Burası Osmanlı Dönemi’nden günümüze kadar ayakta kalmayı başarmış ecdat yadigârı tarihi bir kasabaydı. Dağlık ve oldukça yeşil bir bölgeye kurulmuştu. Yeşilin alabildiğine yayıldığı ve gözlerimizi şenlendiren, ruhumuzu dinlendiren bu kasaba entelektüellerin ve sanatçıların da ilgi odağı olduğu bir lokasyondu. Öyle ki ünlü ressam ve yazarlar hayatlarının bir bölümünde ilham almak için bu kasabada sessiz ve sakin bir yaşam sürmeyi tercih ediyorlardı.
Rutin hayatlarımızın hızı ve stresine karşılık bir “dur” deyip nefeslenmek için tazelenmek ve ehemmiyetini ve kalitesini yitirmeye yüz tutmuş bir yığın yaşamı ardımızda bırakıp “Ben” olabilmek için kendinden kendine o kutlu yürüyüşü gerçekleştirebilmek için bulunmaz bir fırsattı burası. Zira burayı gören gözler anlıyordu ki yeşilin ve yüce dağların güven dolu kucaklamasına kayıtsız kalabilmek mümkün değildi.
Ancak burada bulunmak durup dinlenmenin ötesinde bir anlam taşıyordu: Müşahede. Gözlerimizi çevirip baktığımız her yer âdeta mükemmel bir sanatçının fevkalade ve kusursuz eserlerini sergilediği bir sergi salonuna dönüşüyordu. Etrafımızı kuşatan letafet gönüllerimize dinginlik vermekle kalmıyor ruhlarımıza zarafet katıyordu.
Ağaçlar, çiçekler, doğayla bütünleşmiş ecdat yadigârı köy evleri, camii ve yüce dağlar... Hepsi bir ağızdan şahitlik ediyordu: Her şey önce bir nokta ile başladı. Sonra harfler, kelimeler ve cümleler meydana geldi. Ardından “Her şeye O’nun adıyla başlarız” dedi tüm zerreler ve yankılandı her bir köşesinde kâinatın; “Bismillah”.
Bir be harfinin noktasıyla başladı hikâyemiz ve devam etti kendinden sonra gelenle. İşte benim yolumda bugün oraya düşüyor; ye. Masamda yığılı ansiklopediler arasından Kâmus-i Türkî’ye ulaşmaya çalışıyorum. İşte, başardım. Üstündeki tozu silip sayfaları heyecanla ve merakla karıştırmaya başlıyorum. Sözlükler ki anlam arayışımızda yolumuzu aydınlatan birer mihmandar bizlere.
Gözlerim tâ’dil ve tatil kelimelerini arıyor. Fazla geçmeden buluyorum. Tâ’dil... “Adl”den gelmekteymiş meğer. Anlamı da “Haddi i’tidale irca etme maksadıyla dönüştürme, ifrattan ve tefritten kurtarıp lüzumu derecesinde bulundurm” imiş. Aynı sözlükte tatil kelimesinin ise “Muvakkaten işi bırakma” anlamına geldiğini görüyorum. Yetinmiyorum. Bir başka sözlüğü çekiyorum önüme. Tatil için değil ama tâ’dil için farklı bir anlam keşfediyorum: “Değiştirip hafifletme.” Bununla da yetinmiyorum. Kütüphanede ne kadar sözlük varsa getiriyorum masama. Bu kez Osmanlıca- Türkçe Ansiklopedik Lügat var önümde. Bismillah diyerek karıştırmaya başlıyorum sayfaları. Bir o sayfa bir bu sayfa derken yeni bir anlam kapısı daha aralanıyor tâ’dil için: “Doğrultma, doğrulama.” Arayışıma devam ediyorum. Tâ’dil için bir kapı daha açılıyor: “Düzeltme, tashih, tanzim.”
Sadece bir kelimeyi bu kadar farklı cihetlerden müşahede etmiş olmanın şaşkınlığını yaşıyorum bir süre. Anlamlandırmaya çalışıyorum.
İşte diyorum, işte bu. Poçitel’e olan yolculuğumun özeti; tatilden tâ’dile...
Zaman zaman bizi yoran, ruhumuzu sıkan işlerden ve ortamlardan uzaklaşmak için çıktığımız yolculuklar anlıyorum ki bir tatil meselesinden ibaret değilmiş yalnızca. Yenilenmek için daha çok üretebilmek için dengimizi ve dengemizi bulabilmemiz için birer fırsatmış.
Nasıl ki bir vazo kırıldığında onu onarmaya ve parçalarını toparlayıp birleştirmeye ihtiyaç duyuyorsak gönlümüz kırıldığında ruhumuz paramparça olduğunda içimizdeki sese kulak verip “Dur bir dakika” diyebilmeliymişiz. “Nereden geldim, nereye gidiyorum?” diye sorabilmeliymişiz kendimize ve belki de yeni bir yolculuğun kapısını aralayabilmeliymişiz. Kaçıp gitmek için değil daha güçlü, daha dinç, daha zinde geri dönebilmek için yapmalıymışız bunu. Büyüklerimizin dediği gibi “Tebdîl-i mekânda ferahlık vardır.” deyip yola revan olmakmış belki de asıl mesele.
Öyleyse gelin, yeni bir yolculuğa çıkalım sizinle. Avrupa’nın göbeğindeki şirin bir Osmanlı kasabasından Göksu’ya yol düşürelim. Göksu, Bosna’nın en önemli şehirlerinden olan Travnik’te yer alıyor. Aynı kaynaktan çağlayan iki nehirden biri. Soldan akan Laşva Nehri ve sağdan çağlayan Göksu... Biri kir yuvası diğeri akça pakça temizin âlâsı... Anlatılana göre Fatih Sultan Mehmet Han Bosna’yı fethettiğinde buradan su içmiş. Hâlen halkın kolayca ulaşabileceği bir konumda olan Göksu, Laşva Nehri ile aynı yataktan aksa bile birbirine karışmadan yol almaya devam ediyor.
Şahit olduğum manzara Furkan Suresi 53. ayeti getiriyor aklıma: “Biri tatlı ve susuzluğu giderici diğeri tuzlu ve acı olan iki denizi karışacak şekilde salıveren ve ikisi arasına bir engel, aşılmaz bir perde koyan O’dur.”
Sonra düşünüyorum; tıpkı biz insanlar gibi nehirlerde kaderlerine çekiliyor. Kimi ruhunun kendisini terk ettiği bir cesetten farksız kimi canlı, dipdiri; deveran içinde. Durmadan yol alıyor, değişiyor ve dönüşüyor. Ardından soruyorum kendime: “Peki sen kimsin? Hayat vaad eden bir Göksu mu yoksa ümitlerin yittiği Laşva Nehri mi?"
Şevval Sarıtan
Hüma dergisi, Sayı: 22