Merhum M. Emin Saraç Hocam’ın ders halkasına 1973 senesinde katıldım. O sene İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’ne başlamıştım. Sınıfta bir arkadaş hocamızın Fatih’te ders okuttuğundan bahsetti, tavsiye etti. İlk derse gittiğimde Fatih’te Dülgerzade Camii’nde bir odada ders okutuyordu. Mısır’dan Ezher’den de arkadaşı olan Merhum Muhammed Ali es-Sâbûnî’nin Ahkam ayetleri tefsirini okutuyordu.

1978’de Yüksek İslâm’dan mezun oluncaya kadar halkaya devam ettim. O sene hocam bir gurup öğrencisini yüksek tahsil yapmak üzere Mekke’ye gönderdi. Önce Ezher’e göndermeyi düşünmüş, Ezher’den çok sevdiği hocası Ahmet Fehmi Ebu Süüne’ye bu niyetini açmış, o da “Ben burada Mekke’deyim, buraya gönder” deyince oraya gönderdi. Hocamın İslâm aleminin ilmiye sınıfı arasında olduğu gibi Mekke Ümmü’l-Kura Üniversitesi çevrelerinde de hatırı sayılır bir saygınlığı vardı. Gönderdiği öğrenciler üniversiteye kabul edildi. Bunlardan birisi de ben idim. Giden arkadaşların birçoğu Fıkıh, Hadis ve Kelam gibi alanlarda Yüksek lisans ve doktora yapıp döndüler. Bunlar peyderpey döndükçe hocam, artık halkada derslerin okutulmasını onlara devretti. Arkadaş dersi hazırlar ve hocamızın nezaretinde halkadaki talabeye takrir ederdi. Böylece halka dersleri ihtisas dersleri hâline geldi. Hocamın halkası akademi oldu. Ben de fıkıh alanında yüksek lisans ve doktora yapmıştım. Bu görevlendirmede hocam bana da fıkıh derslerini verdi. 1988’den itibaren hocamın halkasında fıkıhla ilgili dersler okutmaya başladım, hâlâ devam ediyorum.

Hocam ders kitaplarını seçerken Osmanlı medreselerindeki ders kitaplarını ve kolaydan zora doğru onların okunuş sırasını takip ederdi. Mesela Fıkıh derslerinde önce Nuru’l-İzah sonra sıra ile Merakı’l-Felah, Mülteka, El-İhtiyar ve El-Hidaye okunmasını arzu eder ve öyle yapardı.

Hocamın ders takrir usulü önce Arapça metni okuyup sonra onu tercüme edip açıklama şeklinde olurdu. Ancak talebenin daha iyi yetişmesi için metni talebenin hazırlayıp okumasını ister, talebe hazırlanır gelir, okur tercüme eder, hocam da gerekli yerlerde gerek irap gerekse mânâ bakımından düzeltmeler yapar, yeri geldiğinde konu ile ilgili hatıralar aktarırdı. Ben bu usül üzere hocamın halkasında ve onun nezaretinde Mevsılî’nin El-İhtiyar’ını, Damad Efendi olarak bilinen Osmanlı aliminin Mecmau’l-Enhur adlı iki ciltlik eserini ve Molla Husrev’in (ra) Dürer adlı fıkıh kitaplarını ve İbnü Melek’in Fıkıh Usulünü ve Feraiz dersleri okuttum.

Hocam herhangi bir fıkhî meseleye cevap verilecekse bunun önce Hanefî kaynaklarda yerinin bulunup oradan nakledilerek verilmesini isterdi. Filan kitabın filan yerinde diyerek yer gösterilmesinden çok memnun olur, kalbi ancak böyle mutmain olurdu. Kaynaklarda yer alan fetvalara aykırı bir şey söylenmesine gönlü razı olmazdı. Bir hadis olarak: “Sizin fetvaya cesur olanınız cehenneme cesur olanınızdır” sözünü çok tekrar eder ve herkesin haddini bilmesi için bu yönde telkin ve tavsiyelerde bulunurdu. “Bana göre bu böyle, ben şu sonuca vardım” gibi biraz ilmiye gururu kokan söz ve davranışlardan hoşlanmazdı. Söz buraya geldiğinde Mısır’da yaşadığı bir hadiseyi anlatırdı: “Bir gün Ezher’in meşhur âlimlerinden Şeyh Buhayrî’nin evinde camaatle namaz kılmışlar. Namazı genç bir Ezherli kıldırmış, sonunda sehiv secdesi yapmış ama secdeyi alışılmış şeklinin dışında bir şekilde yapmış. Şeyh Buhayrî, “Neden böyle yaptın?” deyince imam, “Sehiv secdesinin şekli bana göre böyle daha sahih geliyor” demiş. Şeyh Buhayrî: “Bana göre mana göreyi bırak, şeytan bu devirde bu kapıdan giriyor” demiş. Hocam Buhayrî’nin bu sözünü böyle müçtehidlik taslayanlara karşı bir hüccet olarak zikrederdi.

Hocam bu çizgisini ömür boyu muhafaza etmiştir. Mekânı cennet olsun. Âmin.

Ahmet Efe