Adına “ahir zaman” dediğimiz kokuşmuş bir çağda yaşıyoruz. Rol modellerimiz, geçmişle kıyasladığımızda, çok değişmiş. Bazı hain odaklar toplumu dizayn etmek için gecesini gündüzüne katıyor. Neticede sundukları yanlış modellerle gençliği zehirliyorlar.

Günümüzde hoşgörü tatile çıkmış; sevgiyi sorarsan firarda. İnsanoğlu bakar kör, vicdanlar ise alabildiğine sağır. Amaca ulaşmak için, ahlâka aykırı da olsa, her türlü araç hoş görülüyor. Yani makyavelizm baş tacı ediliyor. Hayata hâkim kılmak istedikleri değerler manzumesi bize çok yabancı. Nereye baksan çürümüşlük; tuttuğun her şey eline geliyor.

Toplumun bu tanınmaz, berbat görüntüsü ahlâk kavramını akıllara getiriyor. Bilenler bilir; ahlâk sözünün kökü “halk” ve “huluk” kelimelerinden gelmektedir. Ahlâk, bir toplum içinde yaşayan kişilerin uymak zorunda oldukları davranış biçimleri ve test edilmiş, onaylanmış kurallardır. İyi nitelikler ve güzel huylar ahlâk çerçevesi içerisinde değerlendirilir.

Ahlâk kelimesinin sözlük anlamı “yaratılıştan gelen” demektir. Rabbimiz bütün fıtratları ahlâk üzere inşa etmiştir. Bu da gösteriyor ki ahlâk, biz insanların fıtratında var olan ulvî bir değerdir. Bu anlamda, iyiyi kötüden ayıran bir çeşit idrak süzgecidir. Bu süzgecin ince deliklerinden geçen değerler iyi, üstünde kalanlar ise kötüdür. Fakat zaman içerisinde kötülüğe meyilli olan fıtratlar, ahlâkî değerlerin üzerinden bir buldozer misali geçerek onları tuz buz etmiştir. Fıtratlara dışarıdan müdahale edilerek zihinler adeta zehirlenmiştir.

Ahlâk, hayatın merkezinde yer alır; toplumu iyiye ve güzel olana doğru yönlendirir. Toplumlar ahlâk düzeyleriyle sağlıklı bir yapıya kavuşurlar. Bizde ahlâkın sınırları naslarla ve törelerle çizilmiştir. Bizde ahlâk dinin temeli sayılmıştır. “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” diye buyuran Hz. Peygambere tabi olmak ahlâklı yaşamanın ön şartıdır. Onun getirdiği külli kaidelere uyanlar ahlâkî kemâle erişirler.

“Binmişiz bir alamete, gidiyoruz kıyamete”

Batı (me)deniyetlerinde ahlâk kelimesinin yerine “moral” ve “etik sözcükleri kullanılmaktadır. Batı’nın ahlak anlayışı ne yazık ki görecelidir. Kendilerine karşı yapılan olumsuzlukların birini bin gösterirler; ama Doğu toplumlarına karşı yapılan kötülüklerin binini bir gösterirler veya kale bile almazlar. Yani Batılıların empati kültürü yoktur. Günümüz gençliği de Batı’nın cenderesine mahkûm edildiği için gittikçe bencilleşmekte ve duyarsızlaşmaktadırlar. Bu da vicdanların paslanıp körelmesine zemin hazırlamaktadır.

Başta genç nesillerimiz olmak üzere, günümüz insanı “Binmişiz bir alamete, gidiyoruz kıyamete” durumunu yaşamaktadır. Anadolu kapılarını İslâm’a açan Sultan Alparslan’ın ve Bizans’ın başkenti İstanbul’u 21 gibi genç bir yaşta fethederek İslâmbol’a çeviren Sultan Fatih’in torunlarından oluşan bu cemiyet nereye gidiyor? Oturup bir muhasebe yaptınız mı?

Yozlaşma mevcut yapının bozulmasıdır. Buna argo tabirle “soysuzlaşma” da diyebiliriz. Batı’da bunun karşılığı dejenerasyondur. Doğu kültüründe bunu” tereddi” kavramıyla karşılayabiliriz. Fakat bütün karşılıklar o bozulmanın ve kokuşmanın habercisidir.

Günümüzün toplumsal hastalıklarının başında gelen ahlâkî yozlaşma, inançlarla yaşantıların uyuşmamasından kaynaklanmaktadır. Zira imanla ahlâk birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. İnancımız odur ki ahlâksız iman olamayacağı gibi, imansız da ahlâk olamaz.

Günümüzde içki, kumar, fuhuş, sefahat, ahlaksızlık gırla gidiyor. Peygamberimizin “bütün kötülüklerin anası” olarak nitelendirdiği içki her geçen gün daha da yayılıyor. İçkiye, sigaraya ve uyuşturucuya başlama yaşı her geçen gün düşüyor. İçki ve uyuşturucu vicdanları da cüzdanları da boşaltıyor. İçki ve uyuşturucu aklı devre dışı bırakarak gözleri kör, kulakları ve vicdanları sağır ediyor. Vicdanlar körelince de duyarsız varlıklar sarıyor dört bir yanımızı.

“Zamanı kokutanlar mürteci diyor bana;/Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana”

Günümüzde hainlerin, iman ve ahlak karşıtlarının en büyük hedefi güçlü bir yapıya sahip olan Türk aile geleneğidir. Evlilik müessesesini ortadan kaldırıp günübirlik ilişkileri yaymak isteyenler, flört denen illeti başımıza musallat ettiler. Gönül eğlendirmek ve gönül hoşnutluğu üzerine kurulan ilişkiler Türk aile yapısına en büyük darbeyi vuruyor. Flört gençler arasında her geçen gün daha da yaygınlaşıyor. Yazılı ve görsel basın vasıtalarının çoğu flörtü güzel gösterip yaygınlaştırma propagandası yapıyorlar. Dizilerde örnek diye sunulan hayatlar gençliği zehirliyor. Üstelik bunlar modern hayatın cilveleri olarak sunuluyor bizlere. Kendileri gibi düşünmeyenleri gerici, yobaz gibi sıfatlarla tavsif ediyorlar. Sözün bu noktasında Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in şu anlamlı ve isabetli beyti geliyor akıllara:

“Zamanı kokutanlar mürteci diyor bana;

 Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana.”

Basiret nazarlarını körelten fuhuş, modern hayatın enstrümanlarından biri olmuş. Kimin kiminle çıktığı belli değil. Batı toplumları ahlâksızlıkta, bakireliği ayıp sayacak noktaya gelmiş. Flört evliliğin mahremiyetlerini yerle bir etmiş durumdadır. Nefislerin alabildiğine semirtildiği çağımızda bir kısım ensest ilişkiler kutsalları yerle bir etmiştir ne yazık ki. Oysa yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim, geçmişte yaşamış Lut kavmi gibi sapık toplumların akıbetinden haber veriyor bize. O toplumlar ki yaptıkları çirkinlikler yüzünden tarihten silinmişlerdir. Eğer bu tarz ilişkilerin önüne geçemezsek aynı akıbet bizi de bulabilir.

Batılılar ülkemizi cephelerde yenemediler

İslam dini, kadınla erkek arasındaki ilişkileri belli bir nizama bağlamıştır. Flört, Müslümanların lügatinde yer alan bir kelime değildir. Bu kelimenin kendisi de, muhtevası da yabancıdır bize. Resulullah’ın “Yabancı bir kadınla bir erkek iki ikiye, baş başa kalırlarsa üçüncüleri şeytandır” ikazı bu husustaki tavrı açıkça ortaya koymaktadır. Kimse ‘kalbim temizdir’ deyip çıkar yol aramasın. Kulu en iyi, Yaradan bilir. Toplumdaki kavgaların ve cinayetlerin önemli bir kısmı kadın-erkek ilişkilerinin sağlıksız yürümesinden kaynaklanmaktadır. Gençleri ölçü üzere evlendirip yuva sahibi yapmak gerçek çözümdür.

Gençliğimiz inançlarından, gelenek ve göreneklerinden koparılıp modern hayatlara kurban ediliyor. Bize çağdaş hayatın gerekleri olarak sunulanlar, inançlarımızla ve ruhumuzun temel dinamikleriyle çelişiyor. Evlilikte yaşanması gereken heyecanlar flört dönemlerinde yaşandığı için evliliğin tadı ve heyecanı kalmıyor. Flört eden gençler bir anda evlilikten vazgeçiyor ve gemilerini yeni limanlara sürüyorlar. Yeni heyecanlar aranıyor. Durum böyle olunca ipin ucu kaçıyor. Devamında gayri meşru ilişkiler ve zina geliyor.

Günümüz toplumlarında gençliği zehirleyen en büyük felaket zina âfetidir. Batılılar ülkemizi cephelerde yenemediler. Bu sefer bizi içten çökertmeye çalıştılar. Bunda da büyük başarı sağladılar. Hedeflerinde olan gençlik kalesi düştü. Toplumun en küçük parçası olan aileyi ifsat ettiler. Aile bozulunca toplum da bozuldu. Gençlik süfli heveslerin peşinde dolaştırıldı. Zina gençler arasında önceki dönemlere nazaran ürkütücü düzeyde arttı. Zinanın sıradanlaştığı, suç olmaktan çıktığı, aile huzursuzluklarının ve boşanmaların çığ gibi arttığı zamanımızda gençliğin iffetini ve bir mum misali eriyen imanını nasıl geri getireceğiz?

“Düşünme,/Arzu et sade!/Bak, böcekler de öyle yapıyor”

Nüfusunun tamamına yakınının Müslüman olduğu ülkemizde ucu açık arzular “modernite” adı altında aslî ihtiyaç gibi sunuldu. Kuralsızlığı kural edinen şair Orhan Veli’nin “Düşünme,/Arzu et sade!/Bak, böcekler de öyle yapıyor” dizelerinde ifadesini bulan bir hayatı bize reva gördüler. İnsanları, muhakeme kudretine sahip olmayan böceklerle bir tuttular. Böylece bencil, menfaatperest,  düşünmeyen ve sorgulamayan ıskarta nesiller yetiştirdiler.

Hain mihraklar insanlarımızın düşünüp idrak etmelerini önlemek için onları gündelik eğlence bataklığına mahkûm eylediler. Ayık dolaşmamaları için alkol denizlerinde yüzdürdüler. Düşünceyi en büyük tehlike olarak gördüler. Neden mi? Çünkü bugün düşünenler yarın sorgulamaya başlayacaktı da ondan. Böyle sakat bir anlayıştan sağlam nesillerin çıkması beklenebilir mi? Türkiye’nin ruhu, mütefekkir Cemil Meriç tam da bu noktada “Karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi! Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bu ülkede, düşünce adamı nasıl çıkar?” sorusunu yöneltiyor.

Günümüzde mideler helâl haram gözetmeden tıka basa doldurulurken ruhlar aç ve bîilaç bırakılıyor. Kötülüğe meyilli fıtratlarla şeytan arasındaki bariyerler yerle bir ediliyor. İnsanlar şeytanın insafsızlığına terk ediliyor. Şeytanlaşmanın önündeki engeller kaldırılıyor.

Günümüzde bazı insanlar spor toto, spor loto, iddaa gibi haram kazanç yollarına umut bağlamış. Bir koyup yüz alarak kısa yoldan zengin olmak istiyorlar. Oysa şans oyunlarının haram olduğunu çoğu biliyor. Fakat haramlar işlene işlene zamanla sıradanlaştı. Artık insanların bazıları inandıklarını yaşamayı çoktan bırakmış, yaşadıklarına inanmaya başlamış.

Her yılbaşında inançlarımızla, gelenek ve göreneklerimizle uzaktan yakından ilgisi olmayan kutlamalar gerçekleştiriliyor. Hıristiyanların Noel yortusu kültürümüze monte edilmeye çalışılıyor. Aslında “edildi bile” demek daha doğru bir ifade olur. Zira yılbaşı akşamları hindiler kesiliyor, evler çam ağaçlarıyla süsleniyor. Kırmızı kıyafetler giyiliyor. Çam ağacına hediyeler bağlanıyor. Rakı kadehinin biri bitmeden öbürü dolduruluyor. Kendi dinî bayramlarında sabah uykusundan feragat edip de bayram namazına gitmeyenler ecnebinin dinî inançları ve gelenekleri uğruna kesenin ağzını sonuna kadar açıyor. Günümüzde topraklarımız işgal altında olmasa da zihinlerimiz çoktan işgal edilmiştir.

Günümüzde tam bir tüketim çılgınlığı yaşanıyor

Günümüzde kelimenin tam anlamıyla tam bir tüketim çılgınlığı yaşanıyor. Çok harcamak marifet sayılıyor. Televizyonlarda ve diğer yayın organlarındaki reklamlar tüketim çılgınlığını daha da körüklemektedir. Kâğıt paraların yerini plastik paraların(kartların) alması bunun göstergesidir. Bu da israfı, maddî ve manevî darboğazı beraberinde getirmektedir.

Günümüzde insanların önemli bir kısmı cennetin ve cehennemin içinde bulunduğu ahiret hayatını dikkate almadıkları için dünyada sun’i bir cennet yaratmanın beyhude uğraşı içerisindedirler. Fıtratlara ters düşen bu sakat anlayış, her türlü insanî kıymet hükümlerini metalaştırmaktadır. Her şeyin dünyada olup biteceği anlayışı insanları uçuruma sürüklüyor.

Günümüz toplumlarında hüsnü zan, yerini suizanna bıraktı. Artık kulaktan dolma bilgilerle birbirimizin muhbiri olmuşuz. Bir duyduğumuza bir daha katıp öylece aktarıyoruz. Zamanımızda “Kişinin her duyduğunu söylemesi ona yalan ve günah olarak yeter.” hadisi kulak ardı edildi. Yalanlarla ve kulaktan dolma bilgilerle başkalarını çekiştirmek moda oldu. Daha da ileri gidilerek basın ve sosyal medya marifetiyle haysiyet cellatlığına soyunuldu. Ahlâkî bir zafiyet olan gıybet,  daha da ileri gidilerek iftiraya kadar vardırıldı.

Günümüzde hak ve batıl birbirine karıştı(rıldı). Hiç kimse yaşadıklarını sorgulama ihtiyacı duymuyor. Dünyevîleşme(batılı tabirle sekülerleşme) insanları başıboş mahlûklar haline getirdi. İnsanî değerler dinî ve metafizik temellerden uzaklaştırıldı. “Kul insan” anlayışı bireye indirgendi. Kimse yapıp ettiklerinden dolayı vicdanî muhasebe yapmıyor. İnsanlar hatalarını görme alicenaplığı yerine, nefsini temize çıkarma yarışı içerisine girdi. Çirkinliklerin revaçta olduğu bu toplumda temiz kalmak hiç de kolay değildir. Fakat imtihanın zorluğu ve şiddeti ödülün büyüklüğünü de beraberinde getirmektedir.

Kültürel kimlik kaybı, kültürel yozlaşmanın sonucudur

Kültürel kimlik kaybı, kültürel yozlaşmanın sonucudur. Toplumları ayakta tutan ve onları diğer toplumlardan farklı kılan şey, sahip oldukları kıymet hükümleridir. O hükümleri en iyi yaşayanlar da bizim rol modellerimiz olmalıdır. Bu açıdan bakınca bir Müslüman olarak ahlâkî modelimiz Resul-i Ekrem Efendimiz olmalıdır. Başka modeller aramak havanda su dövmekten farksızdır. Zira Hz. Ayşe validemizin deyimiyle “Resulün ahlâkı Kur'an'dı”

Bu güzel ülke ne çektiyse Batı’nın ilmî birikiminden haberdar olmak için bu ülkelere gönderilen sözde aydınlardan çekti. Onlar ki Batı’nın değerlerine göre kurgulanmış paket hayatları alıp toplumumuza monte etmeye kalktılar. Bir zamanlar bu ülkede dine ve kutsallara karşı gizli bir savaş yürütüldü. Bu toplumun kutsallarıyla ve kadim değerleriyle kıyasıya savaştılar. Bize baskı ve asimilasyon politikalarıyla bize ait olmayan sunî bir hayat dayatıldı.

Milletimiz Batı’yı körü körüne taklit ettiği için millî ve manevî değerlerinden kopuş sürecine girdi. Tarihî süreç içerisinde millet olarak medeniyetle kültürü bir türlü ayırt edemedik. Büyük sosyolog Nureddin Topçu bu iki kavramın sınırlarını bakın nasıl çiziyor: “Medeniyet, insanlığın muayyen tarihi devirlerinde bir zümre cemiyetin benimsediği vasıtalarla çalışarak ortaya koyduğu ve yaşattığı teknik eserlerin ve yaşayış şekillerinin bütününe denir. Kültür ise, bir cemiyetin kendi tarihi içinde meydana getirdiği değer hükümlerinin bütünüdür.” Bu tanıma göre bize lazım olan Batı’nın teknik birikimiydi. Fakat biz medeniyete sırtımızı çevirerek Batı kültürüne kapılarımızı ardına kadar açtık. Oysa bizim Batı’nın yoz kültürüne ihtiyacımız yoktu. Fakat bu bir proje olarak bize dikte ettirildi.

Milletlerin yitiği ve ortak malı sayılan ilim ve medeniyet pekâlâ alınabilirdi. Öte yandan kültür, sadece kendini oluşturan milletin malı olduğu için millîdir. Bu yüzden de başka bir milletin kültürünü almak afettir. Hele de bu millet bozulmuş bir Hıristiyanlığın mensubu ise daha büyük bir afettir. Bizler bu afeti letafet sandığımız için bugün bu haldeyiz.

Batılı anlayışta hümanizm, insanı tanrılaştırmıştır

Batının baş tacı ettiği, can simidi olarak sarıldığı bizlere de bulaştırdığı hümanizm, ahlâkî çözülmenin sebeplerinden biridir. Çünkü Batılı anlayışta hümanizm, insanı tanrılaştırmıştır. İnsanı her şeyin ölçüsü saymıştır. İsmail Fennî Ertuğrul “Lügatçe-i Felsefe’de hümanizmi “beşeriyete ibadet mezhebi” olarak tanımlıyor. Şemsettin Sami ise hümanizm için “insaniyete muhabbet” ifadesini kullanıyor. İnsanımıza dayatılan hümanizm konusunda da en güzel tespit ve teşhisi yine Cemil Meriç yapıyor: “İmanını kaybeden bir çağın dini hümanizm. Sözünü dinletmek isteyen her felsefe bu kaftana bürünmek zorunda. Marksizm'den egzistansiyalizme kadar Avrupa'nın tüm düşünce akımları hümanist. Kavramdan çok kılıf; kelime değil bukalemun” Aynı Cemil Meriç sözünü söyle devam ettiriyor: “Hümanizm, Avrupalı için kaybettiği dinlerin, yıktığı inançların yerini alan bir put. Hümanizm bir aydın hastalığı ama kimse bu izmin hudutlarını çizemiyor.”

Günümüzde gençliğe bir haller oldu. Değişimin ve dönüşümün kaçınılmaz olduğunu bilirdik de, mazinin değerlerini bu kadar süpüreceğini tahmin etmezdik. O eski sevecen, saygılı, müşfik ve kalender gençlik gitmiş, yerine hırçın, mağrur, ukala, tahammülsüz, gösteriş meraklısı bir nesil gelmiştir. Böyle bir değişimi arzu etmezdik ama her şey arzular üzere gerçekleşmiyor. Toprağa ne atarsan o bitiyor. Demek ki bizler toprağa çürük tohumlar attık ki böyle çelimsiz ve yabani fideler çıktı yüzeye… Bunda tohumdan çok, biz bahçıvanların sorumluluğu daha büyüktür. Tek taraflı düşünmek sağlıklı neticeler getirmez.

Bugünkü gençlik okumuyor, düşünmüyor, sadece hayal ediyor. Fakat hayallerin gerçekleşmesi için hiçbir şey yapmıyorlar; tabir caizse kılını kıpırdatmıyorlar. Gün geliyor hayal harmanları yanıp kül oluyor. Okumayan gençlik, meselelere vakıf olamıyor; hadiselere geniş perspektiflerden bakamıyor. Oysa gençler okumanın zevkine bir kez varabilseler her şey çok değişik olacak. Hayatı daha doğru anlamlandırmak için okumak, olmazsa olmazlardandır.

Gençlik okumuyor, seyrediyor, hayal kuruyor

Türkiye’de yaşayanlar ilkokul birinci sınıftan üniversiteye kadar Türkçe dersi görmelerine rağmen yine de anadillerinin inceliklerine varamıyorlar. Koca delikanlılara üniversite sıralarında hâlâ Türkçenin gramerini öğretmek onur kırıcı değil mi? Bir İngiliz 16. asırda yaşayan Shakespeare’i sözlüğe bakmadan anlamasına rağmen bizim çocuklarımız elli sene evvel yazılan eserleri sözlüğe müracaat etmeden anlayamıyorlar. Bugünkü yoz gençlik birkaç yüz kelime arasında sıkışıp kalmıştır. Onun içindir ki kendilerini ifade edemiyor

Dedik ya gençlik okumuyor, seyrediyor, hayal kuruyor. Evlerde her şey var ama kütüphane yok. Anne baba okumayınca haliyle çocuklar da okumuyor. Evler sinema salonlarına dönmüş, herkesin takip ettiği bir dizi veya spor programı var. Her gece kanal kavgaları sürüp gidiyor. Hakikatlere ve tefekküre kafa yoran yok ki!...Böyle bir ortamda sağduyulu bir neslin yetişmesi zaten mucize olurdu. Dibi çamurlu derelerin suyu duru olmaz ki!...Böyle dereden böyle su akar. Ders kitabı dışında kitap okumayan gençliğin kendi hayat tecrübeleriyle yetinmesi, pek çok sıkıntıları da beraberinde getiriyor. Lise son sınıfa gelen öğrenci, mezun olacağı gün “Yahu gitmeden şu okulun kütüphanesini de bir göreyim” diyebiliyor. Kitap okumayan gençlik, insanların canına okumaktan geri kalmıyor.

Günümüzde hayal alıyor, hayal satıyor delikanlılarımız ve genç kızlarımız. Hayalin hükümranlığı da saman alevinden daha uzun ömürlü olmuyor. Tez vakitte hakikatler bir şamar gibi iniyor hayal tacirlerinin çirkin ve maskeli yüzlerine. Okumayan, kendini yenileyemez. Gençler yeterli kitap okumayınca da şer odaklarının tuzaklarına kolayca düşebiliyorlar. Basiret nazarları köreliyor genç dimağların… Solukları kesiliyor yarı yolda…

Gençliği olumsuz yönde etkileyen pek çok araç mevcuttur toplumda. Bunların başında da medya gelmektedir. Yazılı ve görsel basının insanlar üzerindeki tesirini ne inkâr edebiliriz, ne de görmezlikten gelebiliriz. Aslında medya, hayırlı işlerde kullanılsa nice güzelliğin ortaya konmasında vesile olur. Tehlikeli olan medya değil, onu kötü emelleri uğrunda kullanan tekelci medya patronlarıdır. Bu sadece Türkiye’ye mahsus bir durum da değildir.

Medyanın yönlendiriciliği inkâr edilemez bir gerçektir

Aslında basın yayın organlarının asıl vazifesi doğru haber ve doğru bilgi vermektir. Bunu yaparken kişisel hesapları unutmaları gerekir. Milletin öz değerlerine saygılı davranan ve asırlık birikimleri geleceğe taşıyan bir medyanın, başımızın üstünde yeri vardır. Bizim karşı olduğumuz şey, medyanın kendisi değil, yanlışlarıdır. Aklı başında medya su, hava ve ekmek kadar lüzumludur. Bu milletin değerlerine sadık kalarak işini yapanlara müteşekkiriz.

Medyanın yönlendiriciliği inkâr edilemez bir gerçektir. Günümüzde medyayı takip edenlerin büyük çoğunluğu gençlerdir. Yazılı ve görüntülü medyanın en büyük müşterileri onlardır. Bu toy zihinler kitle iletişim araçlarının zararlarını düşünemiyorlar; hatta onları çok zevkli ve eğlendirici platformlar olarak görüyorlar. Televizyonlara kuşkuyla bakmıyor gençlerimiz… Bakış açısı bu olunca doğal olarak önlem alma gereği de duymuyorlar.

Son yıllarda televizyonlarımız dizi çöplüğüne dönmüş durumdadır. Bir dizi bitmeden öbürü başlıyor. Dizilerin verdiği mesajlar hiç de tutarlı ve faydalı değil. Üçkâğıtçılık, kolay ve kısa yoldan köşe dönme, duygu istismarı, ahlaki zaaflar dizilerin belkemiğini oluşturuyor. Sevişme ve yatak sahneleri, gayrimeşru ilişkiler sıradan hadiseler olarak yansıtılıyor. Bunları seyreden gençler böyle bir hayata yöneliyor. Televizyonlardan akıl alıp iş yürütenlerin sonu da tabiî olarak hüsran oluyor. Evlilikler, yerini gündelik ilişkilere ve kaçamaklara bırakıyor.

Düzeysizlik düzey olunca sapla saman birbirine karışıyor. Bizler, Türkiye’nin geleceğini düşünen ve bunun için fikir geliştiren, sorgulayan, yargılayan, geleceğe umut taşıyan bir gençlik istiyoruz. Şiddet ve nefret televizyonlardan evlere, evlerden sokaklara pompalanıyor. İnsanlıkla ve medeniyetle örtüşmeyen sıradanlıklar modernleşe adı altında yutturulmak, bir yaşam tarzı hâline getirilmek isteniyor. Üstelik bunlar topluma dayatılıyor. Kabul etmeyenler de ‘gericilik’ yaftası yiyor. Senin gibi düşünür, senin gibi yaşarsam modern oluyorum, inançlarım, kültür ve medeniyetim doğrultusunda yaşarsam bağnaz oluyorum. Sevsinler sizin çürük manifestonuzu… Uyandı insanlık, artık dayatmalar prim yapmıyor.

Gençlik anlamsız yarışmaların peşinden sürükleniyor

Son yıllarda görüntülü medyada büyük bir yarışma furyası almış başını gidiyor. Önüne gelen uçuk kaçık bir yarışma programı düzenleyerek, özellikle gençlerden oluşan kitleleri peşlerinden sürüklüyorlar. Bir yarışma bitmeden öbürü başlıyor. Şarkı, türkü söyleme yarışmalarından tutun da güzellik ve mankenlik yarışmalarına kadar onlarca yarışma, televizyonlarda arz-ı endam ediyor. Gençlik bu anlamsız yarışmaların peşinden sürükleniyor. Yarınlarımızın teminatı olan gençlik, lüks yaşamak ve çok kazanıp çok harcamak için hayal avcılığına soyun(durul)muş. “Binmişiz bir alamete gidiyoruz kıyamete” misali sürüp gidiyor bu ekran kirliliği. Denetim mekanizmaları da bu çirkeflikleri görmezlikten geliyor çoğu zaman… Gençlik yavaş yavaş avuçlarımızdan kayıp gidiyor ama gaflet uykusundaki bizler bunun farkında bile değiliz. Yarın çok geç olmadan gençliği bu bataklıklardan kurtarmalıyız.

Yarışmalara katılmak için evden kaçan kızlar ve henüz reşit bile olmayan erkekler, büyük şehirlerdeki stüdyolara ve otellere akın ederek yarışmaların elemelerine katılıyorlar; gecenin yarısında kuyruklara girip yer kapmaya çalışıyorlar. Popstar olma hayalleri aklın önüne geçmiş, herkes hayal dükkânından alışveriş yapıyor. Gençlik kısa zamanda köşeyi dönmenin hesabı içerisinde. Fakat köşenin öte yanında nice gayya çukurlarının kendilerini beklediklerinden haberleri yok. Şöhret hevesi, genç bedenleri kirli ellerin tuzağına düşürüyor.

Okullarda ilim öğrenmesi gereken genç beyinler, stüdyoların ve podyumların kasvetli havasında körpe yaşamlarını ve parlak ömürlerini törpülüyorlar. Unutulmamalıdır ki bir gecede hayatı değişenlerin, yine bir gecede hayatlarının sönme ihtimali çok yüksektir. Bunun sayısız örneklerini yaşayıp görüyoruz. Bırakın artık Müslüman Türk gençliğini!...Düşün istikbalimizin aydınlık şafağı hükmündeki gençliğin yakasından. Çekin pis ellerinizi, yeter artık, kirletmeyin yarınlarımızı… Birazcık empati(duygudaşlık) yapın, aydınlık geleceğimizi karartmayın. Sizlerde hiç mi merhamet, insaf ve izan yoktur? Üç kuruş reklâm geliri için yapmadığınız kalmadı. Vicdanınızı cüzdanınıza mı hapsettiniz yoksa?

“Zaman bendedir ve mekân bana emanettir!” şuurunda bir gençlik...

Bizler, sıcak yuvalarında olmaları gerekirken, gece yarılarına kadar sahnelerde hayal avcılığı yapan, masalarda meze olan bir gençlik istemiyoruz. Üstat Necip Fazıl’ın deyimiyle “Zaman bendedir ve mekân bana emanettir!” şuurunda bir gençlik...” istiyoruz. Türk gençliği aydınlık Türkiye’nin temelini atmak için sabahlara kadar okumalı ve vaktini laboratuvarlarda değerlendirmelidir. Çamurlarda debelenen bir gençlik değil, güle sevdalı bir gençlik istiyoruz biz… Bu necip millet, uzun zamanlardan beri güle sevdalı bir gençliğe hasrettir. Kadehlerde dert unutmaya çalışan şuur fakirlerini değil, dertlilere umut olan bir gençliği özlüyor ve hasretle bekliyoruz. Bu gençliğin mayası milletimizin özünde vardır zaten. Yeter ki bizler balçığa karışmış ve görünmez olmuş bu cevheri bulmak için çamurlanmayı göze alabilelim.

Mevlanaların, Yunus Emrelerin, Hoca Ahmet Yesevilerin, Mehmet Akiflerin, Necip Fazılların, Cemil Meriçlerin, Nurettin Topçuların, Erol Güngörlerin, Serdengeçtilerin davasını sırtlayan ve yorulmak nedir bilmeyen bir gençliğin rüyasını görüyoruz parsellenmiş uykularımızda. Son Sultanü’ş Şuara Necip Fazıl Kısakürek; ufuklarda yolu hasretle gözlenen, sorumluluk, yüksel seciye ve ideal sahibi bu gençliği şöyle tasvir ediyordu bize:

“Bir buçuk asırdır türlü buhranlar içinde yanıp kavrulan ve bunca keşfine rağmen başını yarasalar gibi taştan taşa çalarak kurtuluşunu arayan batı adamının bulamadığı, Türk’ün de yine bir buçuk asırdır işte bu hasta batı adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübarek oluş sırrını, her sistem ve mezhebe ortada ne kadar illet varsa devasının ve ne kadar cennet hayali varsa hakikatinin, İslam’da olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna, İslam âlemine ve bütün insanlığa model teşkil edecek bir gençlik…

‘Kim var!’ diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert ‘Ben varım!’ cevabını verici, her ferdi ‘Benim olmadığım yerde kimse yoktur!’ fikrini besleyici bir dava ahlâkına kaynak bir gençlik... Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispette strateji ve taktik sahibi bir gençlik...

Büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle, zifiri karanlıkta ak sütün içindeki ak kılı fark edecek kadar gözü keskin ve gerçek kahramanlık madeniyle sahtesini ayırt etmekte kuyumcu ustası bir gençlik...”

Kim ne derse desin, hastalıklı bir çağda yaşıyoruz

Günümüzde gençlik öğrenmiyor, eğleniyor, tabir caizse düşünmemek, varlığın sırrı üzerinde tefekkür etmemek için her şey yap(tır)ılıyor. Daha doğrusu bir kısım büyük ağabeyler böyle bir hayatı reva görüyor Türk ve dünya gençliğine.  Birilerinin gösterdiği çizgide eğlenmek mecburiyetinde bırakılıyoruz. Eğlenme anlayışımızı da gizli eller tayin ediyor. Zira onların tüketicisiyiz nasıl olsa!... Keselerinin dolması için, baştan beri gençliği hedef kitle olarak seçmişler. Para uğrunda ne yapılsa mubahtır onlar için…İnsanı paradan ibaret gören, ruh yönünü hiçe sayan kapitalist mantıktan başka ne beklenir ki!...

Bu çağda yerli ne varsa rafa kaldırılmış, her şeyin ecnebisi alınarak baş tacı edilmiştir. Milli ve manevi değerlere savaş açılmış, savunmasız gençlik, kaderine terk edilmiştir. Körpe beyinler, art niyetli zihinlerden seken kurşun misali düşüncelerle adeta zehirlenmiştir.

Kim ne derse desin, hastalıklı bir çağda yaşıyoruz. Günümüzde modernitenin dinle ve gelenekle kaypak bir zeminde çatışması toplumsal gerilimi daha da artırıyor. Toplumsal değerler sisteminin dinden ve gelenekten bağımsız olması için gayret edenler, asırların birikimlerini görmezlikten gelerek çatışmanın ve yabancılaşmanın odağı oluyorlar. Geçmişin değerleriyle çatışma, toplumun birikimlerine sırt dönme, onları yok farz etme, tabir caizse kökle dal arasında yabancılaşmayı beraberinde getiriyor. Görünen o ki küreselleşmenin bir neticesi olarak modernite, toplumsal ve bireysel hayatın kırılma noktalarını ve fay hatlarının derinliğini gittikçe artırıyor, aradaki mesafe uçurumlar oluşturuyor. Dinin ve geleneksel değerlerin müspet olarak algılanmasına ve yaşanmasına bir anlamda engel teşkil ediyor.

Her geçen gün mantar gibi çoğalan televizyon kanalları gençliği tehdit ediyor. Günümüzde bizi bize yabancılaştıran televizyonların gölgesinde bir kayıp nesil yetişiyor. Televizyon bağımlısı gençler hayattan çekiliyor. Ortalık diziden geçilmiyor. Bu dizilerde çok kere yanlış mesajlar veriliyor. Kadın-erkek arasındaki mahrem ilişkiler uluorta teşhir ediliyor. Çıplaklık sınır tanımıyor. Aşkla cinsellik birbirine karıştırılıyor. Gençlere takdim edilen sözde model insanlar Müslüman-Türk inançlarıyla, gelenek ve görenekleriyle çelişiyor. Düzenlenen içi boş, dışı cilalı yarışmalar vasıtasıyla gençliğin duygularıyla ve hassasiyetleriyle oynanıyor.

Gençliğimizi tehdit eden bir başka tehlike de bilgisayardır

Gençliğimizi tehdit eden bir başka tehlike de bilgisayardır. Bilgisayar da tıpkı doktorun elinde şifa olduğu halde, hırsızın elinde öldüren bir araca dönüşen bıçak gibidir. Gençlerin önemli bir kısmı odalarına çekilip saatlerini bilgisayarlarının başında geçiriyorlar. Böylelikle gençlik anti sosyalleşiyor, toplumdan kopuyor. Neticede kimseyle konuşmayan, dertlerini paylaşmayan, içine kapanık bir kuşak doğuyor. Bu durum ilerde ciddi psikolojik rahatsızlıklara yol açıyor. Çocuklarımız bilgisayarlarda daha çok oyun oynuyorlar. Bir kısım strateji oyunları gençleri üç-beş saat bilgisayara kilitliyor. Bilgisayarlarda gençleri bekleyen bir başka tehlike de müstehcen sitelerdir. Bu siteler yarınlarımızın teminatı olan gençlerin ruhlarını karartıyor; insaf, basiret ve izan hissiyatını öldürüyor. Bu hususlarda ailelere büyük görevler düşüyor. Anne-babaların çocuklarını denetim ve gözetim altında tutmaları lazımdır.

Günümüzde dinî duygular ve hassasiyetler rafa kaldırılmak isteniyor. Gençlerin iman boşluğu dünyevî hazlarla doldurulmaya çalışılıyor. Eğlencede sınır tanınmıyor. Ölçüsüzlük ölçü olunca eğlence hayatı uyuşturuyor körpe zihinleri. Rüzgârın önüne atılmış, hedefsiz kuru bir yaprak misali sürükleniyor ümitlerimiz ve hayallerimiz… Batılı hayat denen, ne olduğu belirsiz, bize uymayan bir yaşam tarzı dayatılıyor bize. Bu tarzı benimsemeyenler dışlanıyor, ötekileştiriliyor. Değerlerimizi içine sindiremeyenler hayatlarımıza pusu kuruyorlar.

Zor zamanda yaşıyoruz besbelli… Asrımızdaki insanlar adeta ateşle barut arasında yaşıyorlar. İnsanlık göz göre göre hayat değirmeninde öğütülüyor. İslam’ın ruhunu hayattan çekip koparmaya çalışıyorlar. Pınarlarımızın suyu yukardan bulandırılıyor. Çağın Yusufları, derunu boşaltılmış Züleyhalara kalbini ve ruhunu teslim ediyor. Zamane İbrahimlerinin dünya hevesleri ağır bastığı için ateşlerde yanmayı göze alamıyorlar. Ateşlerde cayır cayır yanan, bedeni ayakta tutan maneviyatlar oluyor. İnsanlık ruh sermayesini alabildiğine tüketiyor.

Günah harmanları her geçen gün biraz daha yükseliyor. Binalar yükseldikçe insanlar alçalıyor. İnsanlık büyük yalnızlığa ve ferdiyetçiliğe sürükleniyor. Çoklu hayatlar tekli hayatlara dönüştürülüyor. Küçüğü, büyüğü asabileşiyor, sevgi ve hoşgörüden uzaklaşıyor. Nefreti ellerimizle besliyor, besili bir düşman haline getirip sevginin karşısına dikiyoruz. Asırların ahlakî birikimi küçük heveslere feda ediliyor. Çok konuşanlar az dinliyor. Okuduklarımıza değil, duyduklarımıza itibar ediyoruz. Hassas meselelerde bile aklı kapı dışarı edip hissî davranıyoruz. Bilgi sermayemiz az olsa da her konuda ahkâm kesiyoruz.

İnsanlık her geçen gün yaşadığı topluma ve kendine yabancılaşıyor

Zamanı bile tersine çevirdik. Gündüzleri uyuyor, geceleri kıymetli vaktimizi televizyonun başında geçiriyoruz. Ulaşım vasıtaları çoğaldı, hızları arttı ama dost ziyaretleri bunun aksine iyice azaldı. Toplumsal iletişim, iletişim vasıtalarının gelişmesine rağmen bir adım ileri gidemedi. Bunun aksine iletişim kopuklukları yalnızlığımızı çoğalttı. Hayatı korku, endişe ve telaş panayırına döndürdük. Ayrıntılara dikkat etmediğimiz için güzellikleri kaçırıyoruz. Ömür sermayesini hoyratça yiyip bitiriyoruz. Ben merkezli hayat, vicdanlarımızı köreltiyor. İnsanlık her geçen gün yaşadığı topluma ve kendine yabancılaşıyor. Kimliksiz ve kişiliksiz varlıklara dönüşüyoruz. Aynadaki suretimizden ürkecek bir görünüme bürünüyoruz.

Hayata hayat katan, onu güzelleştiren, sıradanlıktan ve manasızlıktan kurtaran şüphe yok ki imandır. İman nimetinden mahrum olanlar bolluk içerisinde yüzse de bütün nimetlerden mahrumdurlar aslında. Günümüzde maddî nimetler bol olsa da bereket hâsıl olmuyor hayatımızda. Çünkü hayatımız isyan ve şer bulutlarıyla çepeçevre sarılmıştır. Her türlü sapık inançlar gençliğin imanını tehdit ediyor. Kötülerle iyiler sarmaş dolaş olduğu için farkı fark etmek iyice zorlaşıyor. Gençliğe her gün yeni tuzaklar kuruluyor, bu tuzaklarda insanî ve imanî duygular avlanıyor. Günahlar ferdi tercih olmaktan çıkıp çok kere süslenerek güzel gösteriliyor, bazen dirayetli ruhlara bile toplumsal zorlamalarla kabul ettiriliyor.

Zor bir çağda yaşadığımız aşikâr… Bilmem bu fikrime katılır mısınız? Zorluğu bir değil ki yirmi birinci asrın…. Her şeyden evvel dünya yaşlı adamlar tarafından yaşlı fikirlerle yönetiliyor. Her ne kadar teknoloji çağında yaşıyorsak da kafa yapılarımız birkaç asır evvelkinden hiç de farklı değil. Zaman su gibi akmış ama belleğimiz o derecede tazelenmemiş. Fikirlerimiz hâlâ yerinde sayıyor. İki ileri bir geri gidiyoruz.

Bu zamanın en büyük hastalığı şüphe yok ki ahlâkî kayıtsızlıktır. Mantık çerçevemiz ne yazık ki her geçen gün küçülüyor. Oysa değişimin mantığı, bu çerçevenin genişlemesini öngörüyor. Kayıtsızlık almış başını gidiyor. Başını kuma gömen insanlık, kendi iç dünyasına hapsolmuş… Öyle ki gözler ışıkla yüz yüze gelmemek için kapandıkça kapanıyor.

İyi niteliklerimizi her geçen gün yitiriyoruz

Özündeki iyi nitelikleri birtakım dış etkenlerle zamanla yitirmek, soysuzlaşmak, özünden uzaklaşmak, bozulmak, dejenere olmak, tereddi etmek anlamlarını içeren yozlaşma kavramı, bahtımıza set çeken büyük bir engeldir. Bunu aşamadığımız sürece bugünlere hapsolmaya mahkûmuz. Böyle kaldıkça yarına ışık götürme hayalimiz de sözde kalacaktır.

İyi veya kötü, değişim sınır tanımıyor. Şimdilik insanî kimliğimiz kısmen korunsa da kültürel kimliğimiz çoktan ayaklar altına alınmıştır. Kendini reddetmeyle başlayan ve gelişen bu süreç, bozulmaları daha da hızlandırarak farklı tutumları mutlak değer kabul ediyor. Değerler anaforundaki gelgitler kimliğimizin yeni rengini ve şeklini belirliyor.

İyi niteliklerimizi her geçen gün yitiriyoruz. Bunun sınırları ve çerçevesi kişiden kişiye değişse de mutlak manada bir kaybın süregeldiği ve öylece gittiği, inkârı kabul bir durum değildir. Peki, yerlerine yenilerini koyabiliyor muyuz? Başka bir açıdan bakarsak, yeniler eskileri karşılıyor mu? Dökülen su bardağı doldurmaya muktedir mi?

Çağdaşlaşmak için bizi biz yapan asırlık kıymet hükümlerini bir celsede boşamak elzem midir? Uyuşmuyor mu dünün değer yargılarıyla bugünküler? Şayet öyle düşünülüyorsa bu mantık açmazına kim ya da kimler yol açıyor? Değer yargılarının zamanla değişmesi normal midir? Değişen dünyanın neresinde durmalıyız? Uyum problemlerinin çözümü teslimiyet midir? Sorular zihnimizi kemirdikçe meselenin bir sarmaşık misali ruhumuzu sardığını anlayabiliriz. Bu sarmaşığı çözüp sarmaldan kurtulmak bizim elimizde değil midir?

Çözümü uzaklarda aramak asırlık gafletimizdir. Bu yozlaşma düğümünü düğümü atanlar çözebilir. O zaman doktor da, hasta da aynı mı? Yaşadıklarımıza öğrenilmiş çaresizlik demek yanlış olmaz. Aslında çaresiz değiliz hiçbir zaman. Fakat bir kere çaresiz olduğumuza inandırmışız kendimizi. Hissiyatımız mahkûmiyet psikolojisi içerisinde kıvranıyor.

Bu hayatın yoz çizgilerini çizenler perde arkasından neticeyi merakla bekliyorlar. Dört koldan kuşatılmışız hayatın orta yerinde. Her türlü çıkış yolu açık olsa da ruhumuzun kavşaklarında müfrezeler nöbet tutuyor. İkna timleri geceleri bile gözlerini kırpmıyor. Kalbimizin mutmain olması için yeni stratejiler geliştiriyorlar. Kanmamak lazım hiçbirine.

Zor olan, insan doğmak değil, son nefesimize kadar insan kalabilmektir

Karşımıza dikilen suretler, karanlığı aydınlık göstermenin uğraşı içindeler. Ellerindeki kırmızı kalemlerle ruhumuzun güzergâhını çiziyorlar. Yüzlerinden gülücükler yayılsa da içlerindeki kin ve nefret, basiretli gözlerden kaçmıyor. Bizden biriymiş gibi karşımıza dikilerek, ilk fırsatta saflarını kaydırıyorlar. Onlarla birlikte safların safları da kayıyor. Saflar bir kez değişmeye ve dönüşmeye görsün hakikatler anında ters yüz olur; öyle de oluyor.

Dört koldan saldırılara karşı tutunmak, sağlam izanla ve kalbe değen ezanla mümkündür. İmbikten çekilen fikir kırıntıları zayıfsa, kolayca yön değiştirebilirler. Nezaketin dayanılmaz hafifliğiyle karşımıza çıkanlar, ruhumuza iliştirdikleri maymuncuklarla gönül kapılarımızı açarak, iç dünyamızı parselleyebilirler. Kapılara müfrezeler yerleştirmekten başka tedbir de yoktur. Bu müfrezeler de mazinin ayakta kalan ve canlılığını muhafaza eden kaidelerinden başka bir şey değildir. Onlara ne kadar sıkı sarılırsak kurtuluştan o derece emin oluruz. Kim ne derse desin yarınlarımız dünün güçlü ışıklarıyla aydınlanacaktır.

Zor olan, insan olarak doğmak değil, son nefesimize kadar insan olarak kalabilmektir. Bu zor ama şerefli vazifeyi başarabilenler hayırla anılmaya layıktır. Zira onurla tamamlanması gereken en zor vazife hayattır. Bu da sözlerimizi ve davranışlarımızı ahlâk süzgecinden geçirmekle mümkün olur. Kafasına estiği gibi yaşayanlar bu dünyada hoş bir seda bırakamazlar. Nefsine teslim olanlar bu zor görevi eline yüzüne bulaştırırlar.

Hayatta en büyük ölçümüz Kur’anî ahlâk olmalıdır. Eskilerimizin dediği gibi “ille edep ille edep” “Güneşin buzu eritmesi gibi, ahlâk da günahları eritir” diyor Resulullah Efendimiz. Eskilerimiz saygıda ve hürmette kusur etmezlerdi. Nezaketin en güzel örneklerini sergilerlerdi. Her biri bir merhamet abidesiydi. Ağızlarından yalan çıkmazdı. Onlar yaraları derinleştirmez, aksine yaralara merhem olurlardı. Onların olduğu yerde haksızlıklar ve adaletsizlikler olmazdı. Halka hizmeti Hakk’a hizmet olarak addederlerdi. Onlar Kur’an ahlâkını kendilerine ahlâk edinmişlerdi. Onların aradan çekilmesiyle hayat çekilmez oldu.