Zülfü Livaneli 'Serenad' kitap özeti

“Serenad”; insanların dini, dili, ırkı farklı olduğu için neler yaşayabileceğini tarihin canlı örnekleriyle gözler önüne sermektedir. Şehirlerin, semtlerin ve insanların değiştiği bu dünyada iyi insanların iktidara gelemeyeceğini, gelse bile iyi kalamayacağını acı örneklerle gösterir bize. İnsanların vatan sevgilerini bile ayrıcalık elde etmek için kullandığı günümüzde bu eserin okuyucuları, bazı şeylerin nasıl hiç değişmediğini anlayacaktır. Tamamına Hap Kitap uygulamasından ulaşabileceğiniz kitabın özeti ve ses kayıtlarına dair bilgilendirme içeriğini istifadelerinize sunuyoruz.

Zülfü Livaneli 'Serenad' kitap özeti

Giriş

İlk baskısı 2011 yılında yapılan Serenad, Zülfü Livaneli’nin en çok ses getiren romanlarından biridir. Kitapta, Hitler’in Yahudilere yaptığı zulüm anlatılmakla birlikte; Türkçe’nin yozlaşması, hukuk sisteminin adaletsizliği, Kırım Türklerine yapılanlar, Ermeni meselesi, Türkiye’de kadının yeri gibi çok farklı konulara da değinilmektedir. Zülfü Livaneli’nin kaleme aldığı bu eser, Türkiye’nin ve dünyanın değişmeyen sorunları ile gündemde kalmaya devam edecektir.

Kitap özetinden bölümler:

59 Yıl Sonra İstanbul

Uçakta oldukça rahat edebilen bir insan olarak Frankfurt-Boston uçağındayım. Hemen herkes uyuyor, bense şehre inmeden hikâyemi yazıp bitirmek niyetinde olduğumdan uyumayı değil yazmayı tercih ediyorum. Sabah İstanbul-Frankfurt uçağına binip Frankfurt’ta uçak değiştirmek için indiğimde polis yeniden uçuş için bilgilerimi kontrol etti. Maya Duran, kadın, 21 Ocak 1965 doğumlu, yaşı 36. Pasaportlarda din ibaresi yazmıyordu ama eğer yazsaydı şunlar olması gerekirdi: Müslüman, Yahudi ve Katolik. Kısaca insan.

Hikâyem Boston’a inip Massachusetts General Hospital’a gittiğimde son bulacak. Peki, ne zaman başladı? Üç ay önce bir şubat günü.

Sevgilim Tarık beni aradığında ona akşam havaalanından Maximilian Wagner adında bir profesörü alacağımı söyledim. Hakkında başka bilgim yoktu ama havaalanına varmamız en az bir saat süreceğinden yolda onunla ilgili bir şeyler okurum diye düşündüm.

Şoför Süleyman’la birlikte rektörün siyah arabasına binerek yola çıktık. İstanbul’un trafiği her zamanki gibiydi, sağdaki emniyet şeridinden gitmek bütün büyük siyah arabalar gibi bizim de hakkımızdı. Ne güzel bir memlekette yaşıyorduk, rektörün arabasında seyahat edebildiğimiz sürece elbette.

Yolda giderken Wagner’in 87 yaşında bekâr bir hukuk profesörü olduğunu öğrendim. Şu ana dek pek çok yabancı konuk ağırladığımdan soracakları soruları kestirebiliyor ve cevapları önceden hazırlıyordum. Bu sayede pek çoğunun araştırmadan geldiği bu ülke hakkındaki önyargılarını; üniversite hocalarının yüzde kırkının kadın olduğundan, Türklerin Arap olmadığından, kadınların seçme seçilme hakkını pek çok Avrupa ülkesinden önce aldığından bahsederek yıkabiliyordum. Ama bunları söylerken kadınların hâlâ dayak yediğinden, kadın sığınma evlerinin doluluğundan, genç kızların aile meclisi kararıyla öldürüldüğünden bahsedemezdim.

Havaalanına vardığımızda elimde profesörün adının yazdığı bir kartonla beklemeye başladım. Çok geçmeden mavi gözlü, siyah paltolu ve fötr şapkalı bir adamın elimdeki kartonu görünce gülerek bize yaklaştığını gördüm. Tanıştık, arabada küçük bir de sohbet ettik. Meğer kendisi 1939-42 yılları arasında İstanbul’da yaşamış. Kendisini kalacağı otel olan Pera Palas’a bıraktık, profesör ben onun giriş işlemlerini hallettikten sonra bana birer içki içmeyi teklif etti. Kabul ettim ancak kendisi yaşlı ve yorgun olduğundan ben işlemleri yaptırana dek lobide uyuyakalmıştı. Garsonlara, uyandığında beyefendiye odasını göstermelerini rica ederek ve ona durumu izah eden bir not bırakarak otelden ayrıldım.

Süleyman ne ettiyse arabayı çalıştıramadı, bozulmuştu araba. Bu esnada havaalanından beri peşimizde olan Renault marka bir arabanın otelin önünde olduğunu, içindeki adamların doğrudan bana baktıklarını fark ettim. İlk başta bizi takip etmelerinden çok rahatsız olmadım zira havaalanından otele giden tek araç biz olamazdık elbette. Ama şimdi otelin önünde durmaları, yetmezmiş gibi bana bakmaları tuhaftı. Eve dönecekken araba da böyle bozulunca ne yapacağımı bilemedim, yeniden kendimi otele attım. Girdiğimde profesör hâlâ uyuyordu, kendisini uyandırdım. Odasına çıkarıp yerleştirdikten sonra yarın on birde kendisini rektörle yemek yiyecekleri için alacağımı söyleyerek ayrıldım. Bu süreçte araba da düzelmişti, Süleyman beni eve kadar bıraktı.

Ertesi gün yemeğin ardından profesör öğrencilere bir konferans verdi, söze salondakileri Türkçe selamlayarak başlayınca herkes onu alkışladı ve profesör tüm salonu etkisi altına aldı. Bu sırada dikkatimi profesörün konuşmasına vermemi engelleyen bir şey oldu: Beyaz Renault’nun içinde olan ve önceki akşam beni izleyen üç adamın da konferans salonunda olduğunu, profesörü dinlediklerini fark ettim. Beynimden aşağı kaynar sular döküldü, kimdi bu adamlar?

Profesörle birlikte konferansın ardından otele dönerken beni akşam yemeğine davet etti. Başta tereddüt etsem de sonradan kabul ettim. Akşam yemeğe giderken şık, siyah bir elbise giydim, sadece özel günlerde taktığım gerdanlığımı taktım. Profesör yemekte kendisinin İstanbul’da yaşadığı zamanlarda Hitler rejiminden kaçan pek çok Yahudi profesörünün de İstanbul’da yaşadığını anlattı. Profesörün tam Hitler’in seveceği türden bir âri soydan geldiği hâlde buraya gelmesi kişisel bazı nedenlere dayanıyordu. Biraz daha sohbet ettikten sonra kendisine yarın gününü nasıl geçirmek istediğini sordum, kendi başına kalıp biraz dolaşmak istediğini söyledi. Ama ondan sonraki gün, yani 24 Şubat günü kendisini sabah saat dörtte almamı istedi, üstelik nereye gideceğimizi de söylemedi.

23 Şubat günü üniversiteye girdiğimde acele rektörlükten çağrıldığım söylendi. Rektörün odasına girdiğimde Renault marka arabanın içindeki üç adamın orada olduğunu gördüm. Rektör bey akademik kurula başkanlık etmesi gerektiğinden odadan ayrıldı, adamlar da niyetlerini açıkladılar: Benden profesörün yaptığı her şeyi, tüm telefon konuşmalarını ve ağzından çıkan her cümleyi rapor etmemi istiyorlardı. Üstelik bunu yapmazsam beni üniversitedeki işimden edeceklerdi. Sadece bu değil, babaannemi ve geçmişimizi biliyorlardı. Açıkça tehditti bu.

Babaannem Eğinli’ymiş. Varlıklı bir ailede kardeşleri ile birlikte yaşarmış. O altı yaşındayken askerler tüm ailesini ve akrabalarını götürmüşler. Çünkü onlar Ermeni’ymiş ve zorunlu sürgünle gitmek zorundalarmış. Sürgün kararı çıktığında ailesi onu Müslüman komşularına emanet etmiş. Giden döner miydi, döndüğünde bıraktığını bulur muydu? Gidenlerin çeteler tarafından soyulduğu, kadınların memelerinin kesildiği, genç kızların ırzına geçildiği, altınlarını alabilmek için kollarının kesildiği anlatılıyormuş. Bu yüzden çocukların güvenliği önemliymiş.

Müslüman ailelerden çok yoksul olan ve ancak kendine yetebilen aileler bile Ermeni çocukları severek kabul etmişler, çünkü her iki taraf da birbirini çok severmiş. Ancak bir süre sonra bu çocukları saklamak tehlikeli olmaya başlamış, zira bunu yapmaları en başından beri yasakmış zaten. Bu yüzden çocuklar devlete teslim edilmeye başlanmış. Babaannem bir yetimhaneye verilmiş, kardeşlerinden bir daha haber alamamış. Anne ve babasınınsa daha şehir çıkışındayken diğer tüm kafiledekilerle birlikte kesilip cesetleri dereye atılmak suretiyle öldürüldüğünü öğrenmiş. Zaten savaş zamanı olduğu için yolları da eşkıyaların kesmesiyle birlikte, kafilelerin başına verilen birkaç nöbetçi insanları korumaya yetmemiş. Babaannem onları öldürenlere değil, tehcir kararını verenlere kızıyordu.

Dedemin babaannemin Ermeni olduğunu bilip bilmediğini merak ettim. Biliyormuş çünkü babaannemin kimliğinde “Din değiştirmiş anlamına gelen Mühtedi kelimesi yazılıymış. Gerçekten dinini değiştirip değiştirmediği ise sorulmamıştı ona. Bir Hristiyan olarak doğmuş, bir Müslüman gibi yaşamıştı.

Bu konuşmayı yapmamızın ardından bana dolabındaki çekmecesinin anahtarını verdi. Atalarımdan kalan bir yadigâr olarak çekmecesinden gerdanlığı aldım, bir hafta sonra babaannemi kalp yetmezliğinden kaybetsek de ben özel günlerde bu gerdanlığı takarak onun anısını yaşatmaya devam ediyorum.

Şile

24 Şubat sabahı o buz gibi havada üstelik de arabanın kaloriferleri bozulmuşken saat üçte profesörü almak için yola çıktık, dörtte otelin önüne vardığımızda bizi bekliyordu. Arabaya bindiğinde Şile’ye gitmek istediğini söyledi. Çok şaşırdım, kendisine Şile’nin Karadeniz kıyısında bir tatil kasabası olduğunu ve bizim kış mevsimi içerisinde olduğumuzu hatırlattım. Biliyordu bunları, Şile’ye gitmek istediğini tekrarladı. İki saat boyunca virajlı yollarda savrularak Şile’ye giderken bu soğuk kış gününde buralarda ne aradığımızı kendime sorup sinirlenmeden duramıyordum.

Şile yakınlarında toprak bir yola saptığımızda profesörün elli dokuz sene önce geldiği bu yerleri nasıl hatırlayabildiğini anlayamadım. Dediği yere geldiğimizde Wagner hazırlattığı çelengi ve kemanını alarak arabadan indi. Hava dondurucu derecede soğuktu, profesör denize doğru yürürken biz şoförle arabanın önünde bekliyorduk. Profesör denize karşı dönmüş, keman çalıyordu. Çaldığı melodi Schubert’in Serenad’ını hatırlatıyordu.

Soğuğa dayanamayıp arabanın içine girmiştim ama kalorifer bozuk olduğundan içerisi ile dışarısı pek fark etmiyordu. Kar tanelerinin atıştırmaya başlamasıyla profesörün üşüteceğinden endişelendim, arabadan inip onu uyarmak için yanına yaklaştım. Zaten deminden beri aynı yeri tekrar tekrar çalıyor ama devamını getiremiyordu. Adamın yanına vardığımda yüzünün soğuktan morarmış olduğunu fark ettim. Seslendiğimde ne dönüp baktı ne de kıpırdayabildi. Resmen ölmek üzereydi! Kendisini arabaya götürmek üzere kolundan tuttuğumda bir türlü gelmek istemiyor, geri dönmeye çalışıyordu. Parmaklarını kemandan ayırmaya çalıştığımda parmaklarının donmuş olduğunu ve kemandan ayrılmadığı fark ettim. Sürekli “Nadia” ve “Sutuuma” gibi kelimeleri tekrarlıyordu. Arabaya geldiğimizde beni bir sürpriz bekliyordu: Araba yeniden bozulmuştu.

Profesörü hemen yakınlardaki Black Sea Motel’e götürmekten ve Süleyman’ın arabayı tamir ettirip geri gelmesini beklemekten başka çarem yoktu. Güç bela adamı Motel’e taşıdık ancak burası kış mevsiminde kapalı olduğundan içerisi buz gibiydi, üstelik odalar da kapalıydı. Görevliye parası neyse vereceğimi, bize bir oda açmasını söyledim. Odayı açtı ama içerisi hem berbat durumdaydı hem de Wagner’i ısıtacak kalınlıkta bir şey yoktu. Bulduğum bir örtüyü, paltosunu üzerine örttüm ve beklemeye başladım. İyice örtülü olmasına rağmen hiçbir şekilde ısınmıyordu vücudu. Aklıma gelen tek şeyi yaptım: Üzerimi çıkartıp adamın yanına yattım, onu da soydum ve vücut sıcaklığım ile onu ısıtmaya çalıştım. Başta vücudunun soğukluğu nefesimi kesse de zamanla onun ısınmaya başladığını fark ettim. Sırayla bir önüne bir arkasına geçip ona sarılarak her yerinin sıcak kalmasını sağlamaya çalışıyordum.

Bir ara ben de uyumuş olacağım ki kapı sesiyle uyandım. Gelen Süleyman’dı ama ikimizi de çıplak ve aynı yatakta görünce durumu yanlış anlayıp bizi öylece bırakıp gitti. Arabayı hızlıca sürerek uzaklaştı, şimdi çaresiz kalmıştık işte. Üstelik belli ki üniversiteye bu durumu anlatmaktan geri durmayacaktı.

Telefonuma baktım, sayısız cevapsız aramaların hepsinin oğlum Kerem’e ait olduğunu gördüm. Hemen aradım onu, bana daha önce ona anlatmış olduğum beyaz Renault araba içindeki üç adamın evde olduğunu söyledi. Korkudan kanım çekildi, ne istiyordu bu adamla bizden? Telefonu adamların biri aldı, telefon sinyalimden Şile’de olduğumu görmüşlerdi. Ne yapacağımı bilemezden ağabeyimi aramak geldi aklıma. Arayıp kendisine durumu anlattım, eve gidip Kerem’le ve adamlarla ilgilenmesini rica ettikten sonra bulunduğumuz yeri de söyleyerek bize bir araba göndermesini istedim. Telefonu kapattıktan kısa süre sonra bizi alacak adamlar geldi. Çok yakından geldikleri için gelmeleri de uzun sürmemişti. Profesör şiddetli şekilde üşüttüğü için Çapa Tıp Fakültesi’nde çalışan arkadaşım Filiz’i arayıp durumu izah ettim, kendisiyle ilgilenmesini istedim. Bizi almaya gelen adamlar profesörü hastaneye götürecekti, ben de bu uzun günün ardından eve gidebilecektim. Evde oğlumla biraz konuştuktan ve banyoya yaptıktan sonra uzun bir uyku çektim.

Mavi Alay

Uyanıp günlük işlerimi hallettikten sonra abime uğramaya karar verdim, dünün ardından ona teşekkür etmemek olmazdı. Albay olduğundan beni askeriyede karşıladı, biraz sohbet ettikten sonra kendisinden profesörle ilgili bilgi almak istedim. Zira onun da istihbaratta önü açık gözüküyordu. Bana pek bilgi veremeyeceğini, profesörle ilişiğimi kesmemin iyi olacağını ve profesörün geçmişte işlenen bir suçu açığa çıkarmasından korktukları için o adamların onunla ilgilendiğini söyledi. Tek söylediği de bu değildi, biraz konuşunca konu anneanneme geldi. Abimin anlattığına göre anneannem Kırım Türklerindendi.

O genç kız olduğunda savaş başlamıştı, Kırım Türkleri de Stalin’in eziyeti altındaydı. Hitler Sovyetler Birliği’ne saldırdığında Ankara hükümeti, Kırım Türklerini Almanların safına geçmeye ikna etmişti. Bu Türklere Mavi Alay adı verilmişti. Bir süre sonra Almanlar geri çekilmeye başlayınca Mavi Alay mensupları Kuzey İtalya’ya yerleştirilmişlerdi. Ancak müttefik kuvvetlerin İtalya’ya girmesiyle Mavi Alay Avusturya’da Drau Nehri yakınlarındaki Ober Drauburg’a yerleştirildi. Çile bununla da bitmedi, İngilizlerin Avusturya’yı işgal etmesiyle Dellach kampına yerleştirildiler.

1945 yılında Londra’dan kamptakilerin Sovyetler Birliği’ne teslim edilmesini emreden bir telgraf gelince Sovyetler Birliği’nin hepsini öldüreceğini açıklamasına rağmen İngilizler onları gönderdi. Üç bin kişi Sovyetlerin eline geçmektense ölmeyi tercih edip kendilerini Drau Nehri’ne attılar. Anneannemin iki kardeşi nehre atlayanlar arasındaydı. Günler sonra trenin Türkiye sınırlarından içeri girmesiyle Mavi Alay Rusya sınırına kadar Türk askerlerinin denetiminde gitmişti. Türk hükümetinin kapıları açıp kendilerini kurtarmasını bekleyen alaydakilerin umdukları olmadı. Türk-Rus sınırındaki Kızılçakçak Baraj Gölü’nde Türk askerleri inecek ve trenin sınırı geçmesiyle Rus askerleri alaydakileri vuracaktı. Bu sırada iki bin Kırım Türkü de bu barajda atlayarak intihar etti. Geri kalanlar Rus askerleri tarafından vuruldu. Anneannem de kendini göle atanlar arasındaymış ama Ali adlı bir asker onun peşinden atlayıp anneannemi kurtarmış. O Ali asker, dedemizmiş. Devlet bu trajediden sağ kalanları yaşatmayacağı için de ona Ayşe adında sahte bir kimlik çıkararak Antakya’da yaşamaya başlamışlar. Anneannemin annesi ve babası ise sınırda kurşuna dizilmişler. Konuştuklarımızın ardından dehşete düşmüş bir şekilde nizamiyeden ayrıldım. Demek bu ülkede zulüm, millet ayırmıyordu. Devletin zalimliği herkeseydi.

Üniversitede Wagner hakkında bir araştırma yapmak üzere arşivin yolunu tuttum. Profesörün İstanbul’da olduğu dönemde burada olan bilim adamları hakkında bir sürü dosya vardı. Ve her birinin dosyasında da yığınla bilgi. Bir tek Wagner’in dosyası neredeyse boştu. Bulduğum iki evraktan birinde Wagner’in emniyet tarafından gözaltına alındığı ve sınır dışı edildiği yazıyordu. Wagner istenmeyen adam ilan edilerek teslim edilmişti. İkinci evraka göreyse Hitler’in temsilcisi Scurla üniversiteye gelip profesör hakkında bilgi toplamıştı, Wagner’in kriptolarını müzik notaları şeklinde gönderen bir casus olduğu yazılıydı. Scurla diğer tüm bilgileri alıp Nazi arşivlerine götürmüştü. Bu arşiv Almanya’da Bad Arolsen kasabasındaydı. Arşivin adı Uluslararası Takip Servisi’nin İngilizcesinin kısaltılmasıyla oluşan ITS’ydi.

Hastaneye profesörü ziyarete gittiğimde bana kemanını sorduğu için onu mutlaka bulmalıydım. Yeni şoförüm olan İlyas vasıtasıyla Süleyman’a kemanın arabada olup olmadığını sordurduğumda kemanı görmediğini söylemişti. Bense bir umut bozuk arabanın tamirde olduğu sanayiye gidip arabaya baktım. İlk başta ne kadar arasam da bulamadım kemanı, tam vazgeçmek üzereyken bagajda kirli bezlere sarılı bir şekilde buldum onu. Süleyman belli ki kemanı çalmak için gizlemiş, yerini söylememişti. Yeniden hastaneye profesörün yanına dönerken kemana bir kılıf aldım, hastaneye vardığımda önce arkadaşım Filiz’i gördüm. Bana profesörü check-up’tan geçirdiklerini, profesörün pankreas kanseri olduğunu ve bunu kendisinin bildiği hâlde pek umursamadığını söyledi. Filiz’e göre altı aydan fazla yaşaması pek mümkün değildi. Profesör o gün hastaneden çıktı, birlikte Sultanahmet Meydanı’nda biraz dolaştıktan sonra otele döndük. Bana hikâyesini anlatmaya söz vermişti, belli ki uzun bir gece olacaktı.

Sonuç

Bir insanın hikâyesi bütün insanların hikâyesidir ama aynı zamanda kimse bilmez bir başkasının hikâyesini. Ve bazen düşman kabul edilmek için farklı düşünmek yeterli olur.

“Serenad”; insanların dini, dili, ırkı farklı olduğu için neler yaşayabileceğini tarihin canlı örnekleriyle gözler önüne sermektedir. Şehirlerin, semtlerin ve insanların değiştiği bu dünyada iyi insanların iktidara gelemeyeceğini, gelse bile iyi kalamayacağını acı örneklerle gösterir bize. İnsanların vatan sevgilerini bile ayrıcalık elde etmek için kullandığı günümüzde bu eserin okuyucuları, bazı şeylerin nasıl hiç değişmediğini anlayacaktır.


Devamını okumak ve dinlemek için HAP KİTAP uygulamasını indirebilirsiniz.

YORUM EKLE