Bir süredir, dünyadaki çeşitli mimari tasarım yarışmalarından ödüllerle dönen, kendisinden alınan ilhamla hakkında filmler çekilen, yerin altına inşa edilmesiyle ilk ve tek olma özelliğini taşıyan camiyi ziyaret etmek istiyoruz. Herkesin görünür olmak istediği, her şeyin açıktan yaşandığı günümüzde kendisini kırsal bir alanda yerin altına gizleyen bu mütevazı camiyi merak ediyoruz.
Öğle namazını kılmak, sorularımıza cevaplar bulmak için Büyükçekmece’deki Sancaklar Camii’ni arıyoruz. Tabelalar yardımcı oluyor bize. Nereden döneceğimizi, nereye doğru gideceğimizi söylüyorlar. Fakat çok yaklaşmış olmamıza rağmen görünürde bir cami yok. Tam, geçtik mi yoksa, diye düşünürken, işaret taşı gibi dikdörtgen minaresiyle karşılaşıyoruz. Anlıyoruz geldiğimizi. Arabamızı park edip giriyoruz, duvarlarla sınırlanmış avluya.
Avluya girince camiye dair ilk karşılaşmamız musalla taşıyla oluyor. Ölüm bizi karşılıyor. Etrafındaki toprak yükseltileriyle birlikte minare, mezar taşı gibi görünüyor gözümüze. Zemin taşla kaplanmış fakat çoğu yer toprak olarak bırakılmış. Etrafı çimenler sarmış, merdivenler doğaya karışmış. Kullanılan doğal taşlarla, karşısındaki göz alıcı manzarayla, tabiatla bir bütün halinde. Sanki toprağa ilişmiş, zamanla kaybolacak, hatta dahaşimdiden biraz kaybolmuş gibi. Faniliğinin farkında. Sermayenin sürekli arttırılması gereken, insanların hiç ölmeyeceklermiş gibi davrandığı şu böbürlenme çağında; şu büyüklük taslanan zamanlarda, yerin altından haykırıyor, geldiğimiz ve gideceğimiz yeri hatırlatıyor, kabri çağrıştırıyor.
Topografyaya uygun olarak yerleştirilen camide üst kottan alt kota merdivenler aracılığıyla iniyor, su kenarına dikilmiş bir zeytin ağacının yanından geçiyoruz. Camiye girdiğimizde doğal ışıkla aydınlatılan loş bir ortamla karşılaşıyoruz. İnsanlar arkadan bakıldığında ayırt edilemiyor birbirinden. Huzurda hepsi bir duruyor. Kadın mahfili hemen sağ tarafta, en ön safa kadar yerini almış. Kendileri için ayrılmış alanlarda, yaratanın huzurunda, aynı safta namaza duruyor erkek ve kadın, tüm kullar.
Caminin içine girince inmeye devam ediyoruz. Saf sayısını azaltmak için Emevi camilerindeki dikdörtgen üslup kullanılmış. Kıble duvarı uzun. Halılar kıble duvarının renginde. Arka ve yan cephe Bodrum’dan getirilen doğal taşlarla örülmüş. Zarif. Temiz. Sessiz. Sade. Tek bir hat yazısının dışında hiçbir süs yok.
Minber; altı basamaklı bir yükselti. Mihrap; duvardaki bir girinti. Bölümler küçük belirteçlerle ayrılıp tanımlanmış. Fazla olan hiçbir şey yok bu camide. İnsan eli değmemiş tek parça bir bütün gibi her şey tam bir uyum halinde. Kubbesi yok. Tavan, iç içe geçmiş, merkeze doğru derinleşen geometrik şekilleriyle bir mağarayı andırıyor. Mekke’ de bunalan, Allah Rasulü’nün inzivaya çekilip tefekkür ettiği, Rabbiyle baş başa kalıp yakardığı Hira’ sını hatırlatıyor bize.
Namazı kılıp, alt avluya çıkıyoruz. Oturup sohbet etmek isteyen insanlar için rüzgarın püfür püfür estiği serin bir mekan tasarlanmış. Bir çay ocağı bir de kütüphane var yanında. Sadece insanlara değil hayvanlara da yer var bu bahçede. İçinde kurbağa larvaları bulunan su birikintisinde susuzluğunu gideriyor bir köpek. Etrafta kuş sesleri. Önümüzden sıçrayarak geçen bir kurbağa. Tüm bu güzelliğin arkasında bir vakıf var; Sancaklar Vakfı. Bu benzersiz caminin bir vakıf eseri olması ayrıca sevindirici. Mimar; Emre Arolat, yaptıkları işin özünü yazmış bir levhaya ve asmış bahçedeki duvara:
“”Yeryüzünde böbürlenerek yürüme.
Asla yeri yaramazsın, boyca da dağlara eremezsin( İsra Suresi, 37. Ayet)”
Herhangi bir yer burası, secde edilen.
Tevazu şiarıyla imar edildi.
Ne övünür şekliyle, ne kabarır eşkaliyle.
Yaratanla insan arasına girmez görkemiyle.
Kaçınır.
Biçimlerin ardında gizlenen özü arar daha ziyade.
Hafifçe ilişir yeryüzüne.
Adeta hemhal olur hem tepeyle hem de vadiyle, doğadan ödünç aldığı cildiyle.
Sanki hep oradaymışçasına.
İçi de sadedir dışı gibi, takıp takıştırmaz, bağırıp çağırmaz.
Dedim ya, alçak gönüllüdür.
Kıble duvarını yıkayan ışıktır yegane tezyinatı.
İlk taslakları gördüğünde, “burada bir an önce namaz kılmak istiyorum” demişti Allah’ın akıl bir kulu
Pek mutlu etmişti bu emel, bu içten söz beni.
Umarım ki ziyadesiyle mutlu olurlar burada huşu içinde ibadet edenler de.”
Ziyadesiyle mutlu oluyoruz biz de. Geldiğimiz yoldan gerisin geriye, yeryüzü sahnesine çıkıyoruz eylemeye…
Safa DALLI
şaşaanın ve kibrin mekana bir hançer gibi tasallut ettiği, dini-dünyevi formun içeriği gün be gün alt ettiği bir vasatta, oldukça anlamlı bir yapıya benziyor; hem mimarın hem de haberi yazan Safa kardeşin emeğine yüreğine sağlık. kibrin ve tevazunun savaşı, modernle geleneğin çelişkisinde bir giz değildir, çünkü her çağın kibrine her çağın tevazusu direnir. helal!