Gün içinde birkaç kere söyler ya da duyarız bu sözü: Allah büyüktür. Bir sıkıntının içinde kıvranırken, çaresiz gibi görünen bir hastalıkla aciz kalmışken dilimizden dökülüverir: Allah büyüktür. Çarelerin ve umudun tükendiğini hissettiğimiz zamanlardaki sığınıştır: Allah büyüktür. Bizim için zor hatta imkânsız olduğunu bildiğimiz her çıkmazın, çözümünün Allah için çok kolay olduğunu bilmenin inanışıdır: Allah büyüktür.
Onun büyüklüğünü anlayacak hiçbir ölçü yok elimizde. Allah büyüktür derken ‘büyük’ kelimesinin neyi ifade ettiğini bile bilmiyoruz. Bizim yapamadığımızı yapan, gücümüzün yetmediğine gücü yeten olarak düşündüğümüz bir ölçü de onu anlatmak için çok cılız kalıyor. Yarattığı kâinata, kurduğu eşsiz sisteme, ilme, güzelliğe bakarak saygı ve hayranlık duysak dahi büyüklüğünü anlayamıyoruz. Allah Teâlâ’yı ancak kendisi biliyor ve bize haber verdiği kadar öğreniyoruz. Şura Suresi 5. Ayet:
“Nerede ise gökler O’nun azametinden tâ üstlerinden çatlayacak gibi titreşiyorlar. Melekler Rablerini hamd ile tesbih ediyorlar ve yeryüzünde bulunan kimseler için mağfiret diliyorlar. İyi bilin ki Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.”
Allah kudreti ve azametiyle büyüktür. Allah, yaratması ve yaratırken ki ilmi ve letafeti, inceliği ile büyüktür. Allah şefkati, merhameti, affediciliği ile büyüktür. Nitekim “rahmetim gazabımı geçmiştir” demektedir. Devasa gezegenleri, uzayı yaratan Allah, gözle görülmeyen mikropların, içinde ciddi enerji taşıyan atomların da yaratıcısıdır. Allah, makroda ve mikroda büyüktür.
F. Attar Mantıku’t-tayr adlı eserinin giriş bölümünde anlatır:
-“Ey hakkı tanıyan, O’nu kendisinden başkasıyla kıyas etme. Allah kıyasa sığmaz.
Ey Allah’ım! Ne şaşılacak şey ki bütün zerreler sarhoş olmuş seni arıyorlar.
Hâlbuki sen o kadar meydandasın ki bu yüzden büsbütün gizlenmişsin, bu yüzden kimse senin cemalini görememiş.
Her şeyden önce sen vardın, her şeyden sonrada sen var olacaksın.”
Bu konuyu anlamak için hiçbir ölçüye sahip olmadığımız için, aczimizi ve sığınışımızı izhar eden büyüklüğe yöneleceğiz. Kur’an-ı Kerim de anlatılan peygamberler de öyle yapmışlar.
İnancını değiştirmediği için Nemrut tarafından ateşe atılan İbrahim aleyhisselâm, aczini bilip O’na sığındı. Üzerine fırlatıldığı ateşten dağ, gül bahçesine dönüverdi. Akılla değil, imanla anlaşılabilecek bir hikâyedir bu. Kulu inanmış ve yalnız bırakılmamıştır. Allah büyüktür.
Sabrını bütün zamanlara örnek olarak hediye eden Eyüp aleyhisselâm’da, O azameti büyük Allah’ın imtihanı ile karşılaşınca aczini idrak etti, teslim oldu. Hastalığını şikâyet etmeden kabullendi. Bedenini saran kurtlar yere düştüğünde aç kalmasınlar diye alıp tekrar tenine bıraktı. Ne şikâyet etti nede şifa diledi. Sadece sabretti. Hastalık kalbine ve diline ulaşınca korktu ve niyaz etti. “ Allah’ım, seni zikredememekten korkuyorum, şifa sendendir.” Dedi. Rabbi O’nu duydu ve ayağını yere vurmasını söyledi. Eyüp Peygamber söyleneni yapınca yerden bir pınar kaynadı. Bu pınarın suyu hastalığına şifa oldu ve eski sağlıklı haline döndü.
Musa Peygamber’in denizi ikiye bölen asası, İsmail peygamberi kesmeyen bıçak; gökten inen koç, Yunus peygamberi karnında gezdiren balık, Efendimiz (sav) yar-i gârı ile mağaraya sığındığında beliren güvercin ile örümcek O’na güvenmenin yegâne yol olduğunu gösteren örneklerdir. Bunlar gelip geçmiş sıra dışı yaşanmışlıklar mıdır? Yoksa geçerliliğini her dem koruyan yol gösterici işaretler midir? Çıkmazlarda sıkışıp kalmış bir insan Allah’a sığındığında önüne bir yol açılacaktır. Balığın değilse de bir denizaltının içinde denizin derinliklerinde problem yaşayan insanlara Yunus Peygamberin duası çare olacaktır. Uçak hava boşluğuna denk geldiğinde ya da fırtınanın içinden sarsılarak geçerken İbrahim Peygamberin ateşe mancınıkla fırlatıldığı anda ki teslimiyeti imdada yetişecektir. Zahirde ya da içimizde karşılaştığımız düşmandan korunmak için mağaraya sığındığımızda ‘Allah bizimle beraberdir’ inanışı ve teslimiyeti örümcek ağından perdeler ve güvercin kanadından setlerle bize siper olacaktır.
-“Allah bir güçlükten sonra bir kolaylık yaratacaktır.” Talak-7
Doğrusu ceddimiz ‘Allah büyüktür’ sözünü gayet iyi anlamışlar. Yaşadıkları coğrafya cengâver kılmıştı onları ve savaşmayı bir sanat haline getirmişlerdi. ‘ölürsek şehit, kalırsak gazi oluruz’ şiarıyla cenge bayram yerine gider gibi gittiler ve mutlak Galib’in Allah olduğunu bildiler. Diğer milletlerin anlayamadığı ve ‘Türklerin ne yapacağı kestirilemez’ dedikleri durumun arkasındaki hakikatte tam olarak bu teslimiyetti. Savaş sanatının zirvesi mehteran idi. Gâh düşmana korku salan, gâh kendi askerine şevk veren mehter musikisi, ‘Allah u Ekber, Allah u Ekber’ diyerek bu teslimiyeti diri tutar. Eşlik ettiği ordu, batıda ağaç denizine, doğuda çöllere aynı cesaretle dalar ve muzaffer olarak çıkar. Fethedilen yerlere ise yollar, köprüler, hanlar ve hamamlar inşa edilerek yeni vatan kılınan beldelere hizmet götürülür. Ecdadımızın yapılarda gösterdiği sadelik camilerde değişir ve iç mekânlar hatlarla, çinilerle tezyin edilir. Bu camiler duruşları ile “Allah büyüktür” lafzını sessizce ilan ederler.
Tekbir, İbrahim Peygamber oğlu İsmail Peygamberi kurban etmek üzere götürdüğünde, İsmail Peygamberin teslimiyeti ve bıçağın kesmeyip gökten Cebrail Aleyhisselâm ile koç inmesi sırasında dile getirilmiş bir mübârek sözdür. Atalarımız tarafından da tam bu noktadan anlaşılmış; savaşta, mimaride, musiki de kısacası hayatın her alanında temel düstur olmuştur.
Sadettin Ökten Hoca, Yahya Kemal’in Rüzgârıyla adlı kitabında ecdadın tekbire verdiği kıymeti anlatır.
“Ecdad bu mübarek lafzı musikinin semavi nağmeleri ile terennüm etmeye başlar. Kadim medeniyetimizde Tekbir’in lafzı, Itrî’nin segâh bestesi ile birlikte özümüzde hissettiğimiz, oraya nakşettiğimiz bir bütündür. Tekbir dendiği zaman mutlaka segâh makamının tab’ında var olan vakur ve muktedir, aynı zamanda mütevekkil ve mahzun ruh ahvalini aksettiren Itrî bestesi terennüm edilir. Tekbir’in ortaya çıkışına sebep olan kutlu hadise ile segâh makamındaki bestesi arasındaki muhteşem ahenk Osmanlı zevk-i seliminin bir başka zirvesidir. İslam medeniyetinin ilk bakışta çok basit ve muhtasar gibi görünen bu muhteşem tecellisi kadim musikimizin büyük dehası Itrî’ye nasip olmuştur.” Günümüzde de bir araya toplanarak yapılan okumalarda, mevlitlerde segâh tekbir aynı şevk ile okunmaktadır.
Dünya ve içindekiler yalnızca Allah’a malum bir bilinmeze giderken, zalimin cüreti mazlumun feryadının arttığı günlerden geçerken acz ile sığınıyoruz, Allah büyüktür. Tarık Suresi’nin son üç ayeti yapmamız gerekeni haber verir;
-“Onlar tuzak kuruyorlar *Bende tuzak kurarım* Onun için sen kâfirlere biraz mühlet ver”
Nedametle boynu bükük seslendi; “Efendim siz olmasaydınız çoktan savrulup gitmiştim. Haddi aştım. Hakkınızı helâl edin” dedi. Mübarek tebessüm etti, dünya biraz daha aydınlandı. Usulca ‘Allah büyüktür’ dedi.
Nursema Maraşî Dünya Bizim için kaleme aldı.