Kudüs'ün taşları dahi sizi tanıyor ve özlüyor

''Kardeşlerim, buralar, bu yapılar, bu topraklar, bu Kudüs, sizi özlüyor. Sizi istiyor. Siz gittiğinizden beri Kudüs kan ağlıyor ve huzursuz! Bakın şu taşlara, bir dönüp bakın. Bu taşların bir dili yok ama onlar konuşuyor. Ben şimdi şu elimi, şu avucumu bu taşlara koysam, bu taşlar bu eli tanımaz. Ama siz koysanız bu taşlar, sizin ellerinizi tanır.'' Metin Erol, Kudüs'te inşa ettiğimiz ruhu, müşahhas örneklerle yazdı.

Kudüs'ün taşları dahi sizi tanıyor ve özlüyor

6 Aralık 2017 tarihinde Trump, “ABD’nin, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdığını” açıkladı. Trump’ın açıklamasından bir gün önce Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, partisinin grup toplantısında “Kudüs’ün Müslümanlar'ın (bizim) kırmızı çizgisi” olduğunun altını çizdi. Kudüs konusunda kararlılıkla son ana kadar Türkiye olarak mücadelemizi yürüteceğimizi hatta ve hatta İsrail ile diplomatik ilişkilerin gerekirse kopmaya kadar gideceğini belirtti. Cumhurbaşkanı’nın açıklamalarına karşılık, İsrail Ulaştırma ve İstihbarat Bakanı’ndan geldi. Yisrael Katz, “Sultanlık ve Osmanlı’nın devri bitti, artık korkmuyoruz” dedi.

Katz’ın açıklaması bastırılmış korku ve sahte bir özgüven içeriyordu. Osmanlı’nın yokluğu, 2017 yılında açıklama yapan İsrail bakanının dilinden sevinçle dökülürken ABD’nin İsrail’e olan desteği de İsrailliler'e suni bir özgüven veriyordu. Bu özgüvenin bir diğer sebebi ise şüphesiz Müslümanlar'ın birlik (tevhid) olamamalarıydı.

Osmanlı’nın Kudüs’teki ruh inşası

Osmanlı, niçin ve neden bu kadar İsrailli bakanı korkutuyordu? Basit. Çünkü Osmanlı Devleti, Kudüs’te bir ruh inşa etmişti. Bu ruh, bugün oradaki Müslümanlar tarafından gözyaşları ve derin bir acı ile çağrılıyordu. Retorik olsun diye yazmıyorum bunları, bizzat yaşadığım için yazıyorum.

Şöyle ki Kadim Kudüs olarak da adlandırılan, 144 dönümlük, etrafı surlarla çevrili arazinin tamamı olan Mescid-i Aksa’dayım. Dilimde “Subhânellezî esrâ bi abdihî leylen minel mescidil harâmi ilâl mescidil aksallezî bâraknâ havlehu li nuriyehu min âyâtinâ, innehu huves semîul basîr.” âyet-i celilesi… Vakt-i Cuma… Medine tavrıyla okunmaya başlayan ezanı, hasretle dinliyorum… Kubbetü’s Sahra’nın güneyinde bulunan Aksa Mescidi’ne doğru yürüyorum. Cuma namazının dört rekât ilk sünneti, Cuma hutbesi, ardından iki rekât Cuma namazının farzı; Allah kabul etsin...

Cuma namazının dört rekât son sünnetine niyet ederken bir anda imama uymak icap ediyor… Cem edilen ikindi vakti mi, öğle namazının farzı mı bilmiyorum… Yalnızca imama uyuyorum… Allah kabul etsin… Öğle namazının iki rekât son sünnetinin tahiyyatındayım… Ettehıyyatü, salli ve barik dualarını okuduktan sonra Rabbena âyetlerine başlıyorum. O esnada yanı başımda bir zâtın durduğunu fark ediyorum. Adam tepemde dikiliyor… Rabbenaları uzata uzata, tekrar ede ede okuyorum… Adam gitmiyor, belli ki namazı bitirmemi bekliyor. “Ulen” diyorum içimden, “yanlış bir şey yaptık herhalde, fırçayı kayacak bize ihtiyar”... Bir yandan aklımdan geçen bu düşüncelere, “Fırçalarsa fırçalasın. Zaten Arapça bilmiyoruz, eyvallah, der geçeriz”, diyerek mukabelede bulunuyor; diğer yandan da, “Ya Rabbi şu fakirini sınayacaksan az biraz sonra sınayaydın ya, Bismillah, daha yeni adım attık şu mübarek mekâna”, diyerek Rabb’ul Âlemin ile konuşmayı da ihmal etmiyorum…

İhtiyar beklemekten yorulmadı ve bendeniz pes ettim. Kafamdaki konuşma, namazımı güme götürecek endişesiyle daha fazla tahiyyatı uzatmadım ve selam verdim. Başımı yavaşça yukarı kaldırdım. Boyuna selvi, enine kapı gibi maşallahı olan zat-ı mübarek ile göz göze geldim. Tahiyyatta amca olarak tahayyül ettiğim kişi, yaşı en az 75 olan, dinç bir ihtiyar dede idi. Keskin nazarlarıyla derin derin baktı ve “Es- selamu aleyküm” dedi. “Ve aleyküm es-selam”, diyerek karşılık verdim. Hafifçe gözlerinin içi dolan ihtiyar, heyecanla ve zayıf bir Türkçe ile sadece üç kelime söyledi: “Osmanlı, Türk, Osmanlı”. O an nefesim daralıyor ve boğazımda büyüyen “e” harfi yavaşça kendini tamamlıyordu. “Eyvallah” diyerek karşılık verince o kapı gibi ihtiyar, yavaşça dizlerinin üzerine çöktü. Başımı, yanaklarım açık kalacak şekilde kocaman ellerinin arasına alarak, evvela sağ yanağımdan, sonra da sol yanağımdan öptü. Elleri başımda, gözlerimin içine bakarken gözlerinden birer damla yaş da süzülüyordu. Tekrardan yanaklarımdan öptü… Yavaşça ayağa kalkarken hürmetle sağ elini öptüm. İhtiyar doğruldu. Yanaklarımızdan süzülen gözyaşlarının sayısı çoktan iki damlayı geçmişti artık… Kıble istikametinin tersine dönerek, dizlerim üzere gidişini izledim. Sağ elini yüzüne doğru götürerek hızla ilerledi ve Aksa mescidinden çıktı.

Yönümü tekrar kıbleye dönerek doğruldum. İki rekât şükür namazı kılmak için niyet ettim. Osmanlı’nın, bu topraklarda nasıl bir ruh inşa ettiğine, Aksa’ya ayak basar basmaz yaşadığım bu hadiseyle şahit olmanın şükrü içindi, bu namaz!

Kudüs bizi tanıyor ve bizi bekliyor

Bir akşam namazı sonrası Mescid-i Aksa’dan çıktık. Grubumuzla kadim Kudüs’ün tarih kokan dar ve kendine has mimarisiyle insanı yıllar öncesine götüren sokakları arasından geçerken bizleri dikkatle ve korkuyla izleyen Yahudiler'in kem bakışları arasında bir sokağın başına vardık. Namazdan çıktığımız andan beri gruba eşlik eden bir Kudüslü Müslüman kardeşimiz, bizlerle vedalaşmak için grubu durdurdu. Söyleyecekleri vardı bizlere. Kardeşimizi yarım ay şeklinde ortamıza alıp dinlemeye koyulduk. Yarım bir Türkçe ile konuşuyordu... Gözleri, dilinden daha çok şey anlatıyordu. Damla damla yaşarıp, yanağından süzülürken yaşlar şunları söyledi:

Kardeşlerim, buralar, bu yapılar, bu topraklar, bu Kudüs, sizi özlüyor. Sizi istiyor. Çünkü biz buralarda doğsak da yaşasak da aslında buranın kiracılarıyız. Buranın sahipleriyse sizlersiniz. Evet, buranın emanetçisi, sahibi; sizlersiniz. Bizler değiliz. Şu duvarlar, şu pencereler, şu taşlar, sizin ecdadınızın el emeği, göz nuru. Bunlar, onların eserleri. Bu topraklar, sizin ecdadınız ile güldü, huzur buldu. Sizin ecdadınız ile Kudüs’ün kanı durdu. Siz gittiğinizden beri Kudüs kan ağlıyor ve huzursuz! Bakın şu taşlara, bir dönüp bakın. Bu taşların bir dili yok ama onlar konuşuyor. Ben şimdi şu elimi, şu avucumu bu taşlara koysam, bu taşlar bu eli tanımaz. Ama siz koysanız, bu taşlar, sizin ellerinizi tanır. Çünkü onlar, sizin atalarınızın elleriyle hayat buldu. Buralara kondu. Lütfen, buraları siz, sizsiz bırakmayın. Buraları, kimsesiz bırakmayın. Bu taşlar. Bu şehir. Sizin döneceğiniz günü bekliyor.”

Söz bittiğinde, biz de bitmiştik.

Sahi, kimdik biz?

Biz; Mescid-i Aksâ içerisindeki en büyük kuyu olan Sultan Kayıtbay Sebili’ni yapan, mimari ihtişamıyla herkesi hayran bırakan Kubbet’üs Sahra Mescidi’nin çinilerini döşeyen, her şeyden öte beşeri münasebetler üzerinden yıllar boyunca Kudüs’te bir ruh inşa eden, Kıyamet Kilisesi’nin anahtarını elinde tutarak farklı Hristiyan grupların adaletle ibadetlerini yapmalarını temin eden, Kıyamet Kilisesi’nin kırılan camı sonrası birbirine giren Hristiyanlar'ın sorununu Fahri Kâinat’ın öğretisi ile tereyağından kıl çeker gibi çözen ve yıllar boyunca Kudüs’ün huzur ve barış içinde yaşamasını sağlayanlardık.

Biz, bunlar idik.

Peki, bugün kimleriz?

Bugün, ceddimizin maddi ve manevi emanetine sahip çıkamayanlarız!

Kudüs’e bin mil uzakta ve kulak kesildiğimiz dünyadan başkasına sağır olanlarız.

Mescid-i Aksâ’nın Hristiyanlar'ın elinde olduğu bir dönemde Meymune Validemiz'in Efendimiz’e (sav) “Biz de gitseydik ya Resulûllah” dediğinde, Fahr-i Kâinat’ın “Çok mu istiyorsun? O zaman Mescid-i Aksâ’nın aydınlatılması için yağ gönder.” buyurduğunu unutanlarız.

Kudüs gündemimiz değil yaramız olmaya başladığı zaman, Kudüs’ün kurtuluşu için gerekli imkân ve fırsatları bulacağız.

Biz, (Müslümanlar) bir (tevhid) olmadıkça buğz etmekten ve retorik üretmekten de öteye geçemeyeceğiz!

Metin Erol

YORUM EKLE

banner36