Bugün, kime sorsanız hakkında bir şeyler söyleyeceği bir dönemin adıdır Lâle Devri. Ve devrin padişahı III. Ahmed’i unutturacak kadar meşhurdur; Nevşehirli Damat İbrahim Paşa. Kitaplarda hep olumsuz olarak anlatılan bu devir sadece ismini değil, ömrünü de lâleden almış olmalı ki on iki yıl gibi (1718-1730) kısa bir süre devam etmiştir.

Lâle Devri gerçekten anlatıldığı gibi çok mu başarısız ve kötü idi? Bu soruya tarihçiler cevap versinler ama benim bildiğim bir şey var. Tarihte hiçbir devir veya kişi mutlak iyi veya kötü değildir. İyi tarafları da vardır, kötü tarafları da.

Lâle Devri deyince akla başta israf ve eğlencede aşırılık olmak üzere hep olumsuzluklar gelir. Gerçekten herkesi rahatsız edecek derecededir müsriflik ve eğlenceler. Ama bunların yanı sıra bu dönemde Damat İbrahim Paşa’nın gayretiyle başta Kâğıthane olmak üzere tüm İstanbul’da bir imar ve kültür faaliyeti seferberliği başlar. Şehir; havuzlu bahçeler, çeşmeler, kütüphaneler, eğlence ve gezinti yerleriyle adeta bir gelin gibi süslenir. Devirle birlikte anılan ve ismi bizzat Sadrazam tarafından konan Sadabâd bu dönemde (1722) inşa edilir. Derenin iki tarafına köşkler inşa edilir, çiçekler ekilir, ağaçlar dikilir, mesire yerleri yapılır. Burada tertip edilen eğlencelerde devleti yönetenler; devrin önemli şairlerini, mûsikişinaslarını, rakkaselerini, işret ve zevk ehlini bir araya getiren meclislere ev sahipliği yaparlar. Baharla başlayan eğlenceler, geceleri helva sohbetleri ve çerağ eğlenceleriyle sabahlara kadar devam eder.

Bu eğlenceleri en güzel tarif edenlerin başında da Nedim gelir:

Bir safâ bahşedelim gel şu dil-i nâşâda
Gidelim serv-i revânım yürü Sa'd-âbâd'a

(Ey servi boylum, şu kederli gönlümüzü neşelendirmek için Sadabad’a gidelim.)

Halk da unutulmaz tabii. Eğlencelerden İstanbulluların da yararlanabilmesi için çadırlar kurulur, sofralar açılır.

Öte yandan devrin ileri gelenleri giyim-kuşamda da israf yarışına girerler. Portre çizdirmek moda olur. Divanlar yerini koltuklara ve masalara bırakmaya başlar. Kaftanlar çıkarılıp pantolon ve ceket giyilmeye başlanır. Kısaca söyleyecek olursak toplumun bir kesiminde yaşam tarzı da değişmeye başlar.

İyi şeyler de oldu

Bu devirde sadece mimaride ve eğlence hayatında değil kültür ve sanat faaliyetleri bakımından da çok önemli gelişmeler oldu. İbrahim Müteferrika (ö. 1747) matbaayı bu devirde kurdu ve Türkçe ilk kitap bu devirde basıldı. Arapça ve Farsçadan çeviriler yapmak üzere bir tercüme heyeti oluşturuldu ve dinî, tarihî eserlerin yanında felsefe ve astronomi ile ilgili eserler de çevrildi. Şiir ve musiki en özgün örneklerini verdi.

İsraf ve lüks alışkanlığı dışında ülkeye nefes aldıran bu devri bitiren Patrona Halil İsyanı oldu ve devrin sembolü olan Sadabâd yerle bir edildi. İsrafta ve eğlencede aşırılığa kaçılması halkın tepkisini çekmeye başlayınca yavaş yavaş isyana giden yolların önü açıldı. Hasan Âli Yücel’in ifadesiyle söyleyecek olursak “Karlofça’dan sonra ülkenin üzerine kâbus gibi çöken karanlık devri, bir lâlenin ömrü kadar kısa ‘fecr-i kâzip’ gibi aydınlattı.”

Lâle: Türklerin kutsal çiçeği

Biz Türkler lâleyi ata topraklarından beri tanırız. Ural, Altay ve Tanrı Dağları’nın eteklerinde, Seyhun ve Ceyhun Irmaklarının kıyılarında, bozkırda, taşlık yerlerde, sahralarda, tarla ve bahçelerin kenarlarında yetişen yabani bir çiçek olan lâleyi biz daha çok gelincik olarak biliriz. Gelincik tarladaki hâli olarak kalırken ıslah edilen cinslerine renginden dolayı Farsça; kırmızı anlamındaki lâl kelimesinden lâleyi üretmişiz. Her ne kadar kırmızı anlamında olsa da lâlenin beyaz, mavi, siyah renkleri de vardır ve özellikle siyah renkli olanı çok değerlidir.

Lâle; şekâyık yani düğün çiçeğigiller familyasından. Şekâyıklar çeşitli renkte güzel çiçekler açan, her çeşit toprak ve şartta yetişen, süs bitkisi olarak yetiştirilen otsu veya odunsu bir bitki şeklinde tarif ediliyor sözlüklerde. Lâlenin bir adı da Şakayık-ı Numan. Hîre’deki Lahmî hânedanının son hükümdarı Nu‘mân b. Münzir bu çiçeği çok sevdiği için ona Numan’ın şekâyıkı anlamında şekâyık-ı Numaniye ad verilmiş. Taşköprülüzâde’nin Osmanlı ulemasını anlattığı eserinin adı da Şekâyık-ı Numaniyye’dir. Ama oradaki Numan, İmam-ı Azam’dan geliyor. Hanefi ulemasının her birini bir gelinciğe benzettiği için eserine bu ismi vermiş Taşköprülüzâde.

Şiirleri de süsler

Türklerin, Türkistan’dan Anadolu’ya gelirken yanlarında getirdikleri, dağlarda, ovalarda yetişen bu narin ve nazlı çiçek Anadolu’da adeta evcilleştirilir, bir başka çiçeğe dönüşür. Bugün hâlâ Türkistan stepleri lâlelerle doludur ama Emirgân’dakiler gibi değil. Çünkü atalarımız bu topraklarda sadece konuşmalarını, kıyafetlerini, evlerini değiştirmediler, çiçekleri de değiştirdiler.

İlk başlarda lâleyi bir yabani olarak görür şairlerimiz. Dağ eteklerinde, dere kenarlarında, kırda bayırda kısaca şehrin dışında yetiştiği için “garip” ve “yabani” olarak tanımlarlar. Ortasındaki siyahlığın ve kokusunun miske benzetilmesinden dolayı tevriyeli olarak miskin de denilir. Necâtî Bey’in;

Taşradan geldi çemen mülküne bîgâne diyü
Devr-i gül sohbetine lâleyi iletmediler…

beytinde onun bu garipliği, yabanlığı ve miskinliği ifade edilir. Ama hep yabani kalacak değildi tabi.

Lâleyi ilk ıslah edenin Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi olduğu ve ona Nûr-ı Adn yani “Cennetin Nuru” adını verdiği yazılıdır kaynaklarda. Ebüssuûd Efendi ile başlayan tohum ıslahları sonucu 2000 civarında lâle cinsi üretilir. Lâle devrinde isimleri kayda geçen lâle çeşidi ise 250’ye yakın. Lâle öyle bir tutkuya dönüşür ki bu lâlelerin kimler tarafından ıslah edildiği ve özellikleri hakkında bilgi veren birçok eser yazılır, güzel bir cins elde edene ödüller verilir.

Göğsü yanık çiçek

Lâlenin iki özelliği vardır: Çok çabuk solması ve suya fazla ihtiyaç duyması. O yüzden yağmurların bol olduğu nisanda açmaya başlar ve yağmurların kesilmesi ile de yaprakları dökülür. Açtığı zaman da uçsuz bucaksız stepleri o kadar kızıllaştırır ki adeta kan gölüne döndürür.

Mitolojiye göre üzerinde çiğ tanesi olan bir yaprağa yıldırım düşer. Çiğ tanesi ve yaprak yanınca da lâle ortaya çıkar. Yeşil olan yaprak yanmaktan dolayı kızarır, çiğ tanesi de kararır. Ortası kara, kadehi kırmızı yaban çiçeği o tarihten itibaren güzelliğiyle şairlerin dikkatini çekmeyi başarır.

Lâle, biz Türklerin hayatına öyle girmiş ki doğan bir çocuğun beşiğinin kenarlarına da öldükten sonra başucuna dikilen mezar taşına da onu nakşediyoruz asırlardır. Çinilerde, kumaşlarda, yazma eserlerin ciltlerinde ve tezhiplerinde, mezar taşlarında, mimari eserlerde ve tezyinatında bir süsleme unsuru olarak her alanda kendini göstermiş lâle ve biz onu hiç unutmamışız.

Aşıklar kendisini lâleye benzetmiş

İçinde lâle geçen beyitleri, dizeleri bir araya getirsek kocaman bir kitap olur. Şiirde lâle dediğimiz çiçek gelincikten başkası değil. Şairlerimiz lâleyi nelere benzetmemişler ki!

Anadolu’da lâleyi şiirlerinde ilk kullanan Hz. Mevlana olmuş:

Lâlenin yanakları yalım yalım
Nergisin gözünden kaçıp gizlenmede.

Türkçe şiirde ise XIV. yüzyılda Ahmedî’nin, “Cemşîd ü Hurşîd” mesnevisinde görürüz lâleyi. Şeyhî, Necâtî, Ahmed Paşa ve Bâkî şiirlerinde hep bir şeylere benzetir lâleyi. Ama hiçbiri Nedim kadar üzerinde durmaz. Arif Sami Toker tarafından bestelenen şu şarkısı mesela:

Erişti nev-bahar eyyâmı, açıldı gül-i gülşen
Çerâğan vakti geldi, lâle-zârın dîdesi rûşen
Çemenler döndü, rûy-i yâre reng-i lâle vü gülden
Çerâğan vakti geldi, lâlezârın dîdesi rûşen

Açıldı, dilberin ruhsârı gibi lâleler, güller
Yakıştı, zülf-i hûban-veş zemîne saçlı sünbüller
Nevâsâz olmada bin şevk ile âşüfte bülbüller
Çerâğan vakti geldi, lâlezârın dîdesi rûşen

Veya “Lâle faslı ıyd hengâmı bahâr eyyamıdır” nakaratlı şarkısı ve birçok gazeliyle lâleleri hâlâ bizlere çok ayrıntılı bir şekilde anlatır Nedim. Kim bilir belki de Lâle Devri şairi olduğu içindir.

Ebced değeri 66

Lâle kelimesi ile Lafzatullah’ın harfleri aynıdır. Lam ile elifi yer değiştirirseniz Allah lafzı okunur. Dolayısıyla her ikisinin de ebced değeri altmış altıdır. Refî-i Kalâyî’nin, Rumeli Kazaskeri Şemseddin Efendi’ye yazdığı kasidesinde;

Subhdem dönse n’ola mihr-i Cemâle lâle
Oldu, mazhar aded-i ism-i Celâle lâle

(Celâl ismi ile aynı harflere sahip olan lâlenin sabah vakti güzellik güneşine dönmesinde şaşılacak ne var?)

beytiyle bu durumu çok güzel açıklar. İzzet Ali Paşa da bu durumu;

Mazhar-ı ism-i Celâl olmasa Hakkā lâle
Bulamazdı bu kadar rütbe-i vâlâ lâle

“Lâle Celâl isminin mazharı olmasa bu kadar çok sevilip kıymet bulmazdı.”

beytiyle dile getirmektedir.

Lâle kelimesi tersinden okununca ise hilâl kelimesi ortaya çıkar. Mezar taşlarına lâle motifinin işlenmesi de bu benzerlikle ilgili olmalıdır. Lâle motifi ile hem Lafzatullah hem de hilâl yazılmış oluyor. Hilâlin bayrağımızda olması ile vatanı da sembolize etmiş olur ve din ve vatan uğruna yaşanan bir hayatı ifade eder.

Gelin şimdi de Yahya Kemal’in Rindlerin Akşamı şiirinin son beytini göz atalım;

Ya şevk içinde harab ol ya aşk içinde gönül
Ya lâle açmalıdır, göğsümüzde yahud gül!

Yahya Kemal sizce bu beyitte lâle ve gül ile neyi kastediyor? Bu beyti nasıl yorumlamalıyız? Öldükten sonra mezarımızda iyi bir hayat sürdüğümüze işaret ettiğine inanılan gül ve lâlenin açmasını mı yoksa gül ile Hz. Muhammed’i, (sas) lâle ile Allah’ı mı kastettiğini düşünmeliyiz?

Aşk ve şevk içinde harap olan bir gönülde Allah ve onun sevgili peygamberi açmaz da ne açar?

İsmail Güleç, “Bir devre adını veren çiçek: Lâle”, Makas dergisi, Haziran-Temmuz 2019, sayı 8.