Mustafa Düzgünman Üstad, ebrunun cefasını çekmiş bir insan-ı kâmil… Osmanlı ile Cumhuriyet dönemi arasında köprü vazifesi gören Necmeddin Okyay’dan ebruyu öğrenerek talebelerine aktaran hakikatli, örnek bir usta o…
Ebrunun piri Düzgünman Hoca’nın ebru ile hemhâl olmaya başladığı yıllar için “kültür karakışı” tabirini kullanmak yerinde olur. Medeniyetimize ait kıymetlerin bir kenara itildiği, kudretli hattatların eserlerinin öteye-beriye atıldığı, asar-ı atikanın çorba parasına alıcı bulduğu yıllarda Düzgünman Hoca, 30 yıl boyunca bıkmadan usanmadan ebru yapmış, lakin eserlerine müşteri çıkmamış. Sadece kendi için, ebruculuğumuzun inkişafı için fisebilillah tekne açmış. Eskiler, her ne kadar “Marifet iltifata tabidir/Müşterisiz meta zayidir” demiş olsa da bu kibar-ı kelâmın istisnası Mustafa Düzgünman ve ebrularıdır.
Bugün, Allah’ın inayetiyle ebruculukta gelinen noktada Mustafa Düzgünman Hoca’nın sabrı, tevekkülü, kanaati, ihlâsı ve samimiyeti var.
Mustafa Düzgünman Hoca bir Şehbal kuşunun kanadında ahiret âlemine sırlanalı tam 26 yıl olmuş. Hayatı boyunca ebru sanatına kelimenin tam anlamıyla fisebilillah hizmet etmiş olan Mustafa Düzgünman Hocamıza rahmet niyazıyla ilk talebelerinden ebrucu, hattat Ahmet Sabri Mandıracı ile hasbıhal ettik.
Sabri Bey, evvelemirde müsaadelerinizle “Ebru serencamınız nasıl başladı?” şeklinde bir sual tevcih etmek isterim.
Estağfirullah efendim. Arz edeyim. Ebru sanatı ile meşgul olmaya başlamam üniversite öğrenciliğim esnasında başladı. Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümüne 1980 senesinde kayıt olduğumda o zaman Eski Türk Edebiyatı kürsüsünde profesör olan merhum hocam Ali Alparslan’dan yazı meşk ederken klasik sanatlarımızı da tanımaya başladım. Bu sanatların en güzel örneklerinin görülebileceği yerlerin başında da Süleymaniye Kütüphanesi geliyordu. Orada en güzel yazıları, murakaaları, ciltleri görüp seyretmek, incelemek imkânı vardı. İslam Seçen Hoca tarafından eski eserlerin ve ciltlerin restorasyonu yapılıyordu.
Bir restorasyon esnasında hocanın yanında cilt sanatının öğrenilebileceğini fark edince ben artık fakültedeki dersleri bir kenara bırakıp Süleymaniye’ye taşındım! O tarihlerde Allah uzun ömürler versin İslam Seçen Hoca Cilt Servisi şefiydi. Yine Allah sağlık ve sıhhat versin Muammer Ülker de kütüphane müdürü idi. Rahmetli Süheyl Ünver Hoca haftada bir gün, Salı günleri müdür Muammer Bey’in odasında o meşhur ve mübarek defterlerini bizlerle tetkik eder, anlayamadığımız yerleri izah eder ve sorulan soruları cevaplardı. Bu esnada da laf lafı açar, sohbet ve ders tadına doyulmaz bir hâl alırdı. Malum olduğu üzere Süheyl Hoca pek çok konuda defterler tutmuş ve onların sayısı yüzlerle ifade edilir olmuştu ve o defterlerin büyük bir kısmını da Süleymaniye Kütüphanesi’ne bağışlamıştı.
İşte bendeniz böyle bir ortamda Edebiyat Fakültesi Türkoloji bölümünde Prof. Ali Alparslan’dan hat meşk ediyor, Süleymaniye Kütüphanesi’nde cilt öğrenmeye çalışıyor ve ebru yapmak için de büyük bir iştiyak duyuyordum. Yaptığım ciltler için lazım olan ebruları kursiyer olmam hasebiyle kütüphaneden temin ediyordum ama bu benim içimdeki ebru aşkını daha da arttırıyordu. Sonunda cesaretimi toplayıp tarifler ve yazılı kaynaklardan okuduklarımla kendi kendime ebru yapma macerasına atıldım. Ama ne macera! Her malzemeyi deniyor lakin kâğıt üzerine ebruya benzer bir örnek çıkarmaya muvaffak olamıyordum. O zamanlar malzeme bulmak çok zor. Kitreden başka bilinen bir şey yok. İyisini bulmak da kolay değil. Boyalar çok sınırlı. Hele şimdiki gibi hazır boya falan olacak şey değil! Düşünmek bile abes!
Mustafa Düzgünman Hoca ile nasıl ve ne zaman tanıştınız? Ne kadar süreyle ders aldınız?
Süleymaniye Kütüphanesi’nde cilt öğrenmeye çalışıyorken lazım olan ebruları kütüphaneden tedarik ediyordum dedim, ama zamanla daha çok ebruya ihtiyaç duyunca,- eh kendi yaptıklarım da bir şeye benzemeyince- tuttum Üsküdar’ın yolunu... Mustafa Düzgünman Hoca’dan cilt işleri yapmaya çalışan genç bir öğrenci olarak ebru almaya başladım. Yaptığım işlerden, kubur, kutu gibi şeylerden eli ayağı düzgün olanları bazen kendisine götürüyor ve yeni ebrular istemeye cesaret buluyordum ki; bir gün, “Bana bak, sen ebru yapıyormuşsun” demez mi? Çok korktum ama yapacak bir şey yoktu. ”Evet efendim” dedim. “Yaptıklarını getir de bir bakalım” dedi. İlk gidişimde benim denemeleri görünce; ”Bu iş kendi kendine olmaz, bu aralar çalışıyorum, Pazar sabahı gel” diyerek beni çağırmasıyla öğrencilik safahatım başlamış oldu.
Düzgünman Hoca’dan ders almak, muayyen zamanlarda, bir okuldaki gibi değildi. Hoca çalıştıkça, müsait ise gidilir, biz de kendi teknemizde yaptıklarımızı hocaya götürür, gösterir ve onun görüşlerini alırdık. Bu bazen çok sık olur bazen de uzun aralıklarla olurdu. Bu şekilde irtibatımız hocanın vefatına kadar devam etti.
Ders ortamını biraz anlatır mısınız? Nasıl ders verirdi? Sizinle teşrik-i mesaileri nasıldı?
Az önce bahsettiğim gibi ders almak muayyen zamanlarda okul nizamı içindeki gibi olmadığından, sohbet ortamı hâkimdi. Tekne başında, yaptıklarını izah ederdi. Biz o esnada soru sorardık fakat çok da soramazdık, çekinirdik. Hocamız kendi hususiyetleri olan bir insandı. Samimi idi ama teklifsizliğe mahal verecek bir durum olmazdı. Bildiğini, tecrübelerini o anda iktiza ettikçe aktarırdı. Umumi geniş konuşmalardan ziyade “muhtasar, müfid” tabiriyle ifade olunacak şekilde talim ederdi. Onun teknesini seyretmek;- ebru yapan birisi için- pek çok sorunun cevabını kendiliğinden almak gibiydi.
”Kendi teknenizi açmadan ebru yapmayı öğrenemezsiniz” derdi. Elhak, şeksiz şüphesiz öyledir. Ayarı yapılmış teknede ebru yapmak insana ebru yapmayı öğretmez, öğretemez. Şahsen ben hocamın teknesine çok az oturmuşumdur. İnsan heyecanlanıyor da… Hoca’nın yanında ebru yapmaktansa onu seyretmek çok daha faydalı.
Sizin bulunduğunuz dönemlerde kimler ders almaya gelirdi?
O dönemden, -şimdi hukuk profesörü olan- Aydın Gülan’ı hatırlıyorum. Benden daha önce başlamıştı ve yine bilebildiğim kadarıyla benim gibi ciltçilikle başlayıp, ebru yapmaya geçmişti.
İcazet serencamınız nasıl gelişti? Hocanızın geleneksel sanatlarımızda icazet müessesesine bakışı nasıldı?
O dönemde icazet çok yaygın değildi. Zaten hocadan başka da ebru yapan kimse yoktu. Bir de öğrenmek isteğiyle gelen, daha doğrusu herhangi bir yerde ebru görüp beğenerek ”Ben de yapsam” heveskârlığı içinde gelenler vardı. Bildiğim kadarıyla böyle heveskârların fazla bir şansı yoktu. Zira onlar “Efendim ben ebru öğrenmek istiyorum” dediklerinde daha önce ebru yapmak için gayret sarf etmiş, bir şeyler denemiş, uğraşmış değillerdi. Sadece hevesliydiler ve sayıları da hayli fazlaydı. Fakat hocanın öyle bugünkü ebru kurslarındakine benzer şekilde ders verecek vakti olmadığı gibi, öyle bir şey için zemin ve imkân da yoktu. Hafta sonları evinin bodrumunda, pek geniş olmayan, kışın hayli soğuk, karanlık bir yerde çalışırdı. Orada, kendi itiyadı içinde, sadece ebru üretecek zamanı vardı. O şartlarda heveskârlar için yapabileceği bir şey yoktu ve ne yazık ki istismar da edilmiş, “ebrucu ve derviş” diye gezinen biri, hocanın ebrularıyla kendi ebrularıymış gibi sergi açmış, bu durum merhum hocamızı çok üzmüş ve kendisine gelen talepleri şüpheyle karşılar olmuştu. Bu hal sebebiyle “Kimseyi kabul etmez, kimseye bir şey öğretmez” şayiası yayılmıştı.
İzaha çalıştığım şartlar muvacehesinde hoca için, ebru öğretmek, talebe yetiştirmek, icazet vermek, “emaneti ehline vermek”ti. Belki ebru yapmak bir şekilde öğrenilir, hatta güzel ebrular da yapılabilirdi ama hocanın dünya görüşü içinde ebruculuk bir vasıtaydı. Asıl olan, sanatın insana ne kazandırdığıydı. "Vech-i baki fehmine” varmak işte bu durumu anlatır kanaatimce. Kelime anlamı “Kalıcı olan cehreyi bulmak” olan bu ibare hocanın “Ebruname” adlı eserinde, son dörtlükte “Bâb-ı ebrû rehnümâdır vech-i bâkî fehmine” şeklinde geçer. Ebru kapısı, kalıcı (Hüve’l-Hallak’ul Baki) olanın vechesine varmakta (rehnüma) yol göstericidir. Allah’ın vechesi tabiri (Vechullah) Kur’an-ı Kerim’dendir. Ebru kapısından girerek bu hakikati gördün-göremedin, artık o da herkesin kendi bileceği, nasibince idrak edeceği bir şeydir. Belki mücaz (icazet almak) olmak bu yolda bir merhaleydi ama buna dair bir konuşmamızı hatırlamıyorum.
Fakirinizin icazet alması ise şöyle oldu: Kendi teknemde yaptığım ebruları beğenen hoca, battal bir ebrumun arkasına icaze yazdı. Tarih 18 Haziran 1984’tür. Daha sonra Ali Alparslan Hocamın da gözden geçirdiği bir metni imzaladı. O metnin kaligrafisi İslam Seçen Hocamındır. Tezhibini de değerli dostumuz Kaya Üçer yaptı. Her ikisi de yeni yazıyladır ve o zaman, şimdilerde yazıldığı gibi eski yazıyla yazılması söz konusu değildi. Ebru icazetnamelerini eski yazıyla yazmak, hocanın vefatından çok sonra ortaya çıktı. Bunu yapanlar -kanaatimce- hocanın hem kavline hem de ef’aline aykırı hareket ediyorlar.
Düzgünman merhumun ebru sanatımıza, bahusus klasik ebruya yaptığı hizmetler hakkında neler söylemek istersiniz?
“Bugün ebru sanatı varsa büyük ölçüde kendisine borçluyuz. Hatta tümüyle ona borçluyuz” demek mübalağa sayılmamalıdır. Necmettin Efendi için de aynı şey geçerli. Bu iki üstad devirlerinde yegâne olmuşlar ve kendilerinden sonra sanat, onlar sayesinde yaşamıştır. Bilindiği gibi Necmettin Okyay ebru sanatında çiçekli ebrunun mucididir. Ondan önce çiçeğe benzer denemeler olsa da hakiki manada çiçekli ebruyu yapan Necmettin Hoca’dır. Hatta hatip ebrusunu bulan Hatip Mehmet Efendi’nin isminin o tür ebrulara verilmesine telmihen çiçekli ebrulara da “Necmettin Ebrusu” denilmesi Süheyl Hoca tarafından teklif edilmiş ve öyle de kullanılmış. Bugün, bu şekilde söylenilmiyor artık. Hâsılı, o kadar mühim yer sahibi Necmettin Hoca...
Düzgünman üstadımız da hocasının keşfettiği çiçekleri ıslah ile kendi üslubunu çiçekli ebruya ve bahusus ebru sanatına mühür gibi vurmuştur. Onun tarzını devam ettirmek bugünkü ebrucuların büyük bir kısmının takip ettiği yol halindedir. Çiçekli ebruya papatyayı dâhil eden de Mustafa Düzgünman’ın kendisidir. Eski ebruların içinde onun ebruları hemen ayırt edilir. Onun tavrı ve tarzı çok barizdir. Bu ise kendisinin; sanattaki kudretinin, çok açık nişanesidir.
Hoca bahsettiğiniz noktaya nasıl gelmiştir?
Sanata kendini vakfederek. Yarım asır yılmadan, yok pahasına eser vererek. Maddi karşılık beklemeden… Büyük ölçüde sadece masrafını karşılasın anlayışı ile ebru yapmak… Özveri kelimesi tam da bu durumu anlatır zannımca…
Merhum, tarz-ı kadim cilt sanatının da ustasıydı. Düzgünman Hoca’nın Güzel Sanatlar Akademisi Şark Süsleme Sanatları Şubesi’nde cilt yapmayı öğrendiğini ve bu hususta pek çok kitap cildi yaptığını biliyoruz. Ciltçilikle ilgili paylaşımları olur muydu? Size elinden çıkan kitapları gösterir miydi?
Bahsettiğiniz gibi hocamız cilt yapmayı Güzel Sanatlar Akademisi Şark Süsleme Sanatları Şubesi’nde Necmettin Okyay’ın yanında öğrenmişti. Orada 1938’den itibaren misafir talebe statüsünde bulunmuş, fevkalade eserler vücuda getirmişti. Hatta dönemin cumhurbaşkanı İnönü, Akademi’yi Ağustos 1942’deki ziyaretinde hocayı tebrik ve takdir etmiş.
Siz de o eserleri gördünüz mü?
O eserleri bendeniz gördüm. Elinde çok güzel şemse kalıplar vardı. Şimdi o kalıpların bir kısmı mücellit sayın Mehmet Ali Kunduracıoğlu’nda.
Vefatının 26’ıncı sene-i devriyesinde hayır ve rahmetle yâd ettiğimiz hocanızın fotoğrafçılıkta da mahir olduğunu biliyoruz. Pek çok hat eserinin fotoğrafını çekerek cama basmış. Bilahare bunları Türk Petrol Vakfı’na hediye etmiş. Siz gördüğünüz mü fotoğrafları? Daha çok objektifi hangi eskimez zamanların hattatlarının âsarına odaklanmıştı?
Fotoğraf çekmeyi kendi gayretiyle öğrenmiş ve bir kısmı bugün kaybolan pek çok yazıyı fotoğraflamıştı. Cam negatiflere banyolarını da kendisinin yaptığı bu eserler dediğiniz koleksiyonda ve çok az bir kısmı da bendenizde. En çok hangi hattatı çekmiş şimdi bilemeyeceğim ama benim en çok tesadüf ettiğim yazılar âl-i abâ konulu. Bunların içinde de Çırçırlı Ali Efendi başı çekiyor.
Dini musikiyle de yakından ilgilendiğini biliyoruz. Bu yönüne dair neler söylemek istersiniz?
Dini musikiyi zamanının önemli iki musikişinasından, Mızıkalı diye tanınan Hafız Muhittin Tanık ve Üsküdar Rıfai Âsitanesi şeyhi Hayrullah Tacettin Yalım’dan öğrenmiş. Gençliğinde tiz perdelere çıkabilen, parlak ve güzel bir sesi varmış. Üsküdar’da babasının imamlık yaptığı Aziz Mahmut Hüdayi Camii’nde ezan okur, teravihlerde müezzinlik edermiş. Musikişinas arkadaşlarıyla mevlitler okuduğunu biliyoruz. Çoğu ilahi formunda yirmi civarında bestesi var. Mâatteessüf ancak yarısının notaları var elimizde. Onlar da kendi sesiyle okuduğu bantlardan deşifre ile temin edildi. Hocanın eserlerinden müteşekkil konserler verildi, eserler radyo repertuarına da girdi. Hatta radyodan bir solist eserlerden albüm yapmayı teklif ettiyse de yapılamadı. İnşaallah bir gün gerçekleşir.
İnşallah. Sahip olduğu koleksiyon hakkında bilgi verir misiniz?
En önemli koleksiyonu ebru ve tespihlere aittir. Sonra kendi yaptığı güzel ciltler vardı. Çok olmamakla beraber yazı (hat) ve yazı fotoğraflarının cam negatifleri…
Hocanızın en bariz vasfı neydi?
En bariz vasfı deyince iş zorlaşıyor. Fakat sorunuzun cevabı da kanaatimce burada yatıyor: Onun nev’i şahsına münhasır bir insan olmasında: Tasavvufi bir çehre içinde, fevkalade modern bir anlayış. Bu kadar modern telakki içinde, sanatta, hususiyetle de ebruda en ufak bir değişimi kabul etmeyen bir taviz vermezlik... Birbiriyle zıt gibi görünen pek çok şey onda imtizac etmişti ve asla tenakuza düşüyor demezdiniz. Maziyi çok iyi bilip onu eleştirmekten çekinmeyen modern rasyonel bir tavır, öte yandan yeni bir malzemeyi teknesine yanaştırmayan bir muhafazakârlık. Bu her sahada kendini gösterirdi. Ne kendi kimseye benzerdi ne de kimse kendisine.
Düzgünman merhumun manevi bir kişiliğinin olduğu malum. Hocanızın manevi yönüne dair bizlere aydınlatıcı bilgiler verir misiniz?
Kullandığı bir tabirle başlayayım: “Onun terazisi onu tartmaya yetmez.” Benim terazim hocanın manevi dünyasını tartamaz. Fili tarif eden görmezler metoduna göre yakalayabildiğim taraflarından anlatmaya çalışayım: En önemli özelliği belki tasavvuf anlayışındaki dinamik ve şümullü vechedir. Melamet neş’esini sosyal realiteyle uyumlu şekilde yaşayan, vahdeti halk içinde Hakk ile beraber gören, ifrattan uzak ama tavizsiz bir hal.
Eşref Efendi’yle hususi bir irtibatı, rabıtası var bildiğimiz kadarıyla…
Evet… Eşref Efendi her konuda onun için mihenk taşıydı. Biz talebelerine karşı, telkin eden değil, sorulursa tarif eden bir tarzın sahibiydi. Çok fazla soru soramazdım ama bir keresinde “Yahu sen bilirsin bunları, bana niye söyletiyorsun” demişti. Sorduklarım hep hakikate vasıl olma etrafında döner dururdu. İnsan hakikati nasıl bulacak, onu anlatanı nasıl tanıyacak? O soruların cevabını bana hep dolaylı olarak vermiş fakat ben onları çok sonra fark edebildim. Artık o da ne kadar fark edebildimse.
Biraz da Ebruname’den açar mısınız efendim?
Hay hay. Ebrunâme onun manevi anlayışının özeti gibidir. Orada sadece ebru yapmayı değil, ebru üzerinden sanat ve insanın Allah ile olan bağını manzum olarak tasavvufi tabirlerle anlatır. Ben ve O (yaradan) ilişkisi sanat eksenli olarak izah edilir Ebrûnâme’de. Eserin birinci ve üçüncü dörtlükleri bunu anlatır. Sanatta, eser sahibinin, kendisini eserin yapanı olarak, fail olarak görmesi en sıklıkla karşılaşılan ve pek tabii görülen bir durumdur. Hoca bu benlik iddiasını “şirk” olarak niteler. Gerçekte her işin fail-i hakikisi O’dur, Allah’tır. Bu bilinir bilinmesine ama söylerken “ben” diye söylenir. Sanatkâr bundan imtina etmeli, benlik davasına varacak söz ve işlerden uzak durmalıdır.
Düzgünman Hoca cami kürsülerinden Ümmet-i Muhammed’i irşad etmiş. Vaizlik vasfına dair ne tür malumat sahibisiniz?
Hazret-i Nasuhi Camii’nde hatipliği var. Okuduğu hutbeler elimizde.
Hutbelerin ana eksenini hangi konular oluşturuyor?
İslam’ın sosyal vechesini öne çıkaran, hurafeleri tenkit eden, ibadetlerin şuurunu kavramanın ehemmiyeti üzerine oldukça cesaretli metinler. Sanıyorum bu hususların tenkidi üzerine bu vazifesi sonlandırılmış. “Benden sonra yakılsın” diye bir not var üzerinde.
Hutbeler hangi yıllara tarihleniyor?
Tarih 1960.
Düzgünman merhumun maneviyatının inkişafında Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri’nin tesirleri var. Uzun yıllar Hüdayi Türbesi’nin hizmetinde bulunmuş. Sohbetlerde Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri’ne ilişkin ve türbedarlık vazifesine dair neler anlatırdı?
Hazret-i Hüdayi’nin nutkundan şu beyit, merhum Kemal Batanay’ın hattıyla ve kendi ebrularıyla çerçevelenmiş olarak odasında asılı idi. Levhadaki beyit şudur:
“Şu kim vahdet şerâbın hazm ide bezm-i şeriatde
Tarikatta odur kâmil, hakikatte odur vâsıl”
Meali nedir hocam?
Mealen şöyle çevrilebilir: Hakikate varmak, tasavvufta kâmil olmak, şeriattan ayrılmadan, vahdet-i vücudu kavramakla olur. Yani tarikat için şeriat bir kenara konulamayacağı gibi tarikatsız şeriat da bir eksikliktir. Denge lazımdır. Hazret-i Hüdayi onun dünyasında o kadar merkezdedir ki şu manzum ifade onun bu merkeziyetini anlatmak için kendisi tarafından nazm edilmiştir:
Bil ki manzûrun olan dest-nükûş-u Mustafâ
Nusrat-ı Mahmûd Hüdâyî himmet-i âl-i abâ
Bu inci ve mercan misali mısraları açar mısınız?
Günümüz söyleyişine şu şekilde çevirebiliriz: Mustafa’nın elinden çıkan işler Hazret-i Hüdayi’nin yardımı ve âl-i abânın himmeti iledir. “Bu iki yardım olmasa o bir şey yapamaz” diyecek kadar bağlıydı. Yirmi beş yılı aşan türbedarlığı esnasında resmi olarak aldığı maaştan daha fazlasını oraya harcamıştı. Çünkü o zamanlar türbelere tahsisat falan olacak iş değildi. Her şeyi usulü ve erkânınca muhafaza etmiş, her şeyin kaydını tutmuştu. O kapıya olan bağlılığı gereği namazı orada kılınıp, tabutu türbe kapısına yatırıldıktan sonra Karacaahmet’te sırlandı.
Şüphesiz Düzgünman Hoca insan-ı kâmildi. Hocanızın pek çok güzel vasıfları var. Birkaçına değinmek ve bu hususta bir hatıranızı paylaşmak ister misiniz?
Bir defa muhsin olması ilk aklıma gelen güzel hususiyetidir. İhsanda bulunmak, imkânı varsa esirgememek âdetiydi. Ebru yapılışını ilk defa görmeye gelenlere, yanında yapılan ebrulardan biri mutlaka “hakk-ı huzur” olarak hediye edilirdi. Maddi durumu iyi olmayan kiracıları babasının diğer varisleri gibiymiş. Durumları müsait olana kadar bir şey almadığı gibi, üstüne yardım da edermiş. Biz bunları ufûlünden sonra hanımı Süheyla Teyze’den duyduk. Ebrudan maddi bir karşılık beklemeden senelerce çalışmış ve çok ucuz fiyatlara satmış, çokça da hediye etmişti. Şimdi adlarını vermeyelim, (…..), (…..) Beyler kendisini “Sanatı ayağa düşürmekle” tenkit etmişler.
Aktar dükkânında çok ama çok dürüst, müşteriye hep yardımcı olan, açıklamalardan asla yılmayan, her zaman müşteriyi haklı gören, mükâlemenin sonunda hep “Siz bilirsiniz efendim, siz nasıl isterseniz efendim” diyen bir kemalâtta idi. Sohbet erbabıyla birlikte olduğunda, onları dinlemek, bambaşka bir dünyaya gitmek, başka zamanlara karışmak gibiydi. Tasavvufa dair vukufu Kur’an’a dayalıydı. Her bahsi ayetlerle izah ederdi. Üsküdar’ı çok sever, ”Evliya fabrikası” derdi. Fakirin pek çok hatırası var. Fakat Necmettin Efendi’nin somaki mermerini -hem de istemememe rağmen- “Al bu sana lazım, sen çalışıyorsun” diye bana tereddütsüz vermesi, o halindeki tabiilik, sanki “Ne var bunda böyle şaşırdın?” der gibi bakışı gözümden gitmez.
Notlarım arasında vardı… Siz benden önce attar dükkânına girdiniz! Üstadınızın Üsküdar’daki mütevazı attar dükkânındaki sohbetlere siz de iştirak ettiniz mi? Attar dükkânının Üsküdar’ın, bir adım öte İstanbul’un kültür-sanat ve maneviyat iklimine yaptığı katkılar hakkında neler söylemek istersiniz?
Bendenizin gittiği zamanlarda bazen rahmetli Yüksel Özemre ve Nezih Uzel’e rastladığımı hatırlıyorum. Onlarla sohbetleri olur, ben de bir kenarda dinlerdim. Zaten tezgâhın önünde bir kişilik yer vardı, birisi gelince biz içeri geçer, birisi daha geldi mi, üst kat merdiven ayağına otururduk. Kimse yokken daha keyifliydi. Hocam merhum çok mültefit davranır, şayet kendisi yeni ebrular yapmış ve ben görmemişsem, ”Al karıştır bakalım” diyerek tomarı uzatırdı. Bazen içinden beğendiği bir tanesini çıkarıp hediye ederek fakiri sevindirirdi. Fakat hiç istediğimi hatırlamıyorum. Fevkalade ayıp gelirdi. Sadece satın almak için benden ricacı olan birisi için bir defa istedim.
Attar dükkânının eski müdavimlerini ben şahsen tanımadım, onların dönemlerine yetişemedim. Ama şurası muhakkak ki dükkân sahipleri ve müdavimler Üsküdar ve İstanbul irfan ve sanatının yüz akı kimseleri idiler. Bugün tahassürle yâd ettiğimiz pek çok şey o zaman ve o zeminde gayet tabii, hatta kayda değmez şeyler idi. Az önce Necmettin Efendi’nin somaki mermerini verişini arz ettim. Bugün için o türden ihsanlara ne kadar uzak bir hâl aldık. Herkes almaktan yana, vermekten değil maalesef. Mürşidi Eşref Amca “Bir toplu iğne ucu isteyemem” dermiş. Tasavvuf sohbetleri, tarikat erbabı bugün pek çok. Fakat hep anlatım, “dır”lı ,”dir”li söyleyişler. Hâle dair bir nişâne arayanların vay haline! Attar dükkânının temsil ettiği şey, yaşanan bir hal idi.
Günümüz geleneksel sanatlar camiasının Düzgünman Hoca’nın hangi yönlerini kendilerine örnek almaları gerekiyor?
Bila ücret ve bila şöhret olmaya rıza göstermek. Hemen şöhret, hemen servet mi yoksa sanat mı? Tercihlerini ona göre yapmaları lazım. Hemen sergi açalım mı yoksa daha iyisini, daha güzelini aramaya devam mı? Bu aslında sadece onu örnek alarak hatırlanacak bir tutum değil, hakiki sanat ehli olan her üstad için göz önüne alınarak cevabı verilecek bir sorudur.
Son olarak cennetmekân hocanızla ilgili neler söylemek istersiniz?
Artan bir şekilde özlüyorum. Çok ama çok özledim.
Röportaj: İbrahim Ethem Gören