Üniversite son sınıf uygarlık tarihi dersinde hoca “Türklerin bugünkü yaşantısı üzerinde en çok etki eden kültürel çevre hangisidir?” şeklinde bir soru sorunca ben hemen ‘’İslâmiyet’’ demiştim. Hoca ise cevabı yanlış bulmuş ve bugünkü yaşantımız üzerinde en kalıcı izlerin İslâm öncesi döneme ait olduğunu söylemişti. Ben o yıllardaki aklımla bu cevabı hocanın siyasi tutumuna bağlamış ve beğenmemiştim.
Yıllar geçti, daha çok okuma ve öğrenme zamanı tanıdı hayat bana. Şimdi, bugünkü yaşantımız üzerinde en çok etkinin İslâm öncesi döneme ait olduğuna hâlâ inanmasam da bu dönemin de hatırı sayılır etkileri olduğunu görüyorum artık. Şöyle bir geriye dönüp bakıyorum; babaannem ile yatır gezmelerimiz aklıma geliyor. Yaylanın kuş uçmaz, kervan geçmez bir köşesinde, dibinde kimin yattığı belli olmayan bir çınar ağacını ziyaret etmiştik mesela. Babamın tüm muhalefetine rağmen babaannem çoraplarımızdan, atletlerimizden birer parça yırtıp ağaca asmıştı. Her köşesi çaput olan rengarenk bir çınar ağacı… Sonra ağlayan bebekleri, yeni doğum yapmış anaları dibine götürdükleri o koca kayayı hatırlıyorum. Mahallemizdeki cenazeleri hatırlıyorum sonra, dinimizin yüksek sesle ağlamayı yasaklamasına rağmen kendilerini parçalayarak ağlayan kadınları. Bu manzara ile edebiyat dersinde öğrendiğim sagu bilgisini birleştiriyorum. Alper Tunga Sagusu… Aradan geçen bin yıla ve değişen dine rağmen kendini koruyor ağıt yakma ritüeli. Sonra bunun İç Anadolu’da başlı başına bir iş kolu olduğunu öğreniyorum, bir yaşıma daha giriyorum.
Bu düşüncelerle okudum Gülşen Funda’nın Ketebe’den çıkan Felgu adlı hikâye kitabını. Daha yirmi iki yaşında genç bir yazar Gülşen Funda. Kırşehir’in Çiçekdağı İlçesi’nde doğduğu yazıyor kısa biyografisinde. Yazarın doğduğu Anadolu bozkırı, geçen bin yıla rağmen Orta Asya bozkırı ile bağını koparmadı hâlâ. Dede Korkut’un yerini Neşetler aldı. Yesevi’den el alan dervişler ilk dergahlarını yine burada kurdular. Tam da buradan, en doğru yerden yazıyor hikayelerini yazar.
Diğer taraftan öğrencilerimin Batı kültüründen beslenen mitolojik, fantastik metinler okumasından şikâyet ederdim hep. Ama kendi kültürümüzü temel alan, oradan beslenen fantastik metin de yok denecek kadar az. Bu boşluğu da çeviri metinler dolduruyor hâliyle. Felgu tam da burada önemli bir ihtiyacı karşılıyor. Somut olmayan kültürel mirasa sahip çıkıyor. Ortaokul öğrencileri için biraz ağır gelebilir belki ama liseden itibaren her yaş grubu için ideal bu metinler. Fantastik ama ayakları bizim topraklarımıza basan, ruhu bize ait metinler. Bu yüzden “fantastik” kelimesini yakıştıramıyorum kitaba. Efsunlu hikayeler demek daha güzel. Okurken zaman ve mekân kırılması yaşıyorum. Kâh Orta Asya bozkırında tarihin başlarında kâh Cumhuriyet dönemi Anadolu’sunun bozkırında. Ama ha Tanrı Dağı ha Erciyes. Bozkır siyasi sınırlara aldırış etmeden uzanıyor bir uçtan bir uca. Hikayeleri okudukça bir aşinalık hissediyorum. Hatırlıyorum, dün gibi değil ama muhakkak hatırlıyorum bir yerlerden. Yaşadığınız bir anı daha önce yaşamış olma hissi gibi bir şey.
Kitap ‘Gök’ ve ‘Kök’ olmak üzere iki bölümden oluşuyor. Her iki bölümde de altışar hikâye var. İlk bölüm olan ‘Gök’teki hikayelerde zaman ve mekân çoğunlukla belirsiz, hayal unsurları fazla ve hikayeler Şamanizm unsurlarıyla süslenmiş. ‘Kök’ bölümündeki hikayeler ise Anadolu bozkırından. Burada da Türklerin Orta Asya’dan getirdikleri İslâm öncesi inanç ile İslâm inancının nasıl birbiriyle kaynaştığını gösteren ritüeller çıkıyor karşımıza. Anadolu insanı Müslüman evet ama; Orta Asya’dan getirdiği bazı inanışları İslâm’ın içerisinde eritmiş ya da İslâm’ın uygun formları içerisine yerleştirmiş. Misal hikâyelerde Yasin-i Şerif ile şifa arayan kahramanlar olduğu gibi ‘’urgan ile yağ ile siyah horoz kanıyla safran ile’’ büyü yapan karakterler de var. ‘Gök’ başlıklı bölümün hikayelerinden hareketle düşünürsek ‘Kök’ bölümdeki hikayelerin mekanının Orta Asya bozkırı olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca hikayelerin başlarında kullanılan kimi figür ve semboller de okuyucuyu Şamanizm konusunda araştırmaya sevk ediyor kitaba da görsel bir zenginlik katıyor.
Kök başlıklı bölümde ayrıca otları, bitkileri, mahalle kültürü, yeme içme alışkanlıkları, tarımsal faaliyetleri ve insan tavırları ile Anadolu bozkır çok iyi yansıtılmış. Hikâyelerde geçen ‘semizotu, kabak gülü, iğde ağacı, bostan güzeli’ gibi bitki ve ot isimleri yazarın toprağına bağlı olduğunu gösterirken, hikayelerin içerisinde bu isimlerin kullanılması okuyucuya Mustafa Kutlu tavrını hatırlatıyor. Birinci bölümde olduğu gibi bu bölümde de sihir, büyü, dua gibi metafizik ögeler serpiştirilmiş hikayelere. Bunun yanında Anadolu bozkırından insan manzaraları da ustalıkla sunulmuş. Şehri merak eden ve şehirden gelecek gazete kağıdına sarılı simidi heyecanla bekleyen kahramanlar olduğu gibi bozkıra, köyüne küsüp sözüm ona özgürlüğe, şehre kaçan ve bir daha geri dönmeyen kahramanlar da var.
Anadolu’da birçok efsunlu hikâye ve inanış var. Bunların kimi dinin yanlış yorumlanmasından kaynaklanıyor kimi de Türklerin Müslüman olmadan önceki inanışlarının Anadolu’ya taşınmasından. Bu inanışlar, nesilden nesile aktarılıyor bir şekilde. Her yeni nesil, inanışlara çağa ait bir şeyler ekliyor ya da her nesilde inanışlardan bir şeyler eksiliyor. Bunlar meselenin daha ciddi boyutları ve üzerinde konuşacak yeterliliğe sahip değilim. Ama gerek dini gerek tarihi kaynakları olan bu tavırlar artık halk kültürün bir parçası olmuş. Neden olmasın? Pegasus bir dünya markası iken bizim Boz Atlı Hızır’ımız neden bilinmez, konuşulmaz. Gülşen Funda’nın kitabını bu düşüncelerle okudum. Yazar genç yaşına rağmen yeni ve çok da sık karşılaşmadığımız bir muhteva ile selamlıyor okuyucuyu. Bu yeni muhtevayı ‘’Sonra anladım ki insanı yerinden eden ya aş ya aşk ‘’ gibi şık cümlelerle dile getiriyor. Haklı değil mi yazar? Bizi hikâyenin başladığı yerden Orta Asya’dan Anadolu’ya sürükleyen sebeplerden biri de kuraklık, kalabalık ve bunların beraberinde getirdiği aş ihtiyacı değil mi. Ya da Neşet’i Alamanyalar’a sürükleyen ‘’Canım benim Anadolu’’ diye çığırtan da aş değil mi. Ya aşk ? ‘’Kınayı getir aney’’ diye ağlayan gelini de yurdundan ayrı düşüren aşk işte.
‘’Delikanlı oldum, bir çağladım bir duruldum. Bir Karacaoğlan’dım, Bir Köroğlu’ydum’’ cümlesi ile de dikkatimi çekti yazar. “Bir Anadolu delikanlısının üzerine düşen vazife nedir, bir gençlikten ne beklenir?” sorularına da bir gençliğe hitabe ile değil manifesto ile değil şık bir cümle ile cevap veriyor. “Gönlüne aşk düşünce durulacak, zulüm görünce çağlayacak bir genç” tasviri yapıyor, yine Anadolu’nun büyüklerinden hareketle.
İlk kitabı hayırlı olsun, okuru bol olsun diyerek bitireyim.
Enes Akçay