Şiirimizin en özgün şairlerinden ve seslerinden biri olan Asaf Halet Çelebi, 15 Ekim 1958’de sonsuzluğa kanatlandı. Onu ve şiirini yine bir şair olan ve Çelebi’yi çok seven, onun hüzün deryasında keyifle yüzen Ercan Yılmaz Bey’le konuştuk. Yoğun gündemi ve işlerine rağmen gösterdiği nezaket dolayısıyla kendisine teşekkür ediyoruz. Sağolsun, varolsun…
Ercan Bey, isterseniz Asaf Hâlet Çelebi’nin bir şiiri, sizin de şiir kitabınızın adı ‘Nûrusiyâh’tan başlayalım. Nedir ‘nûrusiyâh’? Sizinle Asaf Hâlet’i aynı kelimede birleştiren ruhtan bahsedebilir misiniz?
Önce şu: İnne lillâhi seb'îne elfi hicâbin min nûrin ve zulmetin (Muhakkak Allah, yetmiş bin nûr ve zulmet perdesi arkasında gizlenmiştir.)
Şebusterî ve Lâhicî'de karşılaştığımız nûr-zulmet paradoksu ‘nûrusiyâh’ın çıkış noktasıdır diyebilirim. Şöyle ki Şebusterî ve Lâhicî meseleyi 'teosofik' düzlemde ele almışlardı, bense nacizâne şiirsel (mecaz) düzlemde ele almayı denedim. 'Siyah-yüzlülük'ten sûretimi ağartacak bir nûra yolculukta şiir vasıta olabilir miydi bana, bunu denedim.
Aslında Galib Dede'nin Hüsn ü Aşk'ı 'mutlak haldeki nûr'un bir mecazı gibi gelmiştir daima bana, gözlerimi kamaştırmıştır benim ve böylece bir 'zulmete' dönüşmüştür. Yani bir bakıma 'kara güneş'e ya da eserde geçtiği şekliyle 'nûr-ı siyeh'e. Nûr-zulmet paradoksunu ben diyebilirim ki Gülşen-i Râz'dan ziyade Hüsn ü Aşk ile kavramışımdır.
Ve elbette Gazalî'nin Mişkatu'l Envâr'ının yol göstericiliğini unutmuyorum. Ben bütün bunları hocam Hilmi Yavuz'un açtığı kapıdan girerek öğrendim. Onun sayesinde Gazalî'den İbn Arabî'ye, Şebusterî'ye vardım, oradan Gâlib Dede'ye ve Nerval'e, Asaf Halet Çelebi'ye, Hilmi Yavuz'a. Aynı yoldan geri de döndüm. Başladığım yerle vardığım yer aynıydı, bunu gördüm.
Baştan ayağa 'göz' kesildim.
Asaf Hâlet Çelebi şiiri hakkında neler söylersiniz?
Çelebi'nin şiiri, Behçet Necatigil'in 'hikmet burcu' dediği yerdedir hiç şüphesiz. Onun şiirinin amacı, kendisini ve biz okurları 'şiir hâli'ne sokmak olarak hülâsâ edilebilir. Modern dünyada sığınabileceğiniz, kendinizi iyi hissedebileceğiniz, hüznün keyfini sürebileceğiniz, baş dönmesinin hazzını yaşayabileceğiniz, burukluğun inceliklerini keşfedebileceğiniz, zâtınıza hoşça bakacağınız aynalarla karşılaşacağınız, bir cam üfleme ustasının çırağı olma arzusuyla dolacağınız mağaralar, adalar, dehlizler, çilehaneler, kuyular vardır. Çelebi'nin şiiri böyle bir mekân duygusudur benim için. Benim için ve bütün hülyâ adamları için. Hayata logos merkezli yaklaşanlar içinse garip bir ayin. Zaman'ları ve mekânları birleştiren bir 'ebedî ve ezelî ân'da.
Mustafa Baydar’ın kendisiyle yaptığı bir mülakatta şunları söylüyor meselâ şiir için Çelebi: “Ben şiiri eğer tâbir caizse bir nevi refoulement gibi ilcaî bir tesirle söylenen bir söz olarak telâkki ederim. Bu tabiî şair için böyledir. Yani şiir, her şeyden evvel ferdîdir.” Ona göre ‘Şair her şeyden önce şuur altı ile çok temas etmesi icabeden bir insandır.’ Kendi şiir davasını özetlediği şu cümleler de bilhassa dikkat çekicidir: “Bu şiirler bir fikir, bir muhayyile ve hissiyat şiiri değil, olsa olsa intuition şiiri olabilirler. O halde bu şiirler, taklit edilmek şöyle dursun üzerine fazla eğilmekle kayboluvermeleri bile muhtemeldir. Lamartine kendi şiirleri için ‘Ce sont des soupires de la’âme’ demişti. Ben kendi şiirlerim için ‘Ce sont les bués de I’âme’ diyebilirim. Biraz fazla hareket, bir rüzgâr onları yok etmeye kâfidir.”
Bu şiiri duymak ve belki de temâşâ için zamanın ara odalarında olmaya ihtiyaç vardır.
Asaf Hâlet’in şiirinde binlerce yıllık Doğu bilgeliği, Hind’den, Çin’den, İran’dan kadim esintiler ve Anadolu tasavvuf geleneğinden izlere rastlamak mümkün. Mistik bir şiir… Acaba şairin mizacı, yaşayışı ile bu üslubu kesişiyor muydu? Yani şiirlerindeki gibi bir dervişle karşılaşabilir miydik onun şahsında?
Gömleğinin cebindeki vazoda çiçek taşıyan başka bir şair biliyor musunuz? İnceliklerin, tuhaflıkların, güzelliklerin, sırların, lirik ve metafizik imtidâdın şairi o. Şiiri ile şahsî hayatı bu kadar örtüşen şair azdır dünyada. Bir bakıma hayatını şiire dönüştürebilmeyi başarmış bir şairdir Çelebi. Bize adeta ‘mücerred bir âlem’in kapılarını aralamıştır. Sezginin başat olduğu şiirlerle bir rüyâ atmosferi oluşturmak... Bir bakıma büyü üretimi ile rüyâ üretiminin terkibi. Hem dilde hem muhtevada. Şu itirafı dikkat çekicidir: ‘Birçok şiirlerimde var olmak şuuru erimiş ve sonsuz bir temaşadan ibaret kalmıştır.’ Sonsuz bir temâşâ; bu hem şairin kendisi hem de okur için geçerli bir ifade bana kalırsa.
Haldun Taner şöyle diyor Çelebi’nin ölümünden hemen sonra: “Çelebi, yolunu ve asrını şaşırmış bir derviş gibi onu çok yadırgayan hoyrat bir çevrenin içinde bir gün sızlanmadan, kimseyi bir an töhmetlendirmeden, olgun bir hoşgörü ile sessiz sedasız yaşadı. Yine bir ekim sabahı Gureba Hastanesi’nde öyle alçakgönüllü ve sakin, kimseye veda etmeden, kimseyi üzmek istemeden, gideceğine dair en küçük bir işaret vermeden sessizce aramızdan uzaklaştı, gitti.” Tam Rilke’nin kendi ölümünü ölüyor olmak dediği şey.
Bu yolunu ve asrını şaşırmış derviş ‘melâmet hırkasını’ giymiş bir şairdi. O hırkada elbette ‘bürde’den bir hatıra saklıydı bana göre.
Bir dönem Asaf Halet’in ve şiirlerinin yadırgandığına, adeta sansürlendiğine, karartıldığına, yok sayıldığına tanık oluyoruz. Bu vakıanın sebepleri hakkında neler söylersiniz?
Çelebi, modern Türk şiirinin en özgün şairlerinden biridir. Biricik bir konumdadır birçok yönden. Fazıl Hüsnü Dağlarca da öyledir meselâ. Çelebi'nin şiirini, duyarlığını, muhayyilesini anlamak, tatmak için sadece aklın değil kalbin de terlemesi gerek. Cumhuriyet ideolojisiyle birlikte nasıl Divan şiiri görmezden gelinmiş, rabıta kesilmeye çalışılmışsa, Divan şiirini yeniden üreten şairler de bu itibarsızlaştırma eyleminden belli ölçülerde nasiplerini almışlardır. Çelebi, şiiri ve hayatı dolayımında sahih bir yerdedir. Yani hem ait olduğu Şark'ın hem de mensup olduğu Garb'ın kültürel kodlarını temellük etmiş orijinal bir kimliktir. 1940’lı yıllarda, Çelebi’nin yaptığı şeyi yapmak ‘mumdan gemilerle ateşten denizleri’ geçmeye çalışmak kadar zordu. Onu ölümsüz kılacak olan da bu gözü pekliğidir. Gâlib Dede’nin kendi döneminde yaptığı şeye çok benzer Çelebi’nin o yıllarda ortaya koyduğu bu tarz.
Edebiyatımızın unutulan değerlerinden Asaf Hâlet Çelebi’ye 2000’li yıllarda ilgi artıyor. Değişik programlarla anılıyor, hatırlanıyor. Bu değişimi neye bağlıyorsunuz? Bu ilgiyi toplumdaki sosyo/kültürel değişimlerle de beraber düşünürsek neler söylersiniz?
Çelebi, kıymeti sonradan anlaşılan bir şair. Ziya Osman Saba ve Ahmet Hamdi Tanpınar da öyledir meselâ. Çelebi, kolay tükenecek şiirler yazmadı, edebî modalara yüz vermedi. 2000’ler sonrası, metaların ruhumuza tahakkümünün artık dayanılmaz olduğu zamanları içeriyor. Metafizik tahayyülüyle Çelebi, nefes alacağımız, zatımıza hoşça bakacağımız, ân’ı sonsuza genişletebileceğimiz, hülyâlara gark olabileceğimiz bir şiire davet ediyor bizi. Ve bu da cazip geliyor modern insana. Yine de Çelebi’nin şiirinin, her geçen gün artan bir ilgi söz konusu olsa bile, duyulmuş olduğunu zannetmiyorum. Anlaşılmak kelimesini bilinçli bir şekilde kullanmadım. Çünkü deyiş yerindeyse başka bir âlemden seslenen bir şairden bahsediyoruz, ‘bakanlar bana/ gövdemi görürler/ ben başka yerdeyim’ diyen bir şairden… Onun şiiri ancak sezilebilir.
Asaf Hâlet’in en çok beğendiğiniz ve sık sık okuma ihtiyacı hissettiğiniz ya da ezberinizde olan şiiri hangisi?
Çelebi’nin birçok şiiri ezberimdedir. Hem sağaltan hem kışkırtan bir yanı var onun şiirinin. “Cüneyd” şiirini bilhassa son yıllarda sık sık okuyorum; -hep ‘başka yerdeyim’ çünkü. “Mağara” şiirine fırsat buldukça sığınıyorum. “İbrâhîm”e ne çok soruyorum bugünlerde: ‘gönlümü put sanıp da kıran kim’. “Mâra”nın omzuna başımı koyup ne çok sayıklıyorum bugünlerde. Ve “Nûrusiyâh”a ağlıyorum hâlâ Galib Dede ile birlikte. “Sema-ı Mevlânâ” Türk şiirinin zirvelerinden biri, söylenir şey değil dedirten türden bir şiir. Onu okudukça benzimde güller açıyor. “Cep” şiirini okudukça ‘rüya ben’im’ diyorum; ene’l-rüyâ! “Misafir” şiirine misafir olduğum zamanlarda bütün yüzleri unutarak giriyorum bir masal âlemine. ‘dünyayı göreli çok oldu’ mısraının acısını duyuyorum tüm zerrelerimle, ve bu acının hazzını, “Kunâla” şiirinde. “İçimden” şiirini okuyunca içimden sevinirim, o sevincin tam ortasında bir hüzün peydâ olur.
Öyledir, gelir sebepsiz bir hüzün gibi çöker içinize Çelebi’nin şiiri ve siz hüznün keyfini sürersiniz.
Röportaj: Muaz Ergü