Hutbeleri son derece celalli olurdu ben hayret ederdim.

“Bu kadar halim selim, bu kadar sevimli, bu kadar sempatik, bu kadar tatlı bir insan minberde niye böyle aslan gibi, kaplan gibi kükrüyor, niye bu kadar sert oluyor?” diye hayret ederdim. Sonradan hadis-i şerifleri okuyunca öğrendim; Peygamber Efendimiz Hazretleri de minberde öyle celalli imiş. Demek ki o sünneti uyguluyor.

Çok nefis hutbeleri olurdu ve kâğıt kullanmazdı. Ayetleri, hadisleri, vaaz vereceği şeyleri kendisi ezberinde tutup söylerdi. Kâğıt kullanarak, okuyarak hutbe irad etmezdi. Son derece muhteşem hutbeleri olurdu.

Ali Rıza Sağman diye İmam-Hatip Okulu’nda hocalık yapmış meşhur bir hoca var. Birisine Hocamızı anlatırken; “Bilhassa hutbeleri tüyler ürpertici idi.” diyor.

Kendisi fevkalâde mütevazı bir insandı. Kendisine bir tavır, eda, bir poz, bir makam vermezdi. Çok yumuşak bir tarzda, “Ben âciz kardeşiniz...” diye hitap ederdi.

Arkadaşların birisine hitabı neyse, aynen onu kullanırdı. Mesela arkadaşlar bir üniversite hocasına “Osman Abi!” diyorsa o da “Osman Abi!” derdi. Halbuki Osman, onun çocuğu yaşında ama “Osman Abi!” derdi. Halkın verdiği unvanı kullanırdı. Fakat şurası çok kesin: Her günü, her sözü keramet idi. Kerametleri zahir ve bâhir, şeksiz süphesiz bir hakiki velî idi.

Birisini ele almak istedi mi, onu mutlaka adam ederdi. Bir zengin amcayı hatırlıyorum. Çok negatif bir amca idi. Hocamız onu ele aldı, öyle mükemmel bir mümin hâline getirdi ki ben hayret ederdim. Sırf ona ders verdi. Oturdu bir kişiye ders verdi. Onu çok faydalı bir insan eyledi.

Birisini ele aldı mı bırakmazdı

Son derece vefalı bir kimse idi. İhvanı ve ihvanın özel meselelerini çok iyi takip ederdi.

Maraş’ta bir olay olmuşsa bana İstanbul’dan telefon ederdi. “Esad git Maraş’a!.. Filanca kimse vefat etmiş, başsağlığı dileyiver.” derdi.

Müslümanların kardeşliğinin icabı neyse, onu çok güzel yapardı. O takibine, o vefasına çok hayret ederdim.

Evde latifeci bir insandı. Hadis-i şeriflerden Peygamber Efendimizin de evde hanımlarıyla, çoluk çocuğu ile latifeci olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla o hâli de tam sünnet-i seniyyeye uygundu.

Çok cömert bir insandı. Verdiği zaman verdiği miktarlara, “Bu kadar da bol verilir mi?” diye içimden itiraz ederdim; öyle bol verirdi. Verdiği zaman çok fazla verirdi. Doyurucu tarzda verirdi. Verdi mi ihya ederdi. Peygamber Efendimizin de öyle olduğunu biliyoruz.

Sofrasında ekseriyetle misafir olurdu. Misafirsiz yemek yemezdi. Camide, gelen kimselere bakar, sonra arkadaşlara işaret eder, "Filancayı, filancayı içeri çağır!" derdi. Yemek yedirirdi.

Biz de daha kendisiyle bir damatlık alakamız yokken çok defalar sofrasında yemek yemişizdir. Ben utanırdım, gitmek istemezdim ama hassaten beni içeriye çağırttırırdı.

Böyle sofrası misafirli idi. Bu da Hz. İbrahim’in âdetidir. İbrahim aleyhisselam hiç misafirsiz yemek yemezmiş; onun âdetini devam ettirirdi.

Gece ve sabah ibadetlerine çok riayet ederdi. Geceleyin seher vaktinde mutlaka uyanıktı. Ayrıca sabah namazından sonra işrak vaktine kadar camide bulunma sünnetini de ben Hocamdan öğrendim. O zamana kadar başkasında görmemiştim.

Biliyorsunuz Peygamber Efendimizin âdetiydi, severdi. Kendisi sabah namazından sonra camide otururdu. Peygamber Efendimiz eğer cihad gibi, cenaze gibi, hasta ziyareti gibi mühim bir şey yoksa camide oturmayı severdi. İşrak namazı kılardı. Bunun çok sevap olduğunu hadis-i şeriflerden biliyoruz.

‘Bizim Klasiklerimiz’den Muhammediye’ye dair 4: Cihadu’l Huneyn ‘Bizim Klasiklerimiz’den Muhammediye’ye dair 4: Cihadu’l Huneyn

Bu sünneti ben Hocamızda gördüm. Başka hiçbir camide görmemiştim. Sonra Anadolu seyahatlerimde bir de Urfa Dergâh Camii’nde gördüm. Aynen bizim okuduğumuz evradı okuyorlar. Tahmin ediyorum o da Hâlidiye kolunun âdeti olarak, oradan geliyor.

Pek çok alim ve din adamı tanıdım. Bunları şöyle düşünüyorum. Hocamızın haliyle, onların halini yan yana getiriyorum. Ona benzeyeni yok. O kadar güzel insanlar tanıdım hocamız gibisi ona benzeyeni yok. O ariflerin, o zarif insanların arasında çok daha başka arif, zarif, kâmil bir kimseydi. Çok daha tatlı ve güzel bir kimseydi, çok hoş bir insandı.

Şöyle söyleyeyim -benim yakınım olduğu için şirin görünmek durumunu değil- Ben Ankara’da bir evde oturuyordum. Hocamız rahmetullahi aleyh kızının evi olması dolayısıyla bizim haneyi teşrif ettiler. Bizim ev sahibimiz de Ankara’nın yerlisi bir hacı amcaydı. Hanımı da Ankara’nın Çubuk ilçesinin köylerinden temiz bir kimseydi. Kamburu çıkmış ev sahibi dedenin yaşlı hanımı, Anadolu temizliğiyle, safiyetiliğiyle “kimdi o güzel adam” diye soruyor. Güzel kelimesini kullanıyor. Konya’ya, Ankara’ya, Kütahya’ya camiye gittiğimiz zaman; namaz kılıp çıkarken benim ilgili oldu mu anlayıp halktan birileri yanıma gelir "kimdir bu zatı muhterem" diye sorarlardı.

Muhterem bir kişi olduğu görünüşünden derhal belli olurdu ve yüzünün güzelliği de derhal etki uyandırdı.

Bedenen çok heybetliydi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin mübarek evlatlarından, sülalesinden Kafkasya tarafından Nuha tarafından gelmiş. Şu anda Azerbaycan’da bulunan bir şehir -Şeki diye adlandırılıyor- oradan gelmiş. O heybet vardı.

Şeyh Şamil’in resimlerine baktığınız zaman o kalpağıyla görünen heybet gibi bir heybeti vardı. Bizim bakanlık yapmış bir kardeşimiz diyor ki: “Çok kereler Hocamızın o heybeti karşısında ben de hayret ediyordum ve yanına varıyordum. Yanında dururken omuzu ile omuzumu mukayese ediyordum. Boy bakımından aynıyız ama o heybetli görünüyordu.”

Hocamızın manevi bir heybeti vardı ve yüzü çok güzeldi. Güzeller güzeli bir yüzü vardı. Siması çok tatlıydı. Hakikaten yarışma olsa seçilecek hoş görünüşlü kimseydi. Ahlakı çok güzeldi. Biz kitaplarda, hadis-i şeriflerde ahlakın güzel olduğunu okuyoruz. Bütün ilahiyat fakültelerinin hocaları bilirler ama; ahlakın güzel olduğunu bilmek ve okumak başka, ahlakın güzel olduğunu bizzat göstermek, yaşamak, onu vurgulamak çok daha başka. İkisi de anlatılmaz derecede farklı şeyler.

Hocamız çok sağlam bir ahlaka sahipti. Ahlakına hayran olmamak mümkün değildi. Bir kere çok cömertti. Yanına yaklaşan, kendisi ile yakınlığı olan, ziyaretine gelen her insana muhakkak cömertliğinin eseri ulaşırdı. Mutlaka bir ikramı olurdu.

Manevi bakımdan manevi alametlerinin çok yüksek olduğunu biliyoruz. Herkes hocasını çok iyi bilecek -tasavvufta bu da böyle bir esastır- iyi bilecek ki feyz alsın. Çok müstesna yüksek bir makamı olduğunu birtakım olaylardan, karşılaştırmalardan, ziyaretlerden, rüyalardan biliyoruz. İncelemek imkânı oluyor.

O kadar yüksek makamına rağmen son derece mütevazı idi. O kadar tatlı kelimelerle tevazuunu, samimî bir tarzda ifade ederdi ki o tevazuna bir kere âşık olurdunuz. Son derece sevgi dolu bir insandı. Sevgi verirdi sevgi görürdü. Bilirsiniz; mutlaka sevgi karşılıklıdır diye söyleniyor. Son derece sabırlıydı. Etrafındaki tecrübesiz insanların; O’nun makamına, mekanına, şanına uygun olmayan davranışlarına ve karşılaştığı olaylara karşı son derece metin kale gibi sağlamdı.

Sahildeki dalgaların, yalçın kayalıklara gelip geriye dağıldığı gibi olayların karşısında öyle metin, sabırlı hali vardı.

Çok ketûm idi. Sırları etrafa fâş etmezdi. Kendisinin manevi kemalatınıda; çok büyük bir ustalıkla ketmederdi, belli etmezdi, saklardı. Hiçbir şey yokmuş gibi gösterirdi. Güneş balçıkla sıvanmadığından O ne kadar acizliğini, nacizliğini ifade etse de insanlar O’nun ne kadar yüksek olduğunu anlarlardı.

Manevi yönden her sözü hikmetliydi. Boşuna söz söylemediğini anlardınız ve o sözün birisi için olduğunu bilirdi. Aaa bu söz bana diye o işareti alır, ona göre kendisinde bir hata varsa düzeltirdi.

Her davranışı bir kerametti. Keramet denilen şeyi ben hocamızın çevresinde yaşarken gördüm. Tabii görmediği için görmeyen bir insanın bu işlerE içinin kâni olmamasını -uygun olmasa bile- ben anlıyorum.

Mademki çok büyük alimler böyle bir şey var diye buyurmuş, mademki Kur’an-ı Kerim’deki bazı olaylar kerametin misali o zaman kabul etmesi lazım. "Evet öyle ama" diyorlar yine de bir insanın keramet sahibi olduğuna inanamıyorlar. İnanma kabiliyetleri olmayınca duyduklarını içine sindirememiş oluyorlar.

Hocamızın yanında olan insanlar her an bir keramet ile karşılaşırlardı, karşılaşırdık. Ben halefiyim, vekiliyim, damadıyım ama benim dışımda ihvanımızdan kime sorulsa kaç tane başından geçmiş hadiseyi anlatır.

Mesela biz hacca gideceğiz Suriye’de kaç arabayız. Bir şehirde bir doktoru arayacağız. Telefonunu bilmiyoruz, adresini bilmiyoruz. İstiyoruz ki o doktorla buluşalım. Çünkü yolda dinleneceğiz, hocamız dinlenecek, ondan sonra hac yoluna devam edeceğiz. Onunla dönen bir kavşakta, cadde üzerinde -nereye müracaat etsek diye düşünürken- karşılaşıverirdik. Birden karşımıza çıkıveren -zuhurat dediğimiz- olaylar ile çok karşılaşırdık.

Dünyanın dört cihet ve yedi kıtasında hatırası anılıyor. Çok az insana nasip olan bir güzel durum. Ruhu pâkine -sadece sene-i devriyelerinde değil- her gün, her vesileyle dualar ediliyor. Hatimler, sureler, tesbihler, tehlilat, salavat-ı selamlar, zikirler gönderilip duruyor. Çünkü yetiştirdiği talebeleri; öğrettiği güzel ibadetlerin yapılması esnasında dualarda ismini geçiyor. Her an kabri pâkine sevaplar gönderiliyor. Nurlar yağıyor, makamı âlâ oluyor, nuru ve süruru ziyade oluyor.

Hocamıza; dünyanın birçok yerinde, hâlen Mehmet Zahid Kotku Camii diye camiler -onun adına- açılmakta. Caddelere ismi verilmekte. Ruhu pâkine hediye olsun diye hayır olarak çeşmeler yapılmakta, bahçeler düzenlenmekte. Avustralya gibi uzak bir kıta bile İngilizler canan’dır diye anıyorlar. Yani alt tarafı olan bir yer. 24 saat havada uçup öyle gidiyorsunuz. Elhamdülillah orada dahi, muhtelif şehirlerde Hocamız nâmına bizler dergahlar, mescitler açtık.

Mesela; Sidney’deki oyunlar dolayısıyla -uluslararası idman karşılaşmaları dolayısıyla- herkesin bildiği bir yer. Orada Hocamızın Kotku Dergâhı var. Açan kardeşlerimizden, vesile olanlardan Allah razı olsun. Dubbo denilen bir iç şehirde -şirin, temiz, güzel havalı bir şehir- O’nun namına Kotku Camii var.

Brisbane diye Türk kardeşlerimizin çok gittiği çalıştığı tarım, meyve, sebze üretim şehrinde Hocamızın adına bir camisi var. Birisban’ın en büyük camisi diyebileceğimiz sekiz dönüm arazi içerisinde, çamların arasında camisi var. Daha daha niceleri inşallah açılacak. Çünkü ben şöyle düşünüyorum; bir talebenin hocasına yapacağı en güzel hizmet, O’nun ruhuna sevabı daima gitsin diye onun namına bir sadaka-i cariye tesis etmektir. Tabii bu arada İstanbul’daki, Ankara’daki Kotku Camilerini saymıyorum. Allah razı olsun Çamlıca’da, Ayrancı’da, başka yerlerde kardeşlerimizin yaptırdığı güzel bir Kotku Camii var. Tabii bu camilerde namazlar kılındıkça, ibadetler edildikçe Hocamızın adı anıldıkça ruhuna sevaplar gidiyor. Ayrıca evradı şerifesini sabahları ihvanımız her yerde okuyorlar. Duası yapılırken hocamız anılıyor, hatimler indirilince ruhuna hediyeler gönderiliyor. Böylece sadaka-i cariye dediğimiz -istifade edilen ve müessese haline gelmiş hayırlar; cami, mektep, çeşme, koru, bahçe, ağaçlık gibi şeyler- onlar hizmete devam ettikçe, bunlardan insanlar, kuşlar, kelebekler, hayvanlar, sincaplar istifade ettikçe sevap devamlı gidiyor. Bir defada biten sadaka değil de -sadakayı cariye cereyan eden devam etmekte olan sadakalar Hocamızın ruhuna gönderiliyor. Kabrine nurlar yağıyor

Gerçek Müslümanlık onlarda evliyaullah da. Herkes gerçek Müslümanı bulamıyor, göremiyor. Elhamdülillah -ben aciz, naçiz kardeşiniz ve benim emsalim, ihvanımız- böyle bir zât-ı tanıdık.

Çok profesörler tanıdım. Çok unvanları şişirilmiş insanlar bilirim. Bilmem kimlere bilmem kimlere kadar... Pek çoğunu bilirim. Onlar da beni bilir. Yurt dışından başka kimseler de bilirim. Kayınpederim olduğu için hocam olduğu için söylemiyorum. Özlediğiniz zaman, istediğiniz zaman; iyi bir Müslüman görsem diye, tam bir Müslüman görsem, dört dörtlük, yüzde yüz, sâfi, taptaze bir Müslüman görsem dediğiniz zaman bu işin ne kadar zor olduğunu anlarsınız. Öyle insanların ne kadar az olduğunu anlarsınız aziz ve muhterem kardeşlerim.

Peygamber Efendimizin müjdesi var. Salih kimseleri sevmemiz lazım! Sevmek için anlatmak lazım! Ya göreceksin seveceksin ya da görmeyince ballandıra ballandıra birisi anlatacak da sende ağzını şapırdatcaksın

Öyle bir insandı. Yanında durulmaya doyulmayan bir insandı. Yüzüne bakılmaya doyulmayan bir insandı. Sohbetinin tadına doyulmazdı. Hutbede konuştuğu zaman tüylerimiz ürperirdi, başımızı kaldıramazdık. Hutbede öyle heybetliydi ki sanki İslâm ordularının başkomutanı gibiydi. Kâğıt mağıt olmaz da elinde. Kâğıt mat olmadan irticalen -hemen o anda- öyle konuşurdu. Mest olurduk, mahvolurduk, erirdik, mum gibi erirdik, herkes erirdi.

Ali Rıza Sağman vardı meşhur Sağman tecvidini yazan -sesi güzel, hafız zat. Allah rahmet eylesin- ziyaretine gitmiştik de ben; “Mehmet Zahid Efendi’nin damadıyım.” dediğimde ilk söylediği “Mübareğin hutbeleri ne celalli olurdu, ne kadar haşmetli, ne kadar tesirli olurdu." oldu. Sonradan okudum ki kitaplarda Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz de hutbelerde öyleymiş. Hutbesinde de tam Rasulullah gibi. Diyebilirim ki takva yolunun sultanıydı kesin! Diyebilirim ki asrımızda sünneti seniyyeyenin ihyâ edicisi idi. Çünkü unutulmuştu pek çok sünnetler. Biz ondan gördük.

Peki sünneti ihya etmenin mükafatı nedir?

Ümmetin bozulduğu zaman da bir sünneti ihya edene şehit sevabı veriliyor. Hocamız çok sünnetleri ihyâ etmiştir.

Tasavvuf yolunun sultanı idi. Tasavvuf; İslam’ın özüdür. Tasavvuf İslam’ın yaşanmasıdır. İlmi kâl -laf ebeliği-değildir. İlmi hâl, hâlini Müslüman yapmaktır. Hocamız işte bunu öğretti bize. Yolun büyüğüydü.

Sünneti ihya eden, İslâm’ı yaşayan ve yaşayarak başkalarına öğreten hakiki bir mürebbi, hakiki bir eğitici ve yetiştirici. Kısaca böyle anlatabilirim.

Hocamız sünnetin ihyacısıydı. Sünneti uygulardı ve icra ederdi. Giyimi, kuşamı hiç böyle şeye benzemezdi. Sünneti ihya ediciydi. Dünyayı terk etmiş bir insan da değildi. Bu çok önemli! Çünkü Peygamber Efendimiz böyle yapmadı. Peygamber Efendimiz devlet kurdu. Kurmadı mı? Kurdu! Elçi göndermedi mi? Gönderdi! Elçi kabul etmedi mi? Kabul etti! Medine’nin çarşısına, pazarına -Medine’nin anayasası diye- kanun koymadı mı? İçimizden erbabı bilir. Hocamız değil Türkiye’nin; Balkanların en büyük fabrikasını bize kurdurdu. Gümüş motor fabrikası diye.

Değil Türkiye’nin Balkanlar’ın en büyük motor fabrikası o. Zaten Arap aleminde motor fabrikası falan yok. Suriye’de, Irak da Suud’da yok. En büyük motor fabrikasını Hocamız kurdurtdu. Hâlâ hizmet görüyor ama bizim elimizden çıktı. Hocamız sanayiciydi. Hocamızın yetiştirdiği insanlar, Türkiye’nin sanayisini ve bugünkü hâle gelmesinde, bugün dışarı ihracat yapan -kötü yöneticiler olmazsa gölge etmeseler- dünyanın sayılı devletlerinden birisi olacak. Türkiye’nin bugünkü hâle gelmesin de çok büyük payı olan bir insandı. Din adamı ama öyle! Din adamı ama sanayici. Gidip de fabrikayı kendisi mi açtı. Hayır! Yönlendirdi, konuştu, emretti yaptırttı, destekledi. Himaye etti, besledi, korudu sonra da hata yaptıkları zaman hatalarını da söyledi.

Ama Müslümanlar Türkiye’nin idaresinde, sizin de hakkınız var ne demek diye o işin içine soktu. O zamana kadar yoktu böyle bir şey. Hocamızın dini tarafı, dünyevi tarafı her şeyi; tam Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin sünnetine uygun tarzdaydı.

Bizim ufkumuzu uluslararası açtı. Eskiden evden camiye, camiden eve Türkiye’nin 50 yıl önceki durumları. Gelişmeler benim gözümün önüne geliyor. Hocamız bizi Pakistanlılarla buluşturdu, tanıştırdı. Suriyelilerle tanıştırdı. Suriye’den, Şam’dan bir sürü ihvanımız varmış. Halep müftüsü Hocamızın halifelerinden. Mısır’dan, Cezayir’den, Tunus’tan, Sudan’dan pek çok yerlerden Amerika’dan, İngiltere’den, Afrika’nın Komor adalarından ziyaretçiler gelirdi. Hocamız bizi oralarla cihanşumûl bir cemaat haline getirdi. İçine kapalı, kendi halinde adı sanı duyulmayan bir şey değil. Uluslararası, dünya çapında bir şey oldu. Pakistan’dan bilirler, İngiltere’den överler, Amerika’da ruhuna Fatihalar gönderirler. Hoca dediğin böyle olur derler öyle bir insandı.