Ömrünü hikmet ve geleneğin çeşitli yönlerini araştırmaya ve ortaya koymaya adayan Titus Burckhardt, 1908'de Floransa'da dünyaya gelmiştir. Aslen Baselli aristokrat ve sanatçı kişilikleri barındıran bir ailenin mensubudur. Sanata olan yoğun ilgisi onu “Doğu Sanatı”ına yöneltir ve “Batı'nın ne kaybettiğini öğrenmek” üzere Fas'a giderek İslam sanatı ve medeniyeti hakkında geniş bir bilgi birikimine sahip olur. Bir süre sonra İslam'a avdet eden ve İbrahim İzzeddin adını alan Burckhardt, “Batılı akademisyenlerin oryantalist perspektiflerini gerek zihinsel gerekse de varoluşsal düzlemde eleştiriye tabi tutmadan, İslam felsefesinin ve sanatının derinliğinin kavranamayacağı” iddiasını taşır. Bu eser, yazarın birçok eseri arasında kaleme aldığı son çalışmasıdır.
İslam sanatı, Kâbe’ye başlar
Kitaptaki başlıklar görsel malzemenin eşliğinde, medeniyetlerin estetik, güzel(lik) vb. konulardaki karşılaştırılmalarında komplekse yer bırakmayan, abartıdan uzak ama anlam yüklerken cesur, okuyucu içine çeken bir üslupla aktarılıyor. Yazar kısa ama özgün cümleler içeren önsözünün ardından ilk akla gelecek yapıyla, yani Kâbe ile başlıyor sanatta dil ve anlam örgüsünün izlerini sürmeye. Çünkü Kâbe, İslam sanatı ve her şeyden önce mimarisi açısından merkezi bir öneme sahiptir. Yine yazarın ifade ettiğine göre, Kâbe’den söz açmanın diğer bir nedeni, bu yapının biçim ve ona bağlı ibadetler bakımından içkin sembolizminin İslam'ın kutlu sanatı tarafından ifadeye kavuşturulan her şeyi tohum halinde ihtiva etmesidir.
Kahire'de değişik mimari yapısıyla ilgimi çok çekmiş olan Sultan Hasan Medrese Camii de, kitaptaki seçkin mimari örnekler içinde yerini almış. Bu yapı Memlükler zamanına ait ve Orta Asya'da varolan külliye anlayışının bir taklidi. Yapıda dört eyvan var. Yazar bu eyvanların, aynı zamanda birer dershane olduğunu ve dört geleneksel fıkıh (hukuk) okuluna tekabül ettiğini; aynı şeyin binanın dört köşesinde yer alan dört medrese için de geçerli olduğunu söylüyor. Kıble tarafında yer alan ve ötekilerden daha geniş olan eyvan, Mısır'da hâkim durumda olan Hanefi Okulu’na tekabül eder; bunun karşısındaki eyvan Maliki okuluna ayrılırken, kıblenin sağ ve solundaki eyvanlar da sırasıyla Hanbelî ve Şafilere aittir. Dört fıkıh okulunun Sünni İslam çerçevesi içinde bir arada bulunabilmesinin izahını da yapar yazar.
Osmanlı’dan Kurtuba’ya İslam’ın büyük eserleri
Osmanlı mimarisi Ayasofya, Süleymaniye Camii, Şehzadebaşı Camii, Mihrimah Sultan Camii, Sokullu Mehmet Paşa Camii ve Selimiye Cami'lerinin özellikleri üzerinden anlatılmış. Kurtuba Ulu Camii'ni anlatmaya ise, “Bütün mimari içinde denilebilir ki, en katıksız bir şekilde Arap olanıdır,” diyerek başlıyor yazar. Buna sebep olarak da açıkça, Müslüman İspanya'nın, nispeten tecrit edilmiş bir konumda bulunması ve sarayının Arap ve Kureyş kökenli olduğunu açıkça söylemekten gurur duyan kurucusu 1. Abdurrahman'ı gösteriyor. Burckhardt yapıyı ayrıntılarıyla anlatırken, Kurtuba sanatının şaheseri olarak “mihrap”ı işaret ediyor. Bu mihrabın terkibi, Mağripli sanatçıların mütemadiyen müracaat ettikleri bir formül haline gelmiştir ama körü körüne ya da mekanik bir taklit şeklinde değildir bu terkip. Ebediyet duygusuyla karışık tatlı bir coşkunluk veya şiddetli arzu ve adalet ya da aşk ve hikmet gibi, karşılıklı bir denge oluşturmaktadır mihrabın bütünü.
Taç Mahal ise Moğol sanatının bir şaheseri olarak sunulurken, inşaatının altında yatan dürtülerden dolayı, İslam sanatının dışında bir yerde veya en azından onun en uç çizgisinde yer alır; çünkü yazarın vurguladığı gibi bu bina, yüceltilmesi veliliğine ya da Hz. Peygamber'in soyundan gelmişliğine değil, fakat hükümdar olan kocası Şah Cihan tarafından delicesine sevilmiş olmak gibi basit bir olguya dayanan bir kadının lahdini barındıran bir türbedir. Ama buna rağmen yazar, bu yapıda öyle örtüşmelerin olduğunu görür ki, bunlar yapıya İslami sanatın ana akımının dışında bir eser, dolayısıyla salt bir ifrat örneği olmaktan daha fazla bir anlam kazandırır. Ayrıca hükümdar karşı kıyıya da kendi türbesini inşa etmek ve “zamanı aşan” bir bağlılığı tasvir etmek için, bu ikisini birleştirme niyetiyle Yamuna Irmağı kıyılarında bir bölge seçer. Beyaz mermerle kaplı Taç Mahal'in aksine, kocanın türbesi siyah mermerle kaplanacaktı. Fakat ikinci türbe asla yapılamayacak, hükümdar son istirahatgahını karısının yanında bulacaktır.
İslam şehrinin temel esasları nelerdir?
Sekizinci bölüm “Şehir” başlığını taşıyor, bu başlık altında birçok ülke ve şehir kitaba konu oluyor. İslam şehir planlamacılığına en genel şekli içinde, hem gerçekçi hem de manevi karakterini veren şeyi Burckhardt şöyle açıklıyor: Herhangi bir plana göre değil, fakat sadece ve basit bir şekilde “kendiliğinden” gelişme sonucu kurulan kentlerde, bütünün birliği, onu teşkil eden unsurların formunun mükemmel tecanüsü ile güvence altına alınır ve bu durum bu kentlere birlikte yansıyan kristallerin görüntüsünü andıran bir imaj verir. Yani çeşitli boyut ve terkipler içinde düzenli biçimler, o maddi gereksinimlere cevap verir; ama bunları daha yüksek seviyedeki ihtiyaçlardan asla ayrı tutmaz. “Öyle ki bu durum onu, insanın bedeni, ruhi ve manevi ihtiyaçlarını birbirinden ayırmaya yönelen, dahası başka türlüsü elinden gelmeyen, zira bu farklı alanları birleştirmek için müracaat edeceği hiçbir yol gösterici ilkesi bulunmayan modern şehir planlamacılığından esaslı bir şekilde ayrılır.”
Bu kıyasta yazarın ifadelerini özellikle önemsediğim için, tırnak içine alarak vurgulamak istedim. “İslam Sanatı'nda Ortak Dil” bahsinde yazarın Kur’an diline dair yaptığı çıkarımlar etkileyici. Burckhardt, Kur'an'ın, Bedevi “recezi” gibi bir kafiye düzenine sahip bölümler içermesinden dolayı Arapça şiir olduğunu kabul etmeyi hatalı bulurken, yine Kur'an'ın düzenliliklerinin ve ani kırılmalarının, Arap ruhundaki derin gerçekliklere tekabül ettiğini inkâr etmenin de aynı şekilde yanlış olacağını düşünür. Sanat kolayca vakıf olunan kurallara uymaktan bitkin düşerken, Kutlu Kelam'ın dalgaları zaman zaman düzenli kalıplara oturabilir; ama bütün bunlar bir sahilsiz ummandan yükselirler.
Kur'an'ın sözlerinin ve yankılanan sesindeki büyünün meydana getirdiği iç ahengin durumu, kendisini, söz gelimi, mükemmel şiirden tamamen ayrı bir düzlemde gösterir. Burckhardt'ın güzel ifadeleriyle; “Kur'an hiç doyurmaz, verdiği gibi geri alır; ruhu kanatlandırarak uçurur; derken onu yere indirir ve çırılçıplak bırakır; mümin için bu, tıpkı bir sağanak gibi, hem rahatlatıcı hem arıtıcıdır.” Burckhardt katıksız beşeri sanatın bu meziyete sahip olamayacağını savunur, daha veciz ifadesiyle yazarın, “Sanata kolayca aktarılabilecek Kur'anî üslup diye bir şey yoktur.”
Bu eser, dil ve sanat üzerine kafa yoranlara özellikle tavsiye edilebilecek bir kitap. Yazmak niyetiyle okumamıştım ama okuduktan sonra, yazmalıyım dediğim kitaplardan oldu. Yazarının hayat hikâyesi ve kullandığı üslup tanınmayı, okunmayı kesinlikle hak ediyor.
Hacer Kor yazdı.