Pek çok kişi; sevdiği şair-yazarla tanışmaktan kaçınır, tanıştığı takdirde o sanatkarın kendi zihnindeki mistifize edilmiş imajının yıkılacağını düşünür ve kalbinin davetini susturup aklının çağrısına uyarak doyasıya korktuğu bu muhtemel yıkımı hazırlayacak her türlü atılımdan uzak durur. Çünkü bilinçaltı ona, idealize ederek bir nevi yarı-tanrısal sıfatlar yüklediği sanatkarın aslında kendisi gibi –karakteristik unsurları bırakıp biyolojik anlamda söylüyorum- sıradan bir insan olduğunu fısıldar ve o da, kitaplarını okuyarak kişiliğini/hayat anlayışını kazandığı kimselerin bu “sıradanlık”larını görmek istemez; insan oluşu, bu karşılaşmanın göstereceklerini kaldırabilecek şeffaflığa sahip değildir.
Yazar da bir insandır ama...
Doğrusu, iletişimin hemen her türlü sınırı yıkarak kendi sınırsız saltanatını kurduğu günümüzde söz konusu algılayışın devam etmesi çok ilginç; he, bu algılayış belki kimilerinde benim irdelediğim denli derinlikli bir psikolojiye dayanmıyordur, belki kimilerinde yapay bir romantizmin neticesidir, ama şu kesin ki, her şeye rağmen yazı ve yazı adamları insanlar nezdindeki kadim büyüsünü korumaya devam ediyor. Buradan “tanışma”ya hayati bir değer yüklediğim düşünülebilir ki öyle de düşünülmesini isterim; çünkü en azından kendi deneyimlerim ışığında söylemeliyim ki, tanışmaların hele de gençler üzerindeki getirileri başka hiçbir insani etkinliğin sağlayamayacağı derecede büyük. Zira edebiyat-içi tanışmalar; genç kalemlerin dünyalarını genişletecek/değiştirecek, sadece edebiyat değil hayatın hemen her alanında olgunlaşmalarına vesile olacak, yaşıtlarına göre yaşı daha büyük işler yapmalarını ve yaşlandıklarında da genç ve dinç kalmayı başarabilmelerini sağlayacaktır.
Sezai Karakoç’la tanışmak istedim
Ben, edebiyat adamlarıyla –ruh akrabalığı kurduğum ve aşağıda isimlerini de zikredeceğim birkaç kalemle- tanışmayı her zaman önemsedim, önemsemekten ziyade de sevdim. Spontane gerçekleşen ya da planlı kurulan muhtelif ortamlarda onlarla tanışacağım vakit, ötelerden beri tanışık olduğum ama uzun zaman ayrı kaldığım bir dostumla yeniden birlikte olacakmışım, duygusunu yaşadım. Tanışmak ya da daha doğrusu kavuşmak arzusunun hayatımdaki yeri o denli genişti ki daha 15 yaşında Sezai Karakoç hakkında yazdığım denemeye, “Hayatımda tanışmak istediğim şairlerin başında gelir, Sezai Karakoç” gibi bir cümleyle başlamıştım. Tevafuka bakın ki kısa bir süre sonra başka bir şairle, belki de yaşım gereği sayısız iniş çıkışlar yaşayan ve bir türlü yerinde duramayan haylaz zihnime bir baba tokadı savurarak Müslümanlığı omurgama yerleştiren, babalık kavramının kimyası gereği kapsadığı ustalığıyla iştahımı terbiye edip tutkularımı özgürlüklerine kavuşturan, varlığıyla şiire bağlanışımda ikinci dayanak noktam olan, şiirin dışındaki hayatı gösterip benimle birlikte şiirime de hayat veren Zafer Acar’la karşılaştım/tanıştım.
Kronolojik olarak tanıştığım ikinci şairse Sezai Karakoç oldu. Sezai Karakoç’la tanıştığımda, hayatımın en büyük boşluklarından birini doldurduğumu hissetmiş, Üstadın sohbeti kadar sessizliğinin de üzerimde bir musiki tesiri bıraktığını, pek az sesin bu sessizlik kadar maverai olabileceğini düşünmüştüm. Kamil Eşfak Berki, kendisine bu detayı aktardığımda, bana Sezai Karakoç’un “İnci Dakikaları”nda geçen “Senin odan gün ışığı en güzel müzik bana” mısraını hatırlatmıştı. Oldukça şaşırtıcı; kendi odasında yaşadığım duyguları tanrı vergisi bir hissedişle yıllar öncesinden dile getirmişti Üstat. Diğer “Diriliş” şairleriyle; Kamil Eşfak Berki, Ebubekir Eroğlu, Ömer Erdem ve Cevdet Karal’la tanıştığımda da benzeri –belki Sezai Karakoç’un ruhaniyetinin de etkisiyle- duygulanımları yaşamış; incelik, nezaket, ağırbaşlılık, sempati ve saygınlığın eşsiz örneklerine şahit olmuştum.
Yazarlarla tanışmak mühim
Evet, sevip takip ettiğimiz şair-yazarlarla tanışmalıyız; bir kalem olmanın mücadelesini veriyorsak aynı çabanın işçileriyle birlikte çalışmak, yazı dünyasının kutuplarına seyahat etmek için, değilsek de geleceğe ve etrafımıza onlardan esintiler taşımak için... Ama, bizi onlarla tanışmaya iten, sahip oldukları saygınlık ve bilinirlik değil, eserlerinden aldığımız lezzet olmalı. Yani onlarla tanışmayı kendi aklımızca çevremizde minimal bir prestij kazanmak için değil, onlardaki derin insani duyuşlara tanık olmak için arzulamalıyız.
Ya tanışmasalardı...
Israr ediyorum: İnsanları yaratan ve tarihleri yazan tanışmalardır. Necip Fazıl, Abdülhakim Arvasi’yle; Sezai Karakoç, Necip Fazıl’la; Rasim Özdenören ya da Cahit Zarifoğlu Sezai Karakoç’la tanışmamış olsa bugün övgüyle andığımız Müslüman sanat çizgisi belki bu kuvvette meydana gelmiş olmayacak, tarih bu tanışmaların değil başka tanışmaların tarihi olacaktı.
Tanışmayı şu yüzden de önemsiyorum: Bir şahsiyetle tanışmak, tam anlamıyla kendimizle tanışmamıza da vesile olabilir. Kendisiyle tanışmamış olanlar, henüz doğru insanlarla da tanışmamış olanlardır. Yukarıda zikrettiğim isimler, o isimlerle tanıştıklarında kendileriyle de tanışmışlardı aslında.
Aykut Nasip Kelebek yazdı