlık bilimsel bir kanıt uğruna öldüğünü görmedim. Önemli bir bilimsel gerçeğe varmış olan Galilei, bu gerçek, yaşamını tehlikeye sokar sokmaz, büyük bir rahatlıkla dönüverdi ondan. Bir bakıma iyi de etti. Uğrunda yakılıp ölmeye değmezdi bu gerçek. Dünya mı güneşin çevresinde döner, güneş mi dünyanın çevresinde, hiç mi hiç önemi yok bunun.”
Tıpkı Sisifos’un kayanın tekrar düşeceğini bildiği hâlde her seferinde tepeye çıkarması; bunun varoluşunun nedeni olduğunu kabullenmesi ve bu kabullenişin sonucunda mutluluğa ulaşması gibi. Temelde savunduğu şey; hayata kendi isteğimiz dışında gelip öleceğimizi bildiğimiz hâlde yaşamaya devam etmemiz gerektiğidir ve bu da absürt kavramını ortaya çıkarır. Sonunun hiçbir şekilde önemi olmayan ve kesinlikle kalıcı olmadığımız bir dünya üzerinde yaşamaya çalışmak bir saçmalıktır, mantıklı olan ise intihar gibi görünür. İşte Camus’un anlatmak istediği tam bu noktada devreye girer, eğer her şey bu kadar saçmaysa saçmalığa saçmalıkla cevap verilmeli yani yaşanmalıdır.
“Yaşam yaşanmaya değmediği için insan kendisini öldürür, işte bir gerçek, kuşkusuz, ama kısır bir gerçek, çünkü fazlasıyla açık. Ama yaşamaya yöneltilen bu aşağılama, içinde daldırıldığı bu yalanlama, hiç anlamı olmamasından mı geliyor? Uyumsuz olması, umut ya da intihar yoluyla kendisinden sıyrılmayı mı gerektiriyor?”
Deniz Demirdağ, Dünyanın anlamsızlığına bir başkaldırı, Kitabın Ortası dergisi, Ocak 2020, Sayı 34.