"Bir Kadının Yaşamından 24 Saat" kitap özeti

Stefan Zweig’ın bir kadının bir nefeste yaşadığı bir gününü anlattığı Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat adlı eseri, insanın içinde gezinen ruh sıkışmalarını ele alışıyla okura bir nefeslik okuma şöleni sunuyor. Tamamına Hap Kitap uygulamasından ulaşabileceğiniz kitabın özeti ve ses kayıtlarına dair bilgilendirme içeriğini istifadelerinize sunuyoruz.

"Bir Kadının Yaşamından 24 Saat" kitap özeti

Bir Kadının Yaşamından 24 Saat” adlı bu uzun öyküde bir kadının yaşadığı ve üzerinden bir insan ömrü kadar zaman geçtiği hâlde unutamadığı bir olay anlatılmaktadır. Yaşamının sadece yirmi dört saatini kapsayan, ancak şokundan yıllarca kurtulamadığı bu olayı Mrs.C. hiç tanımadığı bir yabancıya anlatır. Kendine bile itiraf edemediği, kabul edemediği gerçeği bir daha hiç görmeyeceği bir yabancıya anlatarak ruhunu ve beynini bu ağır yükten kurtarmak ister. Zweig, bir kadının yaşamını bütünüyle değiştiren yirmi dört saatlik deneyimini anlatırken insanda içsel saplantıların ve dayanılmaz arzuların sınırlarında gezinir. Özgürce ve tutkuyla içgüdülerinin peşine takılan bir kadının bu kısa ve yoğun hikâyesi, kadın kalbinin sırlarına ermiş ustanın kaleminde olağanüstü bir anlatıya dönüşür. Eseri için mekân olarak muhteşem atmosferiyle Fransız Riviera'sını seçen Zweig, 1920'li yılların sonlarında Avrupa'nın “aristokrat” tabakasının ikiyüzlü ahlâk anlayışına yönelik eleştirel tavrıyla dikkat çeker.

Bir kadını itirafa götüren şey, bir başka kadının kendisinin yıllar önce yapmayı düşündüğünü gerçekleştirmesidir: Bu olay sonrasında bütün pansiyon kadının ahlâk düzeyini konuşurken sadece bir kişi, bir kadının cesaretle arzusunun peşinden koşmasının son derece anlaşılır olduğunu düşünür ve onun düşünceleri, diğer kadına yıllarca içinde biriktirdiklerini sorgulamayacak birini bulmanın hafifliğini yaşatır, itirafının zeminini hazırlar. Psikolojik tahlillerde son derece başarılı olan Zweig, bu öyküdeki anlatımıyla karakterlerin hissiyatlarıyla tam anlamıyla özdeşim kurmamızı ve serüvene tam anlamıyla dâhil olmamızı sağlıyor.

Kitap özetinden bölümler: 

Riviera’da Sıradışı Bir Konuk

Savaştan on yıl önce Riviera’da kaldığım küçük pansiyonda masada otururken beklenmedik bir biçimde şiddetli bir kavga, hatta karşılıklı nefret ve hakarete varmasına ramak kalan sert bir tartışma çıktı. Zaman zaman yemekte bir araya gelen, kendi hâlinde sıradan insanların oluşturduğu, çoğu zaman havadan sudan konuşan, pek derin konulara girmeyen, ufak tefek şakalar yapan, yemekten sonra ise dağılıveren grubumuzda da böyle oldu: Alman evli çift dolaşmaya ve amatörce fotoğraf çekmeye, keyfine düşkün Danimarkalı adam o sıkıcı balık avına, kibar İngiliz bayan kitaplarının başına, İtalyan evli çift Monte Carlo’ya kaçamak yapmaya giderlerdi; ben ise ya bahçedeki koltuğa kurulur, tembellik ederdim ya da çalışırdım. Ancak bu kez hepimiz bu sert tartışmayla yerimizde çakılıp kaldık; aramızdan biri kalkmak için müsaade istediğindeyse her zamanki gibi nazik bir şekilde değil tam tersine biraz önce dediğim gibi öfkeye dönüşen bir kızgınlıkla ayağa fırladı. Meselenin tam olarak anlaşılması için işlerin bu raddeye gelmesine sebebiyet veren olayı detaylarıyla aktarmak durumundayım.

Bir önceki gün öğle treniyle saat on ikiyi yirmi geçe (zamanı tam olarak vermekte bir sakınca görmüyorum çünkü hem bu olay hem de o heyecanlı tartışmamız açısından önemli) bir Fransız genç gelmiş ve kıyı tarafında denize bakan odalardan birini kiralamıştı, bu bile onun zevkine düşkün biri olduğunu gösteriyordu. Fakat sadece şık giyimli olduğu için değil sıra dışı ve fevkalade yakışıklılığıyla da dikkat çekiyordu. Bir genç kızınkini andıran ince, uzun yüzünün ortasındaki ipek gibi yumuşak sarı bıyıkları, şehvetli sıcak dudaklarını kaplıyordu. Açık tenli alnını yumuşak, kahverengi, dalgalı saçları süslüyordu, yumuşak bakışlarıyla baktığı her şeyi okşuyordu – her şeyi yumuşak, okşayıcı ve sevgi doluydu ve yapmacıklıktan uzak ve doğaldı. Uzaktan bakıldığında büyük moda mağazalarının vitrinlerinde, elinde bastonu, ideal yakışıklı erkeği temsil eden balmumundan yapılmış heykelleri andırıyordu, yakından bakıldığında ise bıraktığı bütün kibirli izlenim yok oluyordu çünkü çok nadir de olsa ondaki bu sevimlilik doğasından, benliğinden kaynaklanıyordu. Yanından geçtiği herkesi aynı mütevazılık ve samimiyetle selamlıyordu ve her fırsatta ister istemez ortaya çıkan zarafetini gözlemlemek gerçekten hoştu. Bayanlardan biri vestiyere yöneldiğinde hemen mantosunu getiriyordu, her çocuğa sempatik bir şekilde gülümsüyor ve şakalaşıyordu hem cana yakın hem de mesafeliydi – kısacası, Tanrı’nın kutsadığı kullarından biriydi: Aydınlık yüzü ve gençliğinin canlılığıyla diğer insanların hoşuna gitmesi ona başka bir güzellik veriyordu. Varlığıyla otelin çoğu yaşlı ve hastalıklı olan konuklarına adeta ilaç gibi geldi; gençliğinin canlılığı ve bazı insanlara bahşedilen çevik ve hayat dolu tavırlarıyla herkesin sempatisini kazanmıştı.

Gelişinin üzerinden henüz iki saat geçmişti ki şişman, rahatına düşkün Lyonlu fabrikatörün on iki yaşındaki Annette ve on üç yaşındaki Blanche adlı kızlarıyla tenis oynamaya başlamıştı bile. Kızların zarif, narin ve içine kapanık anneleri Madame Henriette, iki kızının yabancı genç adamla flört edişini gülümseyerek sessizce izliyordu. Akşamleyin bir saat satranç masasında bizi seyretti, arada bir küçük hoş hikâyeler anlattı, kocası iş arkadaşlarıyla domino oynarken Madame Henriette ile terasta dolaştı. Akşamın geç saatlerinde ise onu, otelin sekreteriyle büronun loş ışığında çok samimi bir şekilde konuşurken gördüm. Madame Henriette ile kahve içip bir saat bahçede baş başa kaldı, kızlarıyla yine tenis oynadı, Alman evli çiftle salonda sohbet etti. Saat altıda mektup atmaya gittiğimde, garda ona rastladım. Özür dilemesi gerekiyormuş gibi telaşla bana doğru geldi ve birdenbire çağrıldığını, ancak iki gün sonra döneceğini söyledi. Akşamleyin gerçekten de yemek salonunda yoktu, ancak olmayan sadece varlığıydı; çünkü tüm masalarda herkes sadece ondan bahsediyor, onun hoş ve canlı doğasını övüyordu.

Madam Henriette’nin Firarı

Gece, sanırım saat on birdi, açık pencereden bahçedeki huzursuz çığlık ve bağrışmaları duyduğumda bir kitabı bitirmek için odamda oturuyordum, bitişikteki otelde gözle görülür bir hareketlilik vardı. Merak ettiğim için değil de daha çok rahatsız olduğumdan, çarçabuk elli basamağı indiğimde otelin konuklarıyla çalışanlarını telaşlı bir koşuşturma içinde buldum. Kocası her zamanki dakikliğiyle arkadaşıyla domino oynarken, Madame Henriette her akşam kıyı boyu yaptığı gezintiden hâlâ dönmemişti ve başına bir şey gelmiş olmasından endişe duyuluyordu. Başka zaman ağırkanlı ve keyfine düşkün biri olan fabrikatör, bir boğa gibi kıyıda koşuşturuyor ve heyecandan kısılmış sesiyle, “Henriette! Henriette!” diye gecenin karanlığında bağırıyor, sesi ölümcül bir yara almış büyük ilkel hayvanların haykırışını andırıyordu. Garsonlar ve uşaklar telaş içinde merdivenlerden inip çıkıyordu, bütün konuklar uyandırıldı ve jandarmaya telefon edildi. Bütün bu kargaşanın ortasında bu şişman adam, düğmeleri açık yeleğiyle kâh sendeleyerek kâh sert adımlarla gecenin karanlığında deli gibi hıçkırarak, “Henriette! Henriette!” diye haykırıyordu. Bu arada yukarıda uyuyan çocuklar uyanmış, üzerlerinde gecelikleri, pencereden dışarıya doğru seslenerek annelerini çağırıyorlardı, babaları onları yatıştırmak için hemen yukarıya yanlarına çıktı. İşte bundan sonra sözcüklerle anlatılması imkânsız korkunç bir şey oldu; çünkü böylesi gergin ve olağanüstü durumlar insan davranışları üzerinde öyle bir etki yapar ki ne bir resim ne de bir söz onu aynı görkemle tasvir edebilir. Şişman ve iriyarı adam birdenbire bitkin ve öfkeli bir yüzle gıcırdayan basamaklardan indi. Elinde bir mektup vardı. Zar zor anlaşılır sesiyle personel şefine, “Herkesi geri çağırın!” dedi. “Herkesi geri çağırın, aramaya gerek yok. Karım beni terk etmiş.”

Gözlerimizin ve duyularımızın önünde şimşek hızıyla gelişen bu olayın genelde can sıkıntısına ve kaygısızca zaman öldürmeye alışkın bizleri çok sarstığını söylemeye gerek yok. Sonrasında yemek masamızda patlak veren ve şiddetli bir kavgaya dönüşmesine ramak kalan o tartışmanın çıkış noktası bu şaşırtıcı olay olmakla birlikte asıl neden, birbirinden tamamen farklı düşünen insanların öfkeli karşılaşması, ilkelerini tartışmasıydı. Yıkılmış adamın öfke krizi içinde buruşturup yere attığı mektubu okuyan bir oda hizmetçisinin gevezeliği yüzünden Madame Henriette’in yalnız değil büyük olasılıkla genç Fransız’la gittiği kısa süre içinde anlaşılmıştı. İnsanların ona duyduğu sempati çarçabuk kaybolmuştu. İlk bakışta bu kadının daha şık, genç bir delikanlıyı keyfine düşkün, taşralı eşine yeğlemesi çok doğal ve anlaşılır gelebilir. Ancak bütün otel halkını bu denli hayrete düşüren şey; bu adamın, kızlarının, hatta Madame Henriette’in daha önce bu kalp hırsızını hiç görmemiş olmasıydı, başka bir deyişle akşam vakti terasta yapılan iki saatlik sohbetin, bahçede kahve içilirkenki bir saatlik konuşmanın, yaklaşık otuz üç yaşında namuslu bir kadının kocasını ve çocuklarını gecenin bir yarısında terk etmesi, hiç tanımadığı şık bir delikanlının peşine takılıp gitmesi için yeterli olmasıydı.

Mrs. C’nin Tartışmaya Müdahalesi

Mrs. C. beyaz saçlı, kibar, yaşlı İngiliz bayan masamızın fahri başkanıydı. Yerinde dimdik oturur, herkese aynı samimiyeti gösterir, pek konuşmaz, ancak büyük bir ilgiyle dinler ve bakışlarıyla insanı rahatlatırdı. Aristokrat doğasıyla etrafa oturaklılık ve huzur saçardı. Her birimize ayrı ayrı ince bir nezaket göstermesine rağmen herkese karşı belli bir mesafede dururdu: Çoğu zaman kitaplarıyla bahçede otururdu, bazen piyano çalar, nadiren insanların arasına ya da yoğun bir tartışmaya katılırdı. Buna rağmen, hepimizin üzerinde olağanüstü bir güce sahipti.

Masadakiler ne olduğu açık seçik belli olan bu olayı, birbirine âşık çiftin ikiyüzlülüğü, bir aldatmacası ve haince bir plan olarak nitelendiriyordu: Madame Henriette’in bu genç adamla uzun zamandır gizli bir ilişkisi olduğundan ve bu kadın avcısının sadece kaçışın ayrıntılarını belirlemek için geldiğinden hiç kuşku duymuyorlardı, çünkü –böyle mantık yürütüyorlardı– namuslu bir kadının iki saatlik bir dostluktan hemen sonra ilk işaretle kaçıp gitmesinin imkânsız olduğunu düşünüyorlardı. Ben ise kesinlikle farklı düşünüyordum. Uzun yıllar hayal kırıklığı yaşamış, sıkıcı bir evlilik sürdürmüş bir kadının, hayat dolu ve enerjik birinin çağrısına kapılacağı ihtimalini tüm gücümle savundum, hatta bunun mümkün olduğunu söyledim. Benim bu beklenmedik muhalefetim karşısında tartışma hemen genelleştirildi ve hem Alman hem de İtalyan evli çiftin, “bunun düpedüz saçmalık hatta tatsız bir roman fantezisinden başka bir şey olmadığını” aşağılarcasına söylemeleriyle ateşli bir hâl aldı. Masadaki hararet giderek yükselirken nezaket ortamı aynı hızla bozulmaya başlayınca birbirimizin gırtlağına yapışmak üzere olduğumuzu anlayan Mrs C. önlenemez bir ağırbaşlılık ve kararlılıkla daha ilk seferinde konuşmamıza müdahale eder etmez hepimiz çok gürültü çıkardığımız ve kendimize hâkim olamadığımız duygusuna kapılıp utandık.

Mrs. C. bir süre açık, gri gözleriyle bana baktı ve bir an tereddüt etti. Beni doğru anlamadığından korkup sözlerimi ona İngilizce tekrarlamaya hazırlanıyordum ki tuhaf bir ciddiyetle sanki bir sınavdaymışız gibi sorular sormaya başladı: “Bir kadının, kocasını ve iki çocuğunu gerçek aşkı olup olmadığını bilmediği bir adam uğruna bırakmasını çirkin ve aşağılayıcı bulmuyor musunuz? Pek genç de sayılmayan ve hiç değilse çocukları adına özsaygısı olması gereken bir kadının, böylesi hafif davranışını gerçekten affeder misiniz?” “Tekrar ediyorum saygıdeğer bayan,” diye ısrar ettim, “bu konuda karar vermek ya da yargılamak benim işim değil. Biraz önce abarttığımı size itiraf etmekte bir sakınca görmüyorum – o zavallı Madame Henriette kuşkusuz bir kahraman değil maceracı bir ruh da değil. Onu tanıdığım kadarıyla sıradan bir insan, zayıf bir kadın, cesurca isteğinin peşinden gittiği için biraz saygı ve daha çok da merhamet duyuyorum, çünkü bugün değilse bile kuşkusuz yarın kendisini son derece mutsuz hissedecekti. Belki aptalca, hatta aceleci davranmış olabilir fakat kesinlikle basit ve adice değil. Bu nedenle daha önce olduğu gibi her kim olursa olsun bu zavallı, mutsuz kadını küçümsemesine karşı çıkarım” dedim.

Bundan sonra Mrs. C. birden benim ve kendisinin cesaretine şaşırmış gibi bana bakarak “şimdi tam karar verememekle birlikte belki kendisinin de böyle düşünebileceğini” söyledi. Sonra sadece İngilizlere has ve anlatılmaz tavırla hiçbir kabalığa başvurmadan konuşmayı bitirmek üzere ayağa kalkıp bana elini uzattı. Onun müdahale etmesiyle huzurumuz geri gelmişti, birbirimize karşı olmakla birlikte nezaketle selamlaşabildiğimiz ve tehlikeli bir şekilde gerilen havayı hafif şakalarla yumuşatabildiğimiz için hepimiz içimizden ona teşekkür ettik.

Devamını okumak ve dinlemek için HAP KİTAP uygulamasını indirebilirsiniz.

YORUM EKLE

banner36