Taha Kılınç’ın öyküsü bir imam- hatip serüveni, devamında ilahiyat fakültesi ve sonrasında ilerleyen gazetecilik süreciyle devam ediyor. Özellikle ilahiyattan gazeteciliğe geçişin nasıl gerçekleştiğini merak ediyorum.
1997 yılının mayıs ayıydı. Kartal Anadolu İmam-Hatip Lisesi ikinci sınıftaydık. Tam yaz tatiline gitmek üzereyken, edebiyat hocamız Zeki Gezer Bey sınıfa hitaben bir soru sordu: “Arkadaşlar, içinizde Kur’an’ı Türkçe mealiyle başından sonuna kadar okuyan var mı?” Sınıfa dönüp baktığımda, kendim de dâhil olmak üzere, bu soruya kimsenin cevap veremediğini gördüm. O an, hayatımın en ciddi şoklarından birini yaşadım. Türkiye’nin en önemli okullarından birinden mezun olmak üzereydik ve Kur’an’ın yüzüne açıp bakmamıştık. Üstelik şimdiye kadar hiçbir meslek dersi hocamız bize bu yönde bir telkinde de bulunmamıştı.
O yaz ilk defa Kur’an- ı Kerim’i baştan sona okudum, notlar aldım, ajanda tutar gibi baştan sona, A’dan Z’ye madde madde yazdım. Sureleri okudukça ilgili maddelerin altına ilgili ayetleri kaydettim. Bir aylık okumanın sonucunda elimde bir Kur’an-ı Kerim fihristi oluşmuş oldu. O yaz ilahiyata gitmeye karar verdim kendi kendime. “İlahiyata gittikten sonra akademisyen olacağım, hatta alanım da tefsir olacak ve tefsir profesörü olacağım” bile dedim.
Tabi o dönem bir şeyler konuşuluyordu, ama imam- hatipler kapatılmış değildi, resmi adım henüz atılmamıştı. Sonrasında biz lise 3’teyken imam- hatiplerin önü resmen kapatılmış oldu ve bizim sadece ilahiyat fakültesine gidebileceğimiz ortaya çıktı. Hâlbuki ben bu kararı daha öncesinde zaten vermiştim.
1999’da girdiğimiz üniversite sınavında, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni kazandım. İstanbul’a, Beyazıt tarafına okumaya geldiğimde bir taraftan kültürel olarak zengin bir muhitin içine de girmiş olduk: Vefa ve çevresi, Fatih-Beyazıt çevresi, vakıflar, dernekler… İlahiyat fakültesinde ise umduğumu bulamadım maalesef. Okula başlamadan önce, eski ulemanın heybetini taşıyan, vukuf sahibi ilim adamlarından müteşekkil bir ders ortamına gireceğimi hayal ederken, hava bambaşkaydı. Az sayıda istisna ise, genel gidişatı değiştirmeye yetmiyordu.
Üniversitede okurken, maddî sıkıntı ve kaygıların etkisiyle, bulabildiğim ufak-tefek işlerde harçlığımı çıkarmaya çalıştım. Burs bulma konusunda bazı arkadaşlarım kadar şanslı ve girişken değildim.
Brezilya Dizilerindeki Karakterleri Roman Kahramanı Yapardım
Bu sırada üniversitedesiniz?
Evet, üniversite sırasında. Derken birinci sınıfın baharında, liseden sınıf arkadaşım olan Suat Belviranlı’nın babası Ömer Ziya Belviranlı’nın yanında çalışmaya başladım. Ziya Amca, sahibi olduğu Marifet Yayınları’nın Cağaloğlu’ndaki bürosunda beni istihdam ederek, hayatımın gidişatını da büyük oranda belirlemiş oldu. Her şey nasip tabii ki. Okuldan vakit buldukça gittiğim yayınevi ortamı, beni İslâmi camiadaki birçok önemli isimle tanıştırdı: Yazarlar, şairler, yönetmenler, senaristler, gazeteciler, yayıncılar… Cağaloğlu’nun o eski şaşaalı dönemleri artık geride kalmış olsa da, matbuatın tam göbeğinde geçirdiğim o yıllar zihnimi şekillendirdi, gelecek tasavvurumu yönlendirdi. Marifet Yayınları’nın Sultanahmet Kitap Fuarı’ndaki standını bile bekledim birkaç ramazan. O işin de bana kattığı tecrübe çok kıymetli oldu.
Açıkçası, eskiden beri yazma eylemiyle yakından ilgiliydim. İlkokulda, okuma-yazmayı öğrenir öğrenmez, kendi çapımda “roman” yazmaya başladım. TRT’de oynayan Brezilya dizilerinden aşırdığım isimleri, önüme açtığım atlasta karşıma çıkan uzak ülke ve şehirlere yerleştirir, kurduğum senaryonun şahıs ve mekânlarını böylece oluştururdum. O dönemde sıhhi tesisat projeleri çizen babamın rulo halindeki çizim kâğıtlarının arkasına, kurşun kalemle “roman” yazardım ilkokulda. Küçüklüğümden beri en büyük hayalim, bir kitabımın çıkmasıydı. Bizim sülalede profesyonel anlamda kitapla-matbuatla uğraşan olmadığından, kendim yol almalıydım. Özellikle baba tarafım hep mühendis ve sayısalcı.
İlahiyatta okumaya devam ederken yayın dünyasının tozunu almak, beni ilahiyata ve akademiye karşı soğutmuştu. Tek sebep bu olmasa da, ilmi edinmenin ve yaymanın tek yolunun ilahiyat sıraları olmadığını anlamıştım kısa sürede. “En azından iyi bir Arapça öğrenseydim” diye düşünüyordum, ama o da mümkün değildi maalesef. Hocalarımızın çoğunun Arapça’yla adeta hiç münasebeti yoktu. Olanlar da kurala-kaideye boğulmuştu. Güncele, bugüne ve bize bir türlü gelemiyorduk.
“Arapçayı rahat konuşur hale gelmem lazım, ama nasıl?” sorusuna cevap ararken, üniversitenin ikinci sınıfını bitirdiğim yaz, kendimi Suriye’nin başkenti Şam’da buldum. Arapça konusunda eşiği aştığım, ilk kez yurtdışına çıktığım, ilk kez bir Arap ülkesinde yaşadığım bu zaman dilimi, zihnimde bir pencerenin daha açılmasını sağladı. İslâm dünyasının diğer halklarıyla tanışmak, coğrafyayı sınırsızca gezmek, gördüklerimi yazmak, derinlemesine tarih okumalarına başlamak… İçimde bu duyguların ve hedeflerin uyanması, o seyahat sayesinde olmuştur.
Suriye’de Eski Usulle Güzel Okumalarımız Oldu
Suriye’ye gidişinize Arapça eğitiminin yetersizliği mi sebep oldu?
![]() |
Tabi tabi. Her dili, konuşulduğu doğal ortamında öğrenmek gerekir. 2001 yazında, cebimde sadece 300 dolarla Suriye’ye gitmiştim ve o para yaklaşık 4 ay boyunca rahatlıkla yetmişti. Şam’da hayat öylesine ucuzdu ki, bu bütçeye Suriye içindeki gezintilerimiz de dâhildi. O dönemde, Arapça okumak veya medrese tahsili yapmak isteyen gençlerin birinci adresi Suriye’ydi. Ekonomik anlamda uygunluğunun yanı sıra Suriye Arapçası’ndaki duruluk, eski usul medrese derslerini takip imkânı, Said Ramazan el Bûtî ve Vehbe Zuhaylî başta olmak üzere önemli âlimlerden ders okuma fırsatı gibi nedenler de Suriye tercihinde etkiliydi.
Hamd olsun, çok verimli ve keyifli bir yazdı. Bûtî ve Zuhaylî dışında Râtib en-Nâbulsî de derslerine gittiğimiz bir isimdi. Hepsinden de ayrı ayrı istifade ettik. Hafta için gündüzleri de, Hamidiye Çarşısı’nın sonundaki Kalpakçiyye Medresesi’nde yoğun bir ders programımız vardı. Şam Üniversitesi’nden hocalarla, eski usul üzere güzel okumalarımız oldu.
Suriye’ye gitmeden önce, İslâm dünyasına ilgim duygusal birtakım sloganlardan ibaretti. Afgan Cihadı, Müslüman Kardeşler, Seyyid Kutub, Hasan el Benna gibi bazı olay ve kişiler de zihnimde birbirinden kopuk şekilde uçuşuyordu. Hadiseler arasında süreklik ve sebep-sonuç bağlantısı kurmayı bilmediğim gibi, uzun soluklu okumalarım da yoktu. Suriye’de yaşamak, bölgenin bu çok önemli ülkesini içeriden gözlemleyip değerlendirme imkânı da sundu bana. Toplumun değişime hazır olup olmadığı, bu değişimin nasıl ve ne şekilde olması gerektiğiyle ilgili, zihnimde net bir harita oluşmaya başladı.
İlahiyatı bitirince ne yaptınız?
İlahiyatı bitirdikten sonra, her Türk genci gibi, biraz askerliği ötelemek, biraz da iş konusunda ilerleme kaydetmek için yüksek lisansa başvurdum. Yüksek lisansı, tefsir alanında kazandım ve kaydoldum. 2003’ün sonbaharıydı. Bu sırada maddî ihtiyaçlarım sürüyordu. Kaldığım yurdun aylık taksitlerini ödeyemiyordum.
2003’ün kasım ayında, benim yazdığım bir yazının kendilerine ulaşması gibi bir tevafuk sonucu onların beni davet etmesiyle Altınoluk dergisinde stajyer olarak işe başladım. 2003’ten 2006’ya kadar Altınoluk çatısı altında çalıştım. Orada Söz Ola isimli bir dergi vardı, onun editörlük işlerine baktım. Bize verilen vazifeleri toparlamaya çalıştık. Bir stajyer ne yaparsa, o şekilde…
2006’dan 2009’a kadar, yakın bir dostumun davetiyle, Hadımköy Belediyesi’nde, o zaman beldeydi, basın danışmanı olarak çalıştım. İhtiyaç duyulduğunda başkanın konuşma metinlerinin yazılmasının dışında, belediyenin aylık faaliyetlerinin anlatıldığı dergiyi de tek başıma çıkarıyordum.
Derginin her şeyini siz mi yapıyordunuz?
Evet. 36 sayfalık dergide yer alan bütün yazıları ben yazıyordum. Dizgi ve baskıya hazırlığı da kendim hallediyor, matbaaya yolluyordum. Fen işleri müdürlüğünden o ay yapılan işlerle ilgili verileri alıp yazıya döküyor, ilerleyen sayfalarda kitap tanıtımı yapıyor, fotoğraf altlarına kadar ben dolduruyordum. İlginç ve keyifli bir işti.
Yoğun geçiyordu o zaman?
Belli dönemler, evet. Özellikle belediyelerin nasıl çalıştığını, bizim cenahta bazı işlerin nasıl yürüdüğünü o zaman gördüm.
2003-2009 arasında iki ayrı işte çalıştığım o dönemde, 5 kitabım yayımlandı: Şam Kitabı (2005), Çocuk Ansiklopedisi (2006), Eski İstanbul Fotoğrafları (2006), Ali Emiri’nin İzinde (2009) ve 365 Günde Peygamberimin Arkadaşları (2009).
Şam Kitabı’nda Suriye’ye çeşitli tarihlerde yaptığım seyahatlerden izlenimlerimi aktardım. Sevgili Asım Gültekin Ağabeyin tavassutuyla hazırlanmış bir kitaptı o. Şimdi çoktan kapanmış bulunan Fide Yayınları’na “Taha kitap hazırlamış” deyip beni harekete geçmeye sevk etmesi, kitabın da çıkış noktasıydı. Çocuk Ansiklopedisi, o dönemde herhangi bir bağlantımın bulunmadığı Yeni Şafak gazetesi için, bir ajans vasıtasıyla hazırladığım bir tatil kitabıydı. Eski İstanbul Fotoğrafları’nda İlim Yayma Vakfı Vefa Yurdu özelinde Süleymaniye semtinin tarihine yoğunlaştım. Ali Emiri’nin İzinde, Millet Kütüphanesi emekli müdürü merhum Mehmet Serhan Tayşi’nin hatıratıydı. 365 Günde Peygamberimin Arkadaşları ise, sahabenin hayat hikâyelerini çocuklar için uyarladığım bir kitaptı.
Sonraki yıllarda Söylemesem Olmazdı (2010), Ortadoğu’dan Notlar (2011), Kırmadan İncitmeden (2017) ve Kudüs Yazıları (2018) yayımlandı. Allah nasip ederse, gittiğim çeşitli ülkelerden izlenimlerimi anlattığım 10’uncu kitabım Seyrüsefer, ramazan başlangıcında çıkmış olacak.
Şam Kitabı, 2001’de gittiğiniz Suriye’den sonra yoğunlaşan okumalarınızın da etkisiyle çıktı diyebilir miyiz?
Kısmen. Şam Kitabı oradaki izlenimler aslında daha çok. Onun üzerine coğrafyayla ilgili başka okumalar da ekleniyor.
Kitaplar arka arkaya çıkınca, yayınevlerinden çeşitli teklifler de gelmeye başladı bu arada. Bunlardan bazıları, ciddi para kazandıracak işlerdi. Ama “ne gelirse yazar” olma noktasına sürüklenmek istemedim. Yazmaktan çok okumaya ve seyahate odaklanmaya çalıştım uzunca bir süre. Suriye’den sonra ikinci büyük seyahatim Yemen’e oldu.
Seyahatleriniz bireysel miydi?
Yemen’e İHH ile gitmiştik. Ama geziler kafile hâlinde geziler gibi olmuyordu. Gittikten sonra, yapmamız gereken yardım çalışmalarını yapıp bir süre daha kalarak bütün ülkeyi gezmiştik ve o açıdan çok güzel olmuştu. Oradan da döndükten sonra, Yemen’de de ortalık karıştı. O şekilde gezmek şu an maalesef mümkün değil.
2009’da bir burs denk geldi, hamdolsun. O bursla İngilizcemi geliştirip akademik kariyer yapma imkânı hâsıl oldu. Bu sürede evlendim. Planımız, ailecek ABD’ye gidip orada bir süre yaşamaktı, ama eşime Amerikan Konsolosluğu vize vermedi. Dolayısıyla Amerika’ya yalnız gitmek zorunda kaldım. Büyük kızım Meryem, ben New York’tayken İstanbul’da dünyaya geldi. Sıkı bir çalışmanın ardından TOEFL’ı verdikten sonra, Türkiye’ye gelip, o zaman 2,5 aylık olan Meryem’i göreyim istedim.
Kızınızı ilk, 2,5 aylıkken gördünüz yani?
Aynen öyle. Doğumda bulunamadım. O gelişimde tekrar vizeye başvurduk eşim için, bu sefer de çıkmadı vize. Tam ne yapacağımızı istişare ederken, bir Arap gazeteci vasıtasıyla El Cezire’de staj imkânı doğdu. 2010’un sonunda, tam Arap Baharı’nın başlamasından birkaç gün önce ailecek Katar’ın başkenti Doha’ya gittik. Yaklaşık 2,5 aylık staj süresince orada kaldık.
Ben kanalda staj yaparken, Tunus’tan başlayarak Arap Baharı patlak verdi. Arap Baharı’nı El Cezire televizyonunun koridorlarından ve kulislerinden izlemek, çok çarpıcı bir tecrübeydi. Stajım sona erip de Türkiye’ye döndüğümde, Arap Baharı da en hızlı evresine girmiş bulunuyordu. Medyada Arapça bilen ve bölgeye aşinalığı bulunan gazeteci ihtiyacı baş gösterince, Sabah gazetesine dış haberler editörü olarak davet edildim. 2,5 yıllık editörlüğün ardından, 7 Şubat 2013 itibariyle dış haberler müdürlüğüne getirildim. 2016 ağustosunda da Sabah gazetesinden ayrılarak Yeni Şafak gazetesinde yazmaya başladım.
İlahiyat sıralarından basın-yayın sektörüne geçişimin hikâyesi kısaca bu şekilde.
Önüme Bir Kapı Çıkarsa Zorlamam, Parmağımla Hafifçe İterim, Açılıyorsa Girerim
Gençler, ‘hayata başlamanın eşiğinde olanlar’ diyelim ya da, kendilerine hedefler koyuyorlar. Geleceğe dair yapılacakların listesi gibi durumlar söz konusu olabiliyor. Sizin hayatınızda böyle bir şey var mıydı?
Hedeflediğim ya da hayalini kurduğum şeyler elbette vardı. Mesela dil öğrenmek, coğrafyayı gezmek, temel metinleri okumuş olmak. Fakat iş, meslek ve kariyer anlamında hayatımın hiçbir anında somut planlar yapmadım. Daha doğrusu yapamadım, çünkü buna gerek kalmadan bir duraktan diğerine geçtim hep. Bir işi iyi bir şekilde yapmaya çalışırken, “şuraya gel” diye davetler aldım her zaman. Hayatımın kavşaklarına geldiğim her bir anda, kararsızlığım ve “Şimdi nereye devam etmem gerekiyor” sorusunu soruşum hiç uzun sürmedi. Her bir istasyon, böyle geçildi hamd olsun.
![]() |
“Kariyer planı” diye bir tabir var, nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bana da sık sık sorulur bu soru. “Bundan sonra ne planlıyorsun” veya “Kariyer planın ne” gibi sorularla muhatap olurum. Bundan sonra ne yapacağımı bilmiyorum. Hiçbir şekilde planlamıyorum da.
Gerçekten mi bilmiyorsunuz?
Hakikaten bilmiyorum. Şu an, gelecekte ne yapacağıma dair hiçbir fikrim yok. Hiçbir şeyi planlamıyorum da. 11 yaşından bu yana gurbette yatılı okuduğum bir hayatım oldu. Aklınıza gelebilecek her türlü sıkıntıyı gördüm, toplumun her katmanından her türlü insanı tanıdım. Bu uzun serüven, bana hayatımın gidişatını planlamamayı öğretti.
Çok kişisel bir tecrübedir mutlaka, fakat benim, önüme çıkan fırsatlar ve süreçler karşısındaki tavrım şudur: Karşıma gelen kapıya parmağımın ucuyla hafifçe dokunurum. Eğer kapı aralıksa ve ufacık bir hareketle açılıyorsa, usulca içeri süzülürüm. Kapı kapalıysa ve dokununca kımıldamıyorsa, zili çalmak bile içimden gelmez. Hele de kapıyı zorlamayı veya omuz atıp açmayı asla düşünmem. Kapalıyken omuz atıp zorla açtığım her kapının arkasında, bana maddi-manevi zarar verecek şeyler buldum çünkü. Hayat felsefem de bu tecrübeye binaen oluştu.
İnsanların, Vaktimi Hiçe Saymasından Nefret Ederim
Anda derinleşmeye çalışmak. İlla “kariyer planı” diye bir şeyden söz edilecekse eğer, bence budur. Geçmiş, artık geçmişte kalmıştır. Gelecek ise gelmemiştir. O zaman yapılacak olan şey, şimdide ve anda yoğunlaşmaktır. Bunun yapabildiğimiz ölçüde, hayatımızı da kaliteli biçimde planlamış oluruz.
Yıllardır yapmaya çalıştığım bir şey var, onu da bu bağlamda ekleyeyim. Meselâ sabahleyin kalktım, diyorum ki: “Bugün, değerlendirilmek üzere yeni ve taze bir gün var.” Mümkün mertebe planlı yaşamaya çalışırım. Sabahleyin, o gün ne yapacağım bellidir. Günü neredeyse dakika dakika planlarım. Hatta bir-iki hafta sonra ne yapacağım bellidir. Bu nedenle sürprizleri ve aniden karşıma çıkıveren şeyleri hiç sevmem. İnsanların, vaktimi hiçe saymasından nefret ederim ve bu noktadaki müdahalelere asla müsaade etmem. Elimde olmayan durumların oluşmamasına da dikkat ederim. Oluşmuşsa, tekrarından kaçınmak için her şeyi yaparım.
Vakti iktisatlı kullanmak adına, randevularıma, konferanslarıma ve derslerime -beni aşan, acil durumlar haricinde- mutlaka tam zamanında giderim. Konuşmalarımın, ilan edilen saatte başlaması için titizlik gösteririm, çevremdekileri bunun için zorlarım. Zaman, elimizdeki en kıymetli sermaye.
Bu zor bir durum değil mi ama? Sosyal varlıklarız ve dolayısıyla zaman kendimizle alâkalı değil yalnızca. Yaptığımız eylemlerde etrafımızla alâkalı da bir etkileşimde olmamız… Meselâ genelde programlar, planlanan vaktinden geç başlar. Bir salonda az sayıda kişinin olduğunu varsayalım, erken başlamak mümkün mü?
Beni ilgilendirmiyor bu. Ben söyleyeceğim söze ve anlatacaklarıma bakıyorum. Beni bir yere davet etmişler ve bir başlama saati vermişlerse, salon dolu mu-boş mu bakmadan gidip anlatırım. Beni kaç kişinin dinlediğiyle hiç ilgilenmem. Konuşmanın başlangıç vaktine saniyeler kala salona girip doğruca kürsüye çıktığım, sunucu arkadaşların şaşkın bakışları arasında tam saatinde konuşmaya başladığım çoktur.
İlk başlarda yadırgıyorlardı, ama sonradan alıştılar. Artık benim katılacağım konferans ve seminerlerde, arkadaşlar son derece hassas. Tam vaktinde çıkıyorum, mikrofonu açıp konuşmaya başlıyorum. “Nasıl olsa geç başlar” diye dışarılarda pinekleyen protokol üyelerinin, ben kürsüye çıkıp konferansa başladıktan sonra koşa koşa salona gelişleri de oluyor bazen, çok gülüyorum öyle durumlarda.
Protokol söz konusu olunca da böyle bir durumda, gerginlik oluşur sanırım?
Vallahi, protokolün ne kadar gerileceği konusunu hiç umursamıyorum. Kimsenin, kimsenin vaktini çalmaya hakkı yok. En öne gelip oturan o zevatın çoğu, konuşulan şeyleri dinlemiyor, telefonuyla oynuyor, ya da elleriyle ağzını kapatıp telefonda -acayip mühim- görüşmeler yapıyor zaten. Konuşurken hedefim, tam vaktinde gelip, masumca koltuğa oturarak programın başlamasını beklemeye başlayan, arka sıralardaki samimi insanlar. Onların varlığı ve bereketi yetiyor.
Peki, sizin zamanınızda öyle miydi bilmiyorum ama şu anda ‘büyük hedefler ve uzak idealler’ söz konusu.
Ah evet: Büyük hedefler, uzak idealler, taklit edilmesi mümkün olmayan üstün şahsiyetler, teorik-hayali şeyler…
Tartışmanın Faydası Yok, Sadece Tahrike Sebep Oluyor
Bunların yol açtığı bir ‘elimizdeki hayatı ıskalama’ durumu… Bu belki de birçok insanın geçmesi gereken bir süreçtir, siz de yaşamış olabilirsiniz. Bu durumu nasıl tahlil ediyorsunuz?
Gençlik yıllarında bazı uçuk hayallerin peşinden sürüklenmek, hayatın tabiatında olan bir şey. Ama bir an evvel yeryüzüne inmeli; erişilebilir, sürdürülebilir, somut ve makul hedefler tayin etmeliyiz. Yaşı 40-50’yi bulmuş ama zihin dünyası hâlâ istikrar bulamamış insanları görünce, inanın üzülüyorum. Boşa harcanmış enerjiler, israf edilmiş imkânlar, elden kaçırılmış onlarca şey; bunun karşılığında acılaşmış, kekreleşmiş, toplumun sırtında kambura dönüşmüş yarım-yamalak şahsiyetler… Bugün, en büyük sosyal problemlerimizden birinin bu olduğunu düşünüyorum. Zamanında makul ve gerçekçi hedefler koymazsanız, boş hayallerin peşinde boşu boşuna yorulursunuz.
Günümüzde düşülen bir başka yanlış da, durmaksızın polemik ve tartışmalar yapmak. Tartışmanın herhangi bir faydasının olduğunu düşünmüyorum. Aksine, insanlar bu sayede sadece daha fazla kindar ve düşmanca oluyor. Ben farklı fikirden insanlarla artık hiç tartışmıyorum. Karşılıklı argümanlarımızı ortaya koyduktan sonra, birbirimizi ikna etmek için çene yarıştırmak, bana komik bir tiyatro gösterisi gibi geliyor. Bilhassa sanal âlemde yazışma dilini kullanırken, diyalog o noktaya gelirken lafı bırakıyorum. “Eyvallah” deyip bitiriyorum.
Yüz yüze olsa sürdürür müsünüz?
Hayır, sürdürmem. Ben bir şey söylüyorum diyelim. Karşımdaki insan, başka bir şekilde ona itiraz ediyor veya cevap veriyor. Bu konuşmayı sürdürmenin lüzumu var mı? İki taraf da kendisine göre doğruyu söylüyorsa, sözü uzatmak israftan başka bir şey değildir. Bilhassa sosyal medya, vakti bol ve avare insanlarla dolu. Vakti boş olan insan, boş konuşmayı ve çevresini de o boşluğa çekmeyi sever. Tuzağa düşmemek lazım. Herhangi bir şey hakkında konuşurken veya yazışırken, muhatabımızın “tatmin nesnesi” konumuna neden sürüklenelim ki?
Birçok ortamda ben bunu müşahede ediyorum: Boşboğaz biri çıkıyor, kafasına göre konuşuyor; istiyor ki kendisiyle muhatap olup münakaşaya girelim, o da aklına estiği gibi laf edip bizi köşeye sıkıştırsın. Konfora bak sen! Bu konforu ona vermem.
Tebliğ dediğimiz duruma nasıl bakacağız peki?
Tebliğ, inandığın şeyi samimiyetle ve derinlemesine yaşamaktır. Öyle güzel yaşarsın ki, fazla konuşmana gerek kalmadan, tavrından ve karakterinden etrafa bal sızar, herkes nasibi ve niyeti kadar alır.
Tebliğ laf ebeliği, söz dalaşı ya da cedel değildir. Bir bardak, dolmadan taşamaz. Dolmadan taşan bardak, çatlaktır. Çatlak bardak da bir işe yaramaz. Günümüz Müslümanları çatlak bardaklar gibi; içine ne konsa dışarı dökülüyor, etrafı batırıyor.
Eskiden dalaşmak, cedelleşmek çok oluyormuş okuduğumuz ve anlatılanları dinlediğimiz kadarıyla.
Bu davranış ve üslup, her zaman vardı. Bugün de var, hatta giderek arttığı ve yayıldığı bile söylenebilir. Günümüzün dinî tebliğ anlayışına baktığımızda, birçok hocanın sadece başkalarının yaptığı yanlışları sermaye edindiğini görürüz. Öyle hocalar var ki, Allah’ın kulları hata yapmasa, konuşacak ve yazacak şeyleri kalmaz. İşleri güçleri cedel, kavga ve kusur aramak çünkü.
Eskiden tartışmalar, ‘mücadeleler’ solcularla yahut ‘inanmayanlar’la olurmuş (burada, solcular inanmayanlardır gibi bir anlam çıkarmasın lütfen okuyucu). Siz, Müslümanların kendi aralarındaki güncel tartışmalardan bahsettiniz sanırım?
Sözünü ettiğim tartışma ve cedel usulünü hem birbirimize hem de bizim dışımızdakilere karşı aynı derecede faydasız ve yanlış buluyorum. Rasulullah Efendimiz’den öğrendiğimiz yöntem bu değil. Kur’ân’da iki ayrı yerde (Nisâ.140 ve En’âm.), Allah’ın ayetlerinin alaya alındığını ve inkâr edildiğini gördüğümüzde, ortamı terk etmemiz ihtar edilir. Dikkat edelim: Muhatabı susturmamız, laflarını geri aldırmamız veya onları çene marifetiyle bastırmamız değildir emredilen. Onlar lafı kendiliklerinden değiştirene kadar, ortamdan ayrılmamız isteniyor. Bu ayetler üzerinde yeterince tefekkür etmediğimiz kanaatindeyim.
Kısacık Bir Ayetin Zımnen Emrettiği Şeyler
Farklı bir soruya geçeyim. Seyahate nasıl yaklaşıyor Taha Kılınç?
Kur’an- ı Kerim’de, Âl-i İmran Suresi’nin 137. ayetinde şöyle buyruluyor: “Sizden önce nice yaşam tarzları gelip geçmiştir. Yeryüzünde seyahat edin. Yalancıların sonu nasıl olmuş bir bakın.” Burada seyahat etmeyle alâkalı olarak verilen emrin geçtiği cümle, gramer olarak, “namaz kılın, zekât verin” emirlerindeki bağlayıcılıkla aynı. Ayetteki ifadeler önemli. “Kitap okuyun” yahut “gidenlerden dinleyin” diyebilirdi. “Yeryüzünde gezin ve bakın” ifadeleriyle, bizim somut olarak ve bizzat incelememiz isteniyor.
Fes, Fas, 2015. |
Bir buçuk satırlık kısacık bir ayetin zımnen emrettiği şeylere bakalım: Tarih, sanat tarihi, coğrafya, sosyoloji, arkeoloji, antropoloji gibi ilimlerde derinleşmek; yeryüzünde dolaşabilmek için seyahat vasıtaları edinmek; helal yolculuk, konaklama ve beslenme alternatiflerini geliştirmek… Hepsi aynı ayetten çıkan sonuçlar. Niyet bu şekilde oluşturulursa, yeryüzündeki her bir hareket, insan için infaka ve cihada dönüşür. Görülen şeylerin kayıt altına alınması ve yazılı olarak aktarılması da, gezenler için ayrı bir görev bence.
Yukarıda kitaplarımı sayarken de ifade ettim: Seyrüsefer isimli bir seyahatname kitabım çıkıyor inşallah yakında. Bunu, altı kitaplık bir seri olarak tasarlıyorum. Bu birinci kitapta 10 ülke yer aldı; ikincisinde Mısır ve Endülüs’ü yazayım diyorum genişçe.
Kitapta geçen ülkelerin sıralaması, gittiğiniz ülkelerin sıralamasına uygun mu olacak?
Yok, o şekilde sıralamadım. Seyrüsefer’deki 10 ülkenin isimleri şöyle: Fas, Tunus, Filistin, Japonya, Güney Afrika, Bosna, Makedonya, Lübnan, Katar ve Yemen. Bazı seyahatlerin arasında uzun seneler var. Birçok ülkeyi bu ilk kitaba almadığım gibi, müstakil kitap halinde yayımlamayı düşündüğüm halde bu kitabın içine kattığım notlar da mevcut. Yemen seyahati izlenimleri gibi.
Duam şu: Müslümanların eser bıraktığı hangi şehir ve kasaba varsa, orayı görmek istiyorum. Şu ana kadar Fas’tan Mısır’a, Endülüs’ten İran’a, Balkanlardan Yemen’e, İslâm coğrafyasının birçok noktasını görmek nasip oldu. Buhara-Semerkand başta olmak üzere, listenin geri kalanlarının da nasip olması için dua ediyorum.
Bloglarda İllâ Tavsiye Edilen Yerlere Gitmem
Seyahatlerde dikkat ettiğiniz hususlar neler peki?
Öncelikle, gittiğim yerlerde konfor aramam. İnsanların bloglarda ya da farklı yerlerde konuşurken öne çıkartarak “Muhakkak burada yemek ye!” dediği yerlerde asla yemek yemem. Kalabalıkların biriktiği ve turistlerin yığıldığı merkezi yerlerden hoşlanmam. Tenha köşelerde ve kenarda kalmış semtlerde bol bol yürürüm. Dinî mekânları mutlaka ayrı ayrı ve ayrıntılı şekilde ziyaret ederim. Camileri, türbeleri, kiliseleri, sinagogları ve diğer mabetleri… Toplu taşımayı, tecrübe etmek adına mutlaka kullanırım. Sıradan halkın yaşadığı mahalleleri gezerim. Örneğin, Kahire’ye gittiğimde günler boyunca, sabah saat 08.30’dan akşam güneş batıncaya kadar sadece yürüdüm, yürüdüm…
Bu metotta tek başına, daha iyi bir keşif amacı mı var?
Aynen öyle. Ailemle, eşime ve kızlarımla gezmekten de büyük keyif alırım. Ama tarihi bir şehri gezeceksem ya ayrı bir seyahat planlarım ya da onlardan ayrı gezeceğim bir zaman dilimi oluştururum. Ev halkını kilometrelerce yürütmek, onlara işkence olabiliyor çünkü bazen. Yalnız başıma olduğumda her deliğe girerim, minarelere ve kulelere tırmanırım, esnafla sohbet ederim, camilerde uyurum. Bir şehri, -hele ki bu klâsik bir İslâm şehriyse- başka türlü tanıyamazsınız ve yaşayamazsınız.
Yalnız olduğum seyahatlerde neredeyse hiç yemek yemem. Sokakta satılan küçük ekmeklerden bir tane alır, akşama kadar kemiririm. Konaklamada da lüks ve şatafattan hoşlanmam. Temiz ve güvenli olması şartıyla, herhangi bir yerde kalabilirim. Başımı yastığa koyar koymaz uykuya dalabildiğim için, nihayetinde sadece uyuyacağım bir odanın lüks olmasını gayet manasız bulurum.
Turistik bir gezi gibi bakmıyorsunuz sanırım?
Aileyle beraber olunduğunda standartlar mecburen biraz yükseliyor. Eşinle ve çocuklarınla her yerde konaklayamıyorsun çünkü. Ama tabi zamanla ortak bir noktada buluşmaya başlıyorsun. Biz bir ülkeye ya da Türkiye’de bir şehre gittiğimizde lüks otel gibi bir arayışa girmeyiz. Mobil olmaya çalışıp, araba vasıtasıyla muhakkak etrafı gezmeye çalışırız. Hayatı görürüz, o şehri şehir yapan şeylere bakarız. Alışveriş gibi, daha çok hanımlar için önemli olan meseleleri hallettikten sonra, tarihi eserleri mutlaka ziyaret ederiz. Çocuklarımın, tarihin atmosferinden faydalanmasını bilhassa önemsiyorum.
Dil bilmek de uygulama açısından oldukça önemli.
Tabii ki. Mesela Arapça bilmeseydim, Arap coğrafyası benim için bir kapalı kutu olurdu. Arap coğrafyasının neresine gidersem gideyim Arapça; diğer ülkelerde de İngilizce işe yarıyor. Dil bu anlamda insanın önünü açan bir vesile. Hamd olsun.
Gittiğiniz ülkelerin gazetelerini inceliyor musunuz?
Evet. Özellikle yerel gazeteleri reklamlarından karikatürlerine kadar ayrıntılı biçimde okurum. Haberlerin ve makalelerin içeriğinden, o ülkedeki siyasi havaya dair ipuçları yakalamaya çalışırım. Birçok defa, o incelemelerden, gazetedeki köşem için makale konuları da çıkar.
Bir Müslümanın Zihninde, İslâm Tarihiyle İlgili Hiçbir Boşluk Kalmamalı
Başka bir konuya geçecek olursak, kitap okuma konusunda nasıl bir yol izliyorsunuz?
Zihnimi yoklayarak, şu soruyu sıklıkla sorayım: Neresi eksik kaldı, neresi boş? Okumalarımı, bu sorunun cevabına göre sürdürmeye çalışıyorum. Bir Müslümanın zihninde, İslâm tarihiyle ilgili hiçbir boşluk kalmaması gerektiğini düşünüyorum. Kronolojik dizilim, hareketler, önemli şahsiyetler, abideler ve anıt eserler, düşünce ekolleri vb. hepsi aklımızda taptaze biçimde durmalı, gerektiğinde raftan indirip kullanabileceğimiz şekilde bekletilmeli. Yıllardır, tarih okumalarımı aksatmadan devam ettirme çabasındayım. Hâlâ istediğim seviyede değilim ama gayretimi sürdürüyorum.
Durmadan, harika kitaplar yayımlanıyor. Ömrümüz boyunca aralıksız okusak, yine de bu hıza yetişmemiz mümkün değil. Ben yıllar önce bu gerçeğe teslim oldum. Bu, psikolojik olarak rahatlamamı sağladı ve okumalarımdaki verimi artırdı.
Okurken, sürekli aynı türden kitaplarla haşır-neşir olmak zor. Okumalarımızı tarihten İslâmî ilimlere, güncel siyasetten romana kadar, birçok alanda çeşitlendirmeliyiz diye düşünüyorum.
Mesela sizin roman tercihleriniz nasıl şekilleniyor?
Yalın anlatımıyla Reşat Nuri Güntekin, dili kullanmadaki ustalığıyla Hâlid Ziya Uşaklıgil ve Ahmet Hamdi Tanpınar, Türk edebiyatındaki favorilerimdir. Herhalde biraz eski kafalı olduğumdan, eski yazarlarımızı daha çekici buluyorum.
Dünya edebiyatından tercihim ise Kolombiyalı usta Gabriel Garcia Marquez. Yeterince başarılı bulmadığım kısa hikâyeleri hariç, bütün eserlerini hayranlıkla okurum. Marquez’i sevmemde, Karayip kültürünün bizim Toroslardaki Yörük kültürüyle fena halde benzeşmesinin etkisi var gibi geliyor bana. Muz plantasyonlarından badem ağaçlarına, öğlen sıcaklarından ailede baskın bir karakter olarak babaanne figürüne kadar, her şey çok tanıdık. Marquez’in “Anlatmak İçin Yaşamak” adını verdiği biyografisi ayrıca çarpıcıdır. Fransız edebiyatından Albert Camus, vazgeçilmezlerimdendir. Veba mesela, çok sarsıcı bir metindir.
Şu sıralar biraz Hugo’ya yoğunlaşmış durumdayım, o yüzden merak ettim; Victor Hugo okuyor musunuz?
Sefiller dışında hayır.
Geçenlerde, Cemil Meriç’in, Hugo’nun eserlerini çevirdiğini öğrendim ve kitaplarını almaya başladım, ciddi bir çalışma ortaya koymuşlar.
Evet, sadece haber olarak dikkatimi çekmişti. Cemil Meriç de keza, pek dikkat kesildiğim bir isim değildir. Bunda herhalde çok fazla gündeme gelmesinin ve eserlerinin sürekli karşımıza çıkarılışının bende yarattığı antipati de etkili.
Bu tip gelişmeler ve ortaklıklar, kitabın sanki biraz daha cazip hâle gelmesini sağlıyor. Sizin anlattığınız Marquez ve kitaplarıyla, Akdeniz coğrafyası arasındaki benzerlik. Yahut Cemil Meriç’in, Hugo çevirileri yapması…
Tabi tabi. Bu, tanıdığınız birinin eserlerini okumak gibi oluyor.
Okumasını Çeşitlendirmiş İnsanla Her Şeyi Konuşabilirsiniz
Eskiden bu soruya “Müslüman bir genç kitap okumak istediğinde…” diye başlıyordum. Şu an bu soru taslağı biraz garip geliyor. Şöyle sorayım: Kitap okumak isteyen genç bir insanın genel hatlarıyla, bu yoğun piyasada ne yapması gerekiyor?
Bir defa, dilimizi iyi bilmeli, kullanmalı, konuşmalı ve yazmalıyız. Bunun da yolu, iyi edebi metinleri okumaktan geçiyor. Herkes kendi meşrebine göre, dilediği metinlerden bu dil zevkini kazanabilir, kazanmalıdır. Eğer dilimizi iyi hale getirmezsek, anlatım gücümüz de zayıf kalacaktır. Bazı insanlar tanıyorum: Müthiş ilimleri var, ama Türkçe edebi metinlerle hemhal olmadıklarından, kitaplarından üslupsuzluk ve özensizlik akıyor. Düzgün ifade etse kısaca özetleyebileceği meseleleri, içinden çıkılmaz problemler haline getiriyor bu eksiklik. Bazı kitapları okurken, çalı ve dikenlerle dolu bir yolda yalın ayak yürüyormuşum hissine kapılıyorum. Bazı konuşmalar da aynı şekilde. Bir insanın konuşmasından veya yazısından, okuyup okumadığı genelde anlaşılıyor.
Kitap okumayla alâkalı ilk defa babamdan duyduğum, Aliya İzzetbegoviç’in “Bir toplumu tanımak istiyorsanız, romanlarını okuyun.” sözü de oldukça önemli.
Tabi tabi. Meselâ Necib Mahfuz okumadan Mısır toplumunu tanımak çok zor. Marquez okumadan Kolombiya’yı çözmek zor. New York’u tanımak için Paul Auster okumak şart. Balkanlar da Ivo Andriç’ten geçmeden anlaşılmaz.
Ergenlik döneminden itibaren okumaya başlayan çocuklar için özellikle soruyorum: Çocuğun hangi kitapları okuyacağına dair yönlendirme mi yapmak lazım, yoksa o dünyada istediği yoldan gitmesinin mi önünü açmak lazım?
Piyasada dolaşan “kitap okuma listeleri” var şu anda. Bazı kanaat önderleri de bu listeleri paylaşıyor. Belli konularda derinleşmek için hazırlanan listeleri anlıyorum, gerekli de buluyorum. Ama “Öyle bir liste yapalım ki, çocuklarımız bunları okuyup zihin dünyalarını her yönden inşa etsin” mantığı, bana biraz dogmatik ve donuk geliyor. Çocuklarımızı yetiştirirken onların kitapları ve okumayı sevmelerini sağlamak, kafalarını “düzgün” kitapla doldurma telaşından daha önemli sanki.
Sadece fikir kitapları ve hep ciddi şeyler okuyan insanlar, bir süre sonra kaba demagoglara dönüşüyor. İçinde duygunun, hayatın, insana dair hikâyelerin olduğu kitaplar da gerekiyor. Okumasını çeşitlendirmiş insanla her şeyi konuşabilirsiniz, seviyeli biçimde müzakere edebilirsiniz, fikrine katılmasanız bile söyleyeceklerini merak edebilirsiniz. Okuması çeşitlenmiş bir insan, fikirlerden korkmaz, okuma tercihlerine saygı gösterir. Ufku ve vizyonu geniştir çünkü. Belki, çocuklarımızı bu hedefe yönlendirmemiz gerekiyor.
Dil Öğretemiyoruz, Tarihi Sevdiremiyoruz, Coğrafyaya İlgi Uyandıramıyoruz
Türkiye’deki eğitim sistemine baktığımızda mühendis ya da doktor olan, sayısal ilimlerle uğraşanların eğer ekstra bir çaba sarf etmezlerse İslâm tarihini öğrenmesi çok zor. Yani içinde bulunduğumuz eğitim sistemi, özellikle alt kümesi olan ‘sınav sistemi’ hasebiyle bu öğrenimi zorlaştırıyor, yoğun bir fiziksel çabayı gerekli kılıyor. Aslında burada bir kaos var ve bunun önüne bireysel çaba ile geçilebiliyor ancak. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Benim elimde bir yetki ve yaptırım gücü olsa, bütün okullarda şu üç kitabın okutulmasını mecbur tutardım: Drina Köprüsü (Ivo Andriç), Kudüs Ey Kudüs (Larry Colins-Dominique Lapierre) ve Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri (Amin Maalouf). Bu üç temel metnin, günümüz İslâm dünyasının birçok önemli meselesini anlamaya yardımcı olacağına inanıyorum.
Bizde maalesef eğitim sisteminin müzmin problemleri var: Dil öğretemiyoruz, tarihi sevdiremiyoruz, coğrafyaya ilgi uyandıramıyoruz. Birçok meslek dalı, sadece kendisini alakadar eden şeyleri öğretiyor çocuklara. Disiplinler arası çalışmaya pek hevesli olmadığımız gibi, başka alanlardaki eksikliklerimizden rahatsızlık da duymuyoruz.
Gazze özelinde duymuştum ama Ortadoğu’nun birçok yerinde bunun olduğunu öğrendim daha sonra: Kişi, eğitim alacağı alana bakılmaksızın öncelikle Kur’an-ı Kerim, siyer, hadis ve İslâm Tarihi üzerine bir eğitim alırmış.
İslâm tarihi özelinde bir eğitim gibi değil de, “İslâmî ilimler” adı altında bir eğitim alıyorlar, evet. Kültürle ilgili temel meseleler, ilmihal, siyer, hadis, Kur’an-ı Kerim’den ciddi bir ezber (ki çoğu hafız, hafız olamayanlar da çoğunu ezberliyorlar) sürecinden geçiyorlar. Arap dünyasında (Ürdün’de meselâ), dil öğrenmek için dil kursuna yazıldığınızda size Amme cüzünü ya da Bakara suresini ezberlemek gibi bir yükümlülük veriliyor. Bugün Arap dünyasında, özellikle Müslüman Kardeşler çizgisinde, onların sıradan bir siyasetçisinin eğitim düzeyi ilmî birikim olarak, Türkiye’deki çoğu diyanet işleri başkanını rahatlıkla geçer. Dilini bilmediğin bir coğrafyaya yabancı kalırsın, bu kaçınılmaz bir durum. Öbür taraftan, aradaki tercümelerle durumu yakalamaya çalışırsan da, tercümelere muhtaç olursun. Halimiz tam böyle bugün.
İslam’ı Bilen Dünyayı Tanımıyor, Dünyayı Bilen İslam’ı Bilmiyor
Hamas’ın liderlerinin farklı farklı meslekleri (Halid Meşal fizik öğrenimi almış, Rantisi çocuk doktoru) olduğunu ve aynı zamanda İslâmi ilimler yönünden de kendilerini geliştirmiş olduklarını öğrendiğimde çok şaşırmıştım.
Bizde maalesef iyi bir İslâmî eğitim alan kişi -çoğu kez- dünyayı bilmez, dünyayı bildiği zaman ise İslâm’ı bilmez. Dini ve dünyayı makul ve mutedil biçimde kavrayacak, temel bilgileri ciddi şekilde edinecek, siyasi meseleleri hayatının odak noktası olarak değerlendirmeyecek, cevval bir nesle ihtiyacımız var. Piyasadaki örneklerin çoğunda, bu ölçülerin tam tersi mevcut maalesef.
Abdurrahman Gürses Hocayı zamanında birisi ya Hacca gönderiyor ya da beraber gidiyorlar. Parasını karşılamış yani. Hoca o zamanlar genç bir imam. Döndükten sonra kendisini hacca götüren kişi bir yerde program olduğu zaman sürekli çağırmaya başlamış. Adam “Ben seni hacca götürdüm, gittiğim yerlere yanımda geleceksin.” edasıyla yaklaşıyormuş yani. Bir- iki sabreden Abdurrahman Hoca, en sonunda maaşından her ay biriktirip hac parasını toparlamış. Parayı bir zarfa koyup adamın yanına gitmiş ve “Al, bu beni götürdüğün haccın parası. Artık yakamı bırak” demiş. İşte şu anda ihtiyaç duyduğumuz istiğna ve izzet bu.
Bilgi, İrfana Dönüşmeden İnsanların Zihinlerinde Tükenip Gidiyor
İnternetin de etkisiyle hızlanan bilgi akışı dolayısıyla bilgiye yaklaşımda ciddi bir yüzeysellik söz konusu. Bu, her meseleye dair bir yorum yapmaya da sebep oldu. Buna nasıl yaklaşıyorsunuz?
Her dönemin imkânları da imtihanları da farklı. Özellikle teknolojiyle imtihan olduğumuz şu zamanda bizim bu dönemki imtihanımız hem bilginin çok hızlı yayılması, hem de hızlı yayılmasının etkisiyle bilginin sindirilmemesi. Bilgi, ya da mâlûmat dememiz lazım, irfana dönüşmeden insanların zihinlerinde tükenip gidiyor. Teknoloji müthiş bir imkân ama aynı zamanda da bir ‘tuzak’. Bugün Google’da, dünyanın öte tarafındaki bir kütüphanenin verilerine ya da çoğu zaman kitabın kendisine ulaşabiliyorsunuz. Öbür taraftan, eskiden âlimlerimizin aylarca süren yolculuklar neticesinde ulaşabildiği kaynak kitaplar, ‘bir tıkla’ elimizin altında. Bu durum bizi, bilgiyi hazmetmeden dışarı kusan, beyni yerine midesiyle düşünen ve iş yapmaya kalkışan boşboğazlara dönüştürüyor.
Sosyal medya yoluyla herkes birbirinin hayatın müdahale etme ‘fırsatını’ yakalıyor. Bu aynı zamanda, ters bir şekilde insanlarda hayatlarına fazlasıyla karışıldığı için rahatsızlık doğuruyor.
Sosyal medyanın doğal bir sonucu bu. İnsanların aç kurtlar gibi bekleştiği bir platforma verdiğiniz her malzeme, sorumsuz ve saygısız bir şekilde tüketilecektir. Paylaştığınız şey hadis ve ayet olsa bile, bu böyledir. Ortaya malzeme attıktan sonra, birilerinin bunu istismar etmesine de bozulmamak gerekir. “Al bunu tartış” dediğiniz ve ortaya döktüğünüz her şey tartışılacaktır. İnsanların sizin hayatınıza fazlaca burunlarını soktuklarından şikâyetçiyseniz, burunların girdiği deliği kapatacaksınız.
Twitter’da bir süre bulundum. Hesabımın 40 binden fazla takipçisi vardı. Bir süre sonra o ortamda yalnızca lüzumsuz tartışmaların çıktığını ve kendime bir şey sağlayamadığımı fark ettim. Kendi kendime “Bu hesabı kapatacağım, bana zarar veriyor” dedim ve kapattım; dönmeyi de düşünmüyorum. Facebook’ta ise nispeten bir kontrol var. Arkadaşlardan başkasına yorum yazdırmıyorum zaten. Dışarı açmıyorum, arkadaş sayısı belli. Paylaştığım şeyleri de zaten insanların bilebileceği şeylerden seçiyorum, özelimi kamuya açmıyorum.
Arzumuz “Yapayım ve müdahale olunmasın yönünde.” maalesef.
Öyle bir şey mümkün değil. “Ben söyleyeyim, başkası söylemesin; ben birisinin tabusuna dokunayım ama kimse benim tabuma dokunmasın” olmaz. Hamama giriyorsanız terlersiniz; terlemek istemiyorsanız, hamamdan çıkınız.
Peki, zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim Taha abi.
Ben teşekkür ederim.
Röportaj: Esad Eseoğlu
Söyleşi çok samimi olmuş.Şahsen çok istifade ettiğim öğütlerle dolu bu gayretinizin devamı istikametinde duada bulunuyorum.Taha abi ile oturup bunları ayrıntılı konuşamadık ancak burada okumuş olduk :)