Giriş
Gerçek adı John Burgess Wilson olan Anthony Burgess, İngiliz Edebiyatı ve Sesbilim öğrenimi görmüş ve İngiliz ordusunda görev yapmıştır. İngiltere’de iken beyninde bir tümör olduğunu öğrenmiş, bir yıl sonra öleceğini düşünmesine rağmen evinin geçimini sağlamak için altı eser kaleme almıştır. Daha sonra yanlış teşhis konulduğu ortaya çıkmış ancak yazmaya devam etmiştir. 1962 yılında yayımladığı Otomatik Portakal kitabı ile büyük bir ün kazanan yazar, 1993 yılında kanserden hayatını kaybetmiştir.
Otomatik Portakal, yazarın en bilinen eseridir. Kitapta on beş yaşında olan Alex’in çetesi ile beraber işledikleri suçlar ve bu suçlardan sonra tutuklanması, sonrasında ise devlet tarafından hazırlanan “Suçluları Yeniden Topluma Kazandırma” programı kapsamında “Ludovico” adlı bir laboratuvar çalışmasının Alex üzerinde denenmesi anlatılmaktadır. Otomatik Portakal, kötü ile iyinin çatışmasının işlendiği en iyi distopya kitaplardan biri olarak kabul edilmektedir.
Kitap özetinden bölümler:
Alex ve Çetesi
Ben Alex… On beş yaşındayım ve sizlere başımdan geçenleri anlatacağım. Benim üç kankam var: Pete, Georgie ve Dim. Dördümüz geceleri birlikte takılıyoruz. Çetenin lideri benim ama bu konuda Georgie ile sürekli çatışma halindeyiz. Dim, adı gibi budala biridir; uzun boyuyla sürekli saçma kahkahalar atar. Pete ise çetemizin etliye sütlüye karışmayan üyesidir. Dördümüz birlikte genelde Korova Sütbarı’nda takılırız. Uyuşturucu alır, içki içip kafaları buluruz. Geceleri insanları döver, korkutur, paralarını çalar ve kadınlara tecavüz ederiz.
Yine böyle bir günde Boothby Caddesi’nde yürürken kütüphanenin köşesinden dönen yaşlı bir adamı gördük. Kolunun altında birkaç kitap olan adamı önce durdurduk daha sonra ise kitaplarını alıp tek tek yırttık. Pete, adamın kollarından tuttu, Georgie ağzını açtı ve Dim ise gözlüklerini yere atıp ezdi. Adamı bir güzel dövdük, ağzından kan akıttık. Bundan büyük zevk alıyorduk. Kıyafetlerini de soyup kıçına tekmeyi bastık. Adam hızla uzaklaşırken biz de pantolonunun ceplerini kontrol ettik. Cebinden az bir para ve eski birkaç mektup çıktı. Sevgilisinden gelen bu mektupların içeriğiyle dalga geçerek yolumuza devam ettik. Gece daha yeni başlıyordu. Elimize geçen paralarla New York Dükü adlı mekâna gittik. Orada devletin verdiği yardım paralarıyla içen kadınlar vardı. Bizi gördüklerine sevinmediler. Onları rahat bırakmamızı istediler, sadece güldük. İçkilerimizi içtikten sonra mekândan ayrıldık ve aşağı sokakta gözümüze kestirdiğimiz bir dükkâna girmeye karar verdik. Maskelerimiz yanımızdaydı. Ben; Disraeli, Pete; Elvis Presley, Georgie; 8. Henry ve Dim; Peebee Shelley maskesi taktı. Pete dışarda bekleyecek üçümüz içeri girecektik. Ancak içeri girdiğimiz sırada arbede çıktı ve dükkân sahibinin karısı bağırmaya başladı. Polisler gelmesin diye onu susturayım derken levyeyi başına geçirdim. Bayılan kadının kıyafetlerini parçaladık ve gülüşüp durduk. Bir sürü para çaldığımız dükkândan polis gelmeden hızlıca kaçtık. New York Dükü mekânımıza geri döndük. Oradaki kadınlara canları ne isterse sipariş verebileceklerini, bizim ödeyeceğimizi söyledik. Onlar da bunun karşılığında polisler gelip de sorular sorduğunda mekândan hiç ayrılmadığımızı söylediler.
New York Dükü’nden çıktıktan sonra sokakta ayyaşın tekini gördük. Şarkıyı çok kötü söylediği için sinirlendim ve ona vurmaya başladım. Yere düştüğü halde karnını tekmelemeye devam ettim, o da şarkı söylemeye devam ediyordu. Adamı o kadar çok dövdük ki önce kustu sonra da ağzından bir kova dolusu kan boşaldı. Onu orada sokağın ortasında bırakıp kaçtık. Yolda Billyboy ve beş kankası ile karşılaştık. Onlar bizim düşmanlarımızdı ve sürekli kavga ederdik. Birbirimize bir süre karşılıklı baktıktan sonra dövüşmeye başladık. Polislerin sesini duyduğumuzda ise kavgayı bırakıp hızla ara sokaklara doğru kaçtık.
Otomatik Portakal ile Karşılaşma
Gece bitmiyordu. Kavgadan sonra yolda park edilmiş arabalara göz attık ve Durango 95 model bir arabayı çalarak yola koyulduk. Köy gibi bir yere geldiğimizde her zaman oynadığımız bir oyunu oynamaya karar verdik. Gözümüze bir ev kestirerek arabadan indik. Kapının üstünde YUVA yazıyordu. Zili çaldık. Kimsiniz diyen bir genç kadının sesi geldi. Arkadaşımın hasta olduğunu telefonu var ise doktor çağırmak istediğimizi söyledim. Telefonlarının olmadığını belirtti. İçeriden daktilo sesi geliyordu. Demek ki yalnız değildi. O zaman bir bardak su rica ettim. Kapıyı tam kapatmadan zincirin izin verdiği kadar aralık bırakıp uzaklaştı, ben de elimi içeri sokarak zinciri açtım ve hepimiz içeri daldık. Kadın hem genç hem de çok güzeldi. Adam ise kâğıtların arasında bir şeyler yazıyordu. Genç bir adamdı; titreyerek evi terk etmemizi istedi. Adama yaklaştım ve ne yazdığına baktım. Bir kitap yazmakta olduğunu anladım. Yazdığı kitabın adı çok salakçaydı: Otomatik Portakal. O sırada Dim, adama bir güzel girişti. Ağzı burnu kan içinde kalan adamı orada bıraktık ve bağırıp ağlayan kadına döndük. Dim onu sıkıca tuttu ve hepimiz sırayla kadına tecavüz ettik. Sonra da onları o hâlde bırakıp çıktık. Arabayı da su kanalına attık.
Korova Sütbarı’na geri döndük. Orada otururken şarkıcı kadın Friedrich Gitterfenster’in Das Bettzeug isimli bir operasını söylüyordu, ben klasik müzik hastasıydım. Dim şarkı esnasında ağzından tuhaf sesler çıkardığı için sinirlendim ve aramızda oturan Georgie’in üzerinden ona sert bir yumruk çaktım. Çetenin bütün üyeleri bu durumdan rahatsız oldu. O an anladım ki bunlar bana karşı birleşiyor. Liderleri olduğum için benim isteklerimin geçerli olacağını söyledim. Herkes konuyu kapatmaya çalıştı ve evlerimize dağıldık. Bu uzun gece böylece bitmiş oldu.
Eve geldiğimde annem ve babam uyuyordu. Evin tek çocuğuydum. Annem bir markette, babam ise bir boya fabrikasında çalışıyordu. Odama girdiğimde kıyafetlerimi çıkardım. Pikabım ve yatağım beni bekliyordu. Odamın tavanına ve duvarlara hoparlörler takmıştım. Bu şekilde kendimi bir orkestranın içinde gibi hissediyordum. Müziği çok yüksek sesle dinlediğim için annem ve babamla sürekli tartışıyorduk. Ben bundan vazgeçmediğim için de onlar, yatmadan önce ilaç alıp öyle uyuyorlardı. Yatağıma uzanmış müzik dinlerken bir anda gözümün önüne YUVA adlı ev ve yırttığım “Otomatik Portakal” adlı yazı geldi. Aradan çok uzun zaman geçmiş gibi hissettim ve klasik müzik eşliğinde uyuyakaldım.
Çetenin İhaneti
Sabah olmuştu, annem kahvaltımı fırına koymuş ve işe gitmek için kapının önünde ayakkabılarını giyiyordu. Okula gitmemi söylese de başım ağrıyor diyerek dinlenmem gerektiğini söyledim. Kahvaltımı yaptıktan sonra tekrar uyudum. Zil sesiyle uyanıp kapıyı açtığımda ise karşımda Eğitim Danışmanım P.R. Deltoid duruyordu. Cümlelerinin sonuna “evet” eklemekle meşhurdu. Hatta bu durum bulaşıcı bile olabiliyordu. Annemi yolda gördüğünü, hasta olduğumu öğrendiğini ve öğle vakti okula gelmem gerektiğini söyledi. Ben de kendimi iyi hissetmediğimi, ancak akşama iyi olabileceğimi söyledim. Başımı belaya sokmamamı, dikkat etmemi istedi. Esasında kulağına bazı şeyler geliyormuş ve beni uyarmak istemiş.
Deltoid gittikten sonra her zaman plak aldığım yere gitmek için evden çıktım. Dükkânın adı “Melodia” idi. Saçma, basit bir isimdi ama en iyi plaklar oradaydı. Aradığımı her zaman temin eden Andy, kel ve çok zayıf bir adamdı. Mekânı o işletiyordu. Ondan Beethoven’in Dokuzuncu Senfoni’sini istedim, derhal getirdi. Orada dinlemek istemiyordum, bir an önce eve dönmek için heyecanlanmıştım. Dükkânda olan iki kız, günümüz popüler müziklerini dinliyor, kıkırdayıp duruyordu. Ellerinde küçük kasetçalarlar vardı. Onlarla tanıştım ve müziği bu küçük aletlerde dinleyerek çok şey kaçırdıklarını, evimde büyük bir pikabımın olduğunu, isterlerse gelip dinleyebileceklerini söyledim. Kızlar önce karınlarının aç olduğunu söylediler. Onları bir yere götürdüm, yemek yerken adlarının Marty ve Sonietta olduğunu öğrendim. İkisinin de saçları sarıydı. Yemek yedikten sonra evime, odama davet ettim. Odam dağınıktı ama sorun etmedik, kızların aldığı o saçma sapan popüler kesimin şarkılarını dinlerken bir yandan da içiyorduk. Kızlar sarhoş olduktan sonra onlara hayvan gibi saldırdım, ikisiyle de birlikte oldum. Kendilerine geldiklerinde ne olduğunu anladılar ve hızla toparlandıktan sonra çıkıp gittiler. Yalnız kaldığımda aldığım plağı çıkardım ve pikaba taktım. Ludwig van Beethoven’ın Dokuzuncu Senfonisi sahnedeydi. Kendimden geçtim. Uyandığımda pikabım durdurulmuştu; demek ki annem ve babam gelmişti. Saat epey geç olmuştu; akşam yemeğine oturduk. Babam, geceleri ne iş yaptığımı sordu. Orada burada insanların elinin altında çalıştığımı söyledim. Ona senden para istemiyorum değil mi diye de çıkıştım. Benim için kaygılandığını söyleyerek dikkat etmemi istedi.
Apartmandan çıkarken epey şaşırdım çünkü çetem beni görmeye gelmişti. Nerede kaldığımı merak etmişler. Başımın ağrıdığını o yüzden geç kaldığımı söyledim. Emir vermektendir o ağrı diye alay ettiler. Belli ki ben yokken üçü toplanmış dedikodumu yapmıştı. Georgie, yeni bir düzene ihtiyacımız olduğunu söyledi. Kollarımı kavuşturdum ve dinlemeye başladım. Georgie, soyduğumuz yerlerde kazandığımız paranın az olduğunu, daha büyük işler yapmamız gerektiğini belirtti. Bunun nereden çıktığını sordum ve paranın bize yettiğini söyledim. Sonra konuyu konuşmak üzere Korova Sütbarı’na doğru yola çıktık. Caddeden geçen bir arabada Beethoven’ın ezgisi çalıyordu, o anda kafam çalışmaya başladı ve boğazkesen usturamı çıkardım, Georgie da şaşkınlıktan hemen bıçağını çıkartınca birbirimize girdik. Önce Georgie’in sonra da Dim’in hakkından geldim. Pete, ben bir şey yapmadım diyerek geri adım attı. Bu olaydan sonra kimin patron olduğunu anlamış olmaları gerekir diye düşündüm.
New York Dükü adlı mekânımızda içerken Georgie, bir evde yaşlı bir kadının bir sürü kedisiyle beraber yaşadığını söyledi. Orayı soyma hakkında ne düşündüğümü sorunca ben de çetenin lideri olduğumu onlara göstermek için tamam dedim. Mekândan çıkıp doğruca oraya gittik. Önce her zamanki taktiğimizi denedik. Kapıyı çaldım, arkadaşımın hasta olduğunu, doktoru aramak için telefonunu kullanıp kullanamayacağımı sordum. Kadın bizim gibileri tanıdığını, kendisini kandırdığımızı anladığını söyledi. Yukarıda bir pencere vardı. Oradan girmeyi denemeye karar verdik. Lider olduğumu kanıtlamak istediğim için de önce ben girecektim. Dim’in koca gövdesinin üzerine çıkarak yukarı tırmandım ve kapalı olan pencereyi bıçağımla açtım. İçeri girdiğimde diğer odadan kadının sesi geliyordu. Kedilerle konuştuğunu sandım. Evdeki değerli antikaları toplayacak, kankalarıma kapıyı o şekilde açacaktım. İşte gerçek lider diyeceklerdi ve bir daha bana karşı çıkamayacaklardı. Kadının olduğu odaya girdim, içeride bir sürü kedi vardı. Tam kadına saldıracakken gözüme Beethoven’in büstü ilişti, onu almak için can atıyordum. Hızla o büste doğru gittiğimde yaşlı kadın bastonuyla bana vurdu. Emekleme pozisyonundaydım kalkmaya çalışıyordum ama kadına vurmayı başardım. Kadın masaya çarparak her şeyi devirdi. Kedileri de bana saldırmaya başladı. O kadar sinirlenmiştim ki elime geçirdiğim gümüş bir heykeli kadının kafasına indirdim. Sesi soluğu kesildi. Tam o esnada polis otosunun sesi duyuldu. Meğer ben içeriye girerken kedileriyle değil, polislerle konuşuyormuş. Kapıyı açtığımda karşıma Dim çıktı, ona kaçması gerektiğini söyledim. Ben de hızla kaçmaya yeltendim. Dim, birkaç saat önce bana yenilmiş olmasının intikamını zinciriyle saldırarak aldı. Hep birlikte yüzümü burnumu kan içinde bırakıp kapıyı da üstüme kapatarak kaçtılar. Ben yerde debelenirken polisler geldi ve işim bitti...
Sonuç
Otomatik Portakal, yazıldığı döneme damga vuran, konusu itibarıyla da her dönemde güncelliğini koruyan ve okunan bir eserdir. Kitapta, insanların iradesinin yok sayıldığı bir program kapsamındaki uygulamalar anlatılmıştır. İnsanın iradesinin yönetilmesi, kendi kararlarını verememesi, iyi bir toplum oluşturma amacıyla insanların makineleştirilmesi gibi hususlar ve bunların olası sonuçları da tartışılan diğer başlıklardandır.
Kitabı okurken “İyilik nedir?”, “İyiliğe giden her yol mubah mıdır?” soruları üzerinde düşüncelere dalıp “Bir insan iyi olmayı seçmeli mi? Yoksa iyilik ona dayatılmalı mı?” konularına cevap bulmaya çalışacaksınız. İnsan değişen bir varlıktır. Ne kadar kötülük yapmış olursa olsun büyüyecek ve kendi seçimini kendi yapacaktır. Yazar, eserinde, dayatılan bir anlayışı reddetmiş onun yerine büyüyerek, görerek öğrenmeyi savunmuştur.
Devamını okumak ve dinlemek için HAP KİTAP uygulamasını ücretsiz indirebilirsiniz.