Osmanlı devlet geleneğini sürdüren yeni Türkiye Cumhuriyeti, başlangıç yıllarında yazar ve şairleri diplomat olarak görevlendirmiştir. Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra kurulan Encümen-i Daniş, Tercüme Bürosu olarak da görev yaptı. Öncelikle Fransızca olmak üzere Batı dillerini bilen diplomatlar yetiştirmeye yönelik bu girişimin öncüleri arasında Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa gibi zamanın şair, yazar ve gazetecileri var. Kıllet-i rical dönemi olarak görülen Cumhuriyet’in ilk yıllarında da bu gelenek devam etti. Abdülhamid Han döneminde sefirliklerde kâtip, müsteşar olarak görevlendirilen Abdülhak Hamid örneğine, Birinci Meşrutiyet’ten sonra yurt dışına kaçarak Fransa’da, İngiltere’de, Cenova’da çevre edinen, gazete ve dergi çıkaran kişiler de eklendi. Yabancı dil bildikleri için Lozan’da diplomat olarak Rıza Nur ve Yahya Kemal’in katıldığını biliyoruz.
Cumhuriyet döneminde en ünlü diplomat yazarımız Yakup Kadri ve Yahya Kemal’dir.
Dış ilişkiler günümüzde sadece yabancı dil ile kotarılmıyor. Bunun yanında diplomasi eğitimi almak gerekiyor. Yakın zamanlara kadar bu da yetmiyordu. Devlet içinde devlet veya devletin üstünde bir devlet gibi hareket eden Hariciye, kendisine intisap edecek olanları “kendi kanı”ndan seçiyordu. Benim diyen kimse büyükelçi olamıyordu; Hükümete ve Dışişleri Bakanlığı’na rağmen… Günümüzde yurtdışına diplomat olarak görevlendirilen yazar ve şairler yoksa da akademisyen kökenli kişiler mevcut.
İhsan mı, sürgün mü?
Cumhuriyet’in ilk yıllarında diplomatlık, yazar ve şairlere arpalık olarak verildiği gibi Ankara’dan uzaklaştırmanın bir yol ve çaresi olarak da görüldü. Kadro dergisi yazarı Yakup Kadri, dergiyi kapatmasına rağmen rahat durmayacağı düşüncesiyle Tiran, Prag, Lahey, Bern ve Tahran’a elçi olarak görevlendirildi ve –nerdeyse M. Kemal ölünceye kadar bir daha yurt dışından gelemedi. Zoraki Diplomat adlı hatıratında bu sürgünün ayrıntıları var.
Mevzu memleket savunması olduğunda “haydi Türkoğlu Ahmet (Haşim) doğru Çanakkale’ye” denilerek askere alınan Haşim, sıra devletin nimetlerinden faydalanmaya gelince hemen “Arap Haşim” oluvermiş ve bu nimetten mahrum bırakılmıştır kendisine göre.
Suyun öte yanından gelen bir kişi olarak diplomatlık payesi verilen en önemli şairimiz Yahya Kemal’dir. Varşova, Madrid ve Lizbon’da orta elçi, Pakistan’da ilk büyükelçimiz oldu. Günümüz anlayışıyla bakıldığında garip karşılanabilecek bu “besleme olayı”na en çok milletvekilliği vasıta edilmiştir. Hayatında adım atmadıkları vilayetlerden milletvekili seç(tir)ilen onlarca yazar ve şair vardır tek parti döneminde.
Durduk yerde bu konuyu neden gündeme getirdim. Bütün suç Abdülhak Hamid’de, onun bir mektubunda. Çünkü Abdülhak Hamid diplomatlık zamanlarını anlatıyor ve ben bunu atlayamazdım. Mektuplarında ve anılarında geniş bir yer tutuyor elçilikte vazifeli olmak.
İkisi de dahi olarak anılır!
Hemen söyleyeyim. Büyükelçi olamasa da önemli olaylara şahitlik eden Abdülhak Hamid ile Necip Fazıl arasında ilginç benzerlikler bulurum. Metafizik ürperti, ölüm karşısındaki sorgulayıcı kimlikleri, romantiklikleri, kabına sığmayan kişilikleri, şiirde kendinden önceki anlayışı sürdürmek yerine kendilerince yeni bir yol tutmaları ve inşa etmeleri, tarihi, felsefi tiyatroları, bohem hayatları, Batı’yı yakından tanımaları bakımından bu iki “deha”yı birlikte almak gerekir. Enteresandır ikisi de dahi olarak anılır.
Mektuplarından ve hatıralardan öğreniyoruz ki Hamid, diplomat olması sebebiyle İngiliz karakterini çok iyi tahlil etmiş. Yazar ve şairlerin insanları ve toplumları analiz dikkati diğer kimselerde pek yoktur. Onlar altıncı hissin de devreye girmesiyle görünmeyene nüfuz eder. Hamid de İngilizleri böyle tahlil ediyor. Bugün aynı İngilizlerden mi bahsediyoruz, denilebilir. Eğer bu bir kültürel gense; evet, aynı İngilizlerden bahsediyoruz.
Fethi Gemuhluoğlu Osmanlı’yı İngiliz siyasetinin parçalayıp yıktığını ve en sinsi düşmanımızın İngilizler olduğunu söyler. Ortadoğu’yu şekillendiren Batı, Anglosakson, yani İngilizdir. İsrail’i kuran odur. Amerika’yı kuran odur. İngilizlik diye bir şey icat etmiş ve AB’den ayrılmıştır. Kendini diğer Avrupa’dan ayırır ve ‘gerçek, merkez kurucu Avrupa benim, kimseyle paylaşmam egemenliğimi’ demiş ve AB’ye restini çekmiştir. Sterlin, Avroya dahil değildir; aristokrasi, kraliyet, gelenek, mezhep (Anglikan) hep kendisine özgüdür.
İngilizce; bilim, sanat, diplomatik ve eğitim dilidir. Bu dil, kültürü de taşıyorsa özel olarak bizim gibi ülkelerde İngilizce bilmek ayrıcalık haline geldiyse, bu milletin genlerini bilmemiz gerek.
Hamid bunları düşünmemiştir mutlaka. Ancak yaptığı tespitler bu işe yaramaz değildir. Böylece kendi gardımızı alırız diyeceğim ama umudum yok pek. İngilizce şarkı ile erovizyon birincisi olmuş bir ülkeyiz sonuç olarak. İngiliz kotu giyerek ölen Cumhuriyet öncüleri öyle bir sistem koymuşlar ki, düşmanı dostumuz belletmişler.
Yeni nesli, İngilize karşı uyanık tutmaya yarar düşüncesiyle Hamid’in İngiliz portresini almak istiyoruz.
“İngiltere büyük değil iridir”
Hamid, Pirizade İsmail Bey’e yazdığı bir mektubunda şöyle diyor:
“İngilizleri benden iyi bilen Türk yoktur. İngilizler daima kendilerini üstün görerek çevrelerinde bulunanlar hakkında kesin hüküm verir. Etrafına birisini daha adam ettik gözüyle bakar. O kimse, şayet onların adam etmesinden önce bu güzel hasletlere sahip ise o zaman da, 'Bu zat kusursuz fakat işe yaramaz, çünkü İngiliz değildir! 'Şu adam çok zengin, yazık ki, İngiliz doğmamış.’ 'Bu kadın olağanüstü güzel, ne var ki, İngiliz değil!' der, dudak büker. İngiliz, Avrupa'yı ve Avrupalıları hep alaycı gözle süzer. Kendilerinin üstün ırk olarak yaratıldığına inanırlar.
Siyaset işlerine gelince, bu centilmenlerin siyaseti adeta canavarcadır. 'British Lion' denilen İngiliz aslanı da siyaset meydanında irileşmiş bir kedidir. O hem başkalarının nimetiyle büyümüştür, hem de nankördür. Nankörlüğe alışmış ve bencillikle gelişmiştir. İngiliz siyaseti hiçbir milletin kalbini elde edememiş, birçok milletin ciğerlerine saldırmıştır. Bazen bir milleti ısındırmağa çalışması, onun, sonradan memleketini yakarak ışığıyle İngiltere adalarını aydınlatmak içindir. O siyasi toklukla kanaat etmez, tokken de yemek ister. Aç gözleri kapandıktan sonra bile görür. İngiltere siyaset tarihi taşmış, kabarmış fakat yükselmemiştir. O siyasette kahramanlıktan çok kahbelik görünür. Bu ölçüye göre İngiltere büyük değil iridir.
Eğer ülkelerindeki yabancıları aşağı görmek bir üstünlük ise, İngiltere her memleketin üstündedir. Eğer güçsüz milletleri ezmek ya da türlü renkten teb'asını kan dökerek yönetmek bir kuvvet ise İngiltere kuvvetlidir.
Eğer imar; İngiltere donanmasının yakıp yıktığı yerleri imar ise, İngiltere zamanın mimarıdır. Eğer İngiliz pasaportunu dünya haritası gibi taşımak bir büyüklük ise İngiltere büyüktür.
İngiliz, savaş istemez, barış tanrıçasına yaranmağa çalışır ki, kızı evlenebilsin ve üstelik kızı da elde etmiştir.
Yıldırım düşmüşse de yanına yaklaşma İngiliz’in! Gördün ki, bir ormanda oturmuş sana işaret ediyor, canavardır diye öbür tarafından dolaş! Arkadan mı geliyor? Bil ki, maksadı kendi selâmeti için seni tehlikelere karşı kılavuz etmektir. Önüne mi düşüyor? Hiç şüphe etme ki, muradı senin yolunu kesmektir. Baktın ki, sana doğru geliyor, sakın doğruluğuna kapılma! Emin ol ki, ok gibi ya bağrını ya göğsünü delmeğe geliyordur. Sana ekmek verdiğini mi gördün? Sakın aldanıp sadakat etme! Bil ki, ekmek verişi seni köpek saydığındandır; seni köpek saydığı halde beslemesi ancak kendine muhafızlık ettirmek içindir.
İngilizler Hindistan’da mektepler açtı; yerli halkı Hıristiyanlığa ısındırmak için. Demiryolları döşedi, memleketi daha iyi sömürmek için. Sulama kanalları kazdı, limanlar ve fabrikalar kurdu; kendileri rahat yaşamak, gezip dolaşıp eğlenmek, salgınlara uğramamak için. Viktorya çağında görülen fuhşun bir benzeri başka bir çağda acaba hiç görülmüş müdür diye düşünüyorum” diyen Hamid, kendi dönemindeki İngiliz toplumunun ahlaki seviyesini ve kadınlara verilen değeri de gözler önüne seriyor.”
Hamid bunları yazdığında “İngiliz Kemal”imiz yoktu ve İngiliz Muhipler Cemiyeti daha kurulmamıştı.
“Fransa’da cumhuriyet, burada ise hürriyet var”
Ancak İngiltere nezdinde Hamid’e görev veren bir sultanımız vardı: II. Abdülhamid.
Olay şu: Hamid, İngiltere’de iken Sultan Abdülhamid, kendisini nazik bir işe memur eder Sultan: Paris'te Ermeni ihtilâlcilerinden birinin yarı Fransızca yarı Ermenice olarak çıkartmakta olduğu bir ihtilâl gazetesi, Yıldız'ın Fransa Cumhuriyeti nezdindeki girişimi üzerine, Fransız Hükümetinin Osmanlı Devletine bir jesti olarak kapatılır. Ne var ki, söz konusu Ermeni bunun üzerine Londra'ya geçerek gazetesini İngiltere'de yayınlamağa başlar. Sultan “İhtilâl gazetesinin kapatılması için sizi Londra Dışişleri Bakanlığı nezdinde bütün nüfuzunuzu kullanmağa memur ediyorum." der.
Hâmid, derhal Dışişleri Bakanı Lord Lansdowne'dan randevu rica eder. Ve Dışişleri Bakanlığı’ndaki dostlarının yardımıyla bakanla bir görüşme yapar. Türk tezini gayet açık ve veciz bir şekilde ortaya serer ve nihayet Fransa'nın Türk dostluğuna verdiği önem sonucu ihtilâl gazetesini kapatmış olmasını belirtir.
Lord Lansdowne, Hâmid'i dinledikten sonra:
-“Sultan ne yapmamızı istiyor?" diye sorar.
-"Fransızların gösterdiği jesti Londra'nın göstermesini bekliyor. İngiliz dostlarımızın bu yolda atacağı olumlu adımdan zaten emin bulunuyoruz."
Bakan’ın cevabı: "Fakat Hâmid Bey! Fransa'da cumhuriyet var. Burada ise hürriyet var” diyerek teklifi reddeder!
Ne güzel bir kılıf değil mi? Hâlâ kullanılıyor.
Hâmid, o sinsi siyasetlerden sonra 1917’de İngiltere Dışişleri Bakanı olan Balfour'un İsrail Devleti'nin kurucusu olacağını da görecektir.
Bu bilgilerden hareketle bir sonuca varmak istiyorum.
Ne dersiniz? Yazar ve şairlerden diplomat olur mu?
Olmalı mı?
Kamil Yeşil