Can Ceylan: Ayaklı kütüphane ve yürüyen ahlak idi Sâmiha Ayverdi

''Sâmiha Ayverdi irfan sahibi ve arif biri olarak yaşamıştır. Bu müktesebatın hakkını da vermiştir. Elbette aldığı resmî ve kitabî bilginin sağlam bir zemine oturması ve üstüne bina ettiği kimlik ve kişiliğinde en önemli etken Ken’an Rifaî olmuştur. Tek başına bir medrese olan Ken’an Rifaî’nin en iyi talebesi olarak Sâmiha Ayverdi, ayaklı bir kütüphane olmanın ötesinde, Ken’an Rifaî’nin 'yürüyen ahlâk' rolünü hakkıyla üstlenmiştir.'' Can Ceylan, Sâmiha Ayverdi ve eserleri üzerine Metin Erol'un sorularını cevapladı.

Can Ceylan: Ayaklı kütüphane ve yürüyen ahlak idi Sâmiha Ayverdi

İstanbul’a ilk gelişim. Fevzi Paşa Caddesi’nde Karagümrük’ten Fatih’e doğru yürüyorum. Gündüzün bütün trafik gürültüsünü ve kentin insanı boğazlarcasına daraltması hissini, yolun ortasında göğe doğru uzanan ağaçların bertaraf ettiğini görüyorum. Hem nazarlarıma hem nefesime bir ferahlık getiren bu ağaçları “kim dikti” diye sormadan edemiyorum? Sonraları anlıyorum ki Sâmiha Ayverdi Hanımefendi’nin sadece diktiği bu ağaçlar değil, kültür hayatımıza attığı tohumlar da kocaman ağaçlara dönüşmüş; nefesimizi, ruhumuzu ve zihnimizi tazeliyor…

Bu tazelenmeyi “Dergâh’tan Akademi’ye Rifâîlik ve Kenan Rifâî” kitabıyla tanıdığımız Doç. Dr. Can Ceylan ile konuştuk.

Bence” diyor Sâmiha Ayverdi “Hayatta gaye, ne muharrirlik ne sanatkârlık, ne âlimlik, ne de kâşifliktir. En büyük hüner, iyi insan olabilmektir.” Can Hocam buradan başlamak isterim: Hazret-i İnsan! Sâmiha Ayverdi’nin “insan”a bakışı nasıldır?

Elbette Sâmiha Ayverdi’nin insana bakışının çıkış noktası, hocası ve mürşidi Ken’an Rifâî Hazretleri’nin bakış açısıdır. Ken’an Rifâî, insanı merkeze koyar. İnsanla ilgilenirken her insanı biricik ve başka bir eşi olmayan varlık olarak görür. İnsanın kemmiyetine yani niceliğine ve çokluğuna değil, keyfiyetine yani niteliğine önem verir. Anlattığı şeyleri kaç kişinin dinlediğinden ziyade dinleyen kişinin kendisine önem verir. Hatta Sohbetler adlı kitapta geçen bir hatırada, “Kimse dinlemese bile ben kendine anlatırım” demektedir.

İnsana doğanın bir parçası olan mahluk olmanın ötesinde onun bu özelliğini göz ardı etmeden, “Hazret-i İnsan” sıfatıyla bakar. Zira insan, biyolojik bedeni ile diğer canlılardan farksızdır, hatta birçok canlıdan acizdir. Uçamaz, soğukta üşümeyeceği postu yoktur, uzun süre susuz kalamaz, vs. Ancak bunca acizliğine rağmen eşref-i mahluktur, çünkü Allah, insana rûhundan ruh üflenmiştir. Ama insan bunu idrak edemezse, esfel-i sâfilin (aşağılıkların en aşağılığı) olur.

Sâmiha Ayverdi, bu bakış açısı ile insana “Sen, Hazret-i İnsansın” tavrı ile yaklaşmakta ve bir anlamda ona âdeta “senin diğer canlılar gibi dürtülerine tâbi olarak bir hayat yaşama hakkın yoktur” ihtarını yapmaktadır.

Sâmiha Ayverdi Hanımefendi ayaklı kütüphanelerimizden biri. Pek çok alanda eser vermiş bir isim. Zahirî ilimler sahasında Sâmiha Ayverdi’nin nasıl bir eğitim hayatı olmuştur?

Sâmiha Ayverdi’nin bugünkü anlamda üniversite gibi bir eğitimi olmamıştır. Biraz da zamanın şartları ve ailesinin sağladığı imkânlarla hususi bir eğitimden geçmiştir. Ama onun aldığı eğitime, eğitim değil de “maarif” demek daha doğru olur. Zira eğitim, insanı başkalarının belirlediği bir müfredat ile başkalarının uygun gördüğü, insanın biricikliğini dikkate almayan bir şekle sokmak demektir. Ancak maarif, kişiye irfan kazandırır ve kişiyi arif yapar. Kişi bu irfan ile hem kendisini hem toplumu tanır. Bununla da kalmaz, yanlışları tespit eder ve çözüm yolları arar. İmkânlar çerçevesinde düzeltmeye çalışır.

Sâmiha Ayverdi de irfan sahibi ve arif biri olarak yaşamıştır. Bu müktesebatın hakkını da vermiştir. Elbette aldığı resmî ve kitabî bilginin sağlam bir zemine oturması ve üstüne bina ettiği kimlik ve kişiliğinde en önemli etken Ken’an Rifâî olmuştur. Tek başına bir medrese olan Ken’an Rifâî’nin en iyi talebesi olarak Sâmiha Ayverdi, ayaklı bir kütüphane olmanın ötesinde Ken’an Rifâî’nin “yürüyen ahlak” rolünü hakkıyla üstlenmiştir.

Sâmiha Ayverdi Hanımefendi’nin zahiri ilimler sahasında da eğitimi var. Bu bağlamda sormak istiyorum: Sâmiha Hanımefendi’nin Ken’an Rifâî Hazretleri ile olan münasebeti nasıl başlamıştır, nasıl devam etmiştir?

Bu iki ismin münasebetlerinin kronolojik bilgisi birçok kaynaktan edinilebilir. Aralarındaki ilişkiyi biz sadece yazılı kaynaklardan anlamaya çalışabiliriz. Ama aralarında nasıl bir rabıta vardı, nasıl bir iletişim ve etkileşim içindeydiler diye sorulan bir sorunun cevabını vermek artık mümkün değil. Keşke o zamanda yaşayıp Ken’an Rifâî ile Sâmiha Ayverdi’nin yan yana aynı mekânda iken birbirlerine nasıl davrandıklarını gözlemleyebilseydik. Önemli sözler yazıya geçmiş olsa bile yazılara aktarılması mümkün olmayan, kişilerarası ilişkiyi mahsus şeyler var.

Ben ikisi arasındaki ilişkinin en iyi Dost ve Hancı isimli eserlerin tekrar tekrar okunmasıyla anlaşılabileceğini düşünüyorum. Sâmiha Ayverdi’nin belki de kelimelere en derin anlamlar yükleyerek yazdığı bu iki eser oldukça önemli. Sâmiha Ayverdi külliyatı için iki mihenk taşı. Bu iki eser iyi anlaşılmadan Sâmiha Ayverdi külliyatı da anlaşılmaz. Ama Sâmiha Ayverdi külliyatı bir bütün olarak ele alınmadan da bu iki eserin şifreleri çözülemez. Bazı şifreler ise hiç çözülemez, çünkü onu sadece Ken’an Rifâî ve Sâmiha Ayverdi anlayabilir.

İki isim arasındaki münâsebet, bir bayrak yarışı olarak Ken’an Rifâî’nin 1950 yılında ebediyete intikâl etmesinden sonra da devam etmiştir, diyebiliriz. Bunun en büyük ispatı, Sâmiha Ayverdi’nin bu tarihten sonra eser vermeye devam etmesidir. Yani hocasından aldıklarını diğer insanlara sunması, bu münasebetin farklı bir boyut kazanmasıdır.

Sâmiha Ayverdi’nin en büyük şansı, sosyokültürel olarak Ken’an Rifâî’nin çevresinde bulunabilmesidir. Ken’an Rifâî, bir maarifçi olması sebebiyle sayısız talebe eğitmiştir. Mesela, Darüşşafaka Lisesi’ndeki vazifesi sırasında birçok talebesi olmuştur. Ama hiçbiri Sâmiha Ayverdi kadar Ken’an Rifâî’den tahsilde bulunmamıştır. Onlar gözleri önünde olan Ken’an Rifâî’yi görememiştir. Bunu görebilmek de Sâmiha Ayverdi’nin büyüklüğünü gösterir.

Yaşadığı dönemde farklı dünyâlardan birçok insanı bir araya getiriyor, tam bir merkez Sâmiha Hanımefendi. Bunu nasıl başarabilmiştir?

Bu da Ken’an Rifâî’den öğrendiği bir tavırdır. Ken’an Rifâî, gerek 1925 öncesinde dergâhların açık olduğu dönemde gerekse 1925 sonrasında özel çevresinde çok renkli bir sosyal ortam oluşturmuştur. 1925’te kapatılan dergâhlarla birlikte faaliyetleri sırlanan Ümm-ü Ken’an Rifâî Dergâhı, sadece Rifâî tarîkatı müntesiplerine değil, hem diğer tarikat mensuplarına hem de farklı sosyal çevreden insanlara açıktı. Bu, Ken’an Rifâî’nin insan merkezli hayat nazariyesinin tatbikata geçmiş hâlidir.

Sâmiha Ayverdi de bu nazariyeyi kendi hayatında uygulamıştır. 1970’te kurulan Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı’nın kurumsal bünyesinde yapılan faaliyetlerin hedef kitlesi o zamanın şartlarına göre oldukça zengin ve renklidir. Klişe ve fabrikasyon bir insan oluşturma gibi çarpık bir amacın peşinde olmadığı için her türlü insanı karşılıklı saygı ve sevgi çerçevesinde bir araya getirmiştir. İnsan planında bu kadar geniş bakış açısı varken insana bakışı daraltan yaklaşımlara da o şiddetle karşı çıkmıştır. Birçok gayrimüslim arkadaşı ve dostu olmasına rağmen, Vatikan’a yazdığı mektuplarla Türkiye’deki zararlı misyonerlik faaliyetlerinden duyduğu rahatsızlığı da yine fikir planında ele alarak ortaya koymuştur.

Sâmiha Ayverdi bir ‘İstanbul hanımefendisi’, aynı zamanda çevresindeki herkesin ‘annesi’. Bir ‘İstanbul Hanımefendisi’ portresi var karşımızda, bir de ‘Anne’ portresi… Bu iki profili farklılıkları ve ortaklıklarıyla nasıl yorumlarsınız?

“Anne” kavramının merkezî bir yere sahip olması, Sâmiha Ayverdi’ye kalan bir mirastır. Yukarıda isminden bahsettiğimiz kitapta da vurgulamaya çalıştığım gibi Ken’an Rifâî’nin hayâtında annesi Hatice Cenan Hanım’ın müstesna bir yeri ve önemi vardır. O kadar ki annesine olan sevgisini kurduğu dergâhın isminde görebiliriz. Tespit edebildiğim kadarıyla “anne” kelimesinin kullanıldığı başka bir dergâh yok. Ken’an Rifâî’nin dergâhının ismi ise “Ümm-ü Ken’an (Kenan’ın Annesi) Dergâhı”dır.

Ken’an Rifâî ihvanı arasında “Valide Sultan” olarak anılan Hatice Cenan’ın şahsında tecessüm eden “annelik” sıfatı, âdeta bir makam adı olmuştur. Bu sıfat daha sonra Sâmiha Ayverdi’ye duyulan saygı sebebiyle kendisi için de kullanılmıştır. Zira o da sevdiklerinin ve sevenlerinin manevî annesi olmuştur. Nasıl annemiz bizim bu dünyaya gelmemizin vesilesi olmuşsa Sâmiha Ayverdi de birçok kişinin manevî dünyaya girmesinde “annelik” yapmıştır.

1905 yılında doğmuş Sâmiha Anne. Osmanlı’nın son zamanları… Cumhuriyet dönemi, Tek Parti iktidarı… Türkiye’nin siyasî hayatı açısından çok önemli yılların şahidi olmuş. Bu dönemleri Sâmiha Anne nasıl değerlendirmiştir? Sâmiha Anne’nin gözünden geçmişe dönük bir siyasî tarih okuması yapar mısınız?

Sâmiha Ayverdi’nin nesli tam bir geçiş dönemi neslidir. O ve onun neslinin tecrübe ve düşünceleri bugünü anlamada bize ışık tutmaktadır. Diğer taraftan, Sâmiha Ayverdi’nin tarih anlayışı başlı başına bir metot olma özelliğine sahiptir. Türk Tarihinde Osmanlı Asırları gibi muhteşem bir eser yazmış olan Sâmiha Ayverdi, akademik anlamda bir tarihçi değildir. Tarihe yaklaşımı, tarihte ne olduğundan ziyade bizim tarihi nasıl okumamız gerektiği üzerinedir.

Osmanlı’nın tasfiyesini, İstanbul’un ve Anadolu’nun işgal ve kurtuluşunu, Cumhuriyet’in kuruluşunu, devrimleri, İstiklâl Mahkemelerini, Tek Parti dönemini, 1960 ve 1980 askerî darbelerini yaşayan bir münevver olarak Sâmiha Ayverdi’nin aldığı tavır ve takındığı tutum, taklit edilmeden örnek alınacak bir örnektir. Zira o da hocası Ken’an Rifâî’yi örnek almış ama bire bir taklit etmemiştir.

Yaşadığı dönem içinde Sâmiha Anne’nin ‘siyaset’ ile olan ilişkisi nasıldır? Malumunuz kendisinin “Türkiye’nin Ermeni Meselesi” isminde bir eseri var…

Sâmiha Ayverdi’yi faal bir siyasî çalışma içinde görmüyoruz. Ama günümüzde sivil toplum çalışmaları üzerinden yapılan sivil siyasetin ilk örneklerinden birini verdiğini söyleyebiliriz. Akademi ismiyle kurulan Kubbealtı Vakfı, dönemin önemli akademisyenlerinin destek verdiği kurum olmuştur. Ayrıca vakıf, daha sonra kurulan birçok vakfa da model teşkil etmiştir. Bahsettiğiniz kitap, aslında sivil siyasetin güzel bir örneğidir. Günümüzün iletişim imkânlarına kıyasla kısıtlı şartlarda yapılan neşriyatlar, önemli konulara işaret etmiş ve kamuoyunun dikkatini çekmiştir. Türkiye’nin Ermeni Meselesi adlı kitap yayınlandığında henüz Asala Terörü yoktu, diplomatlarımız katledilmiyordu. Ama münevver ve irfan sahibi biri olarak Sâmiha Ayverdi, şahit olduğu birçok siyasî oyundan aldığı dersle, Türkiye’nin bir Ermeni meselesiyle karşı karşıya bırakılacağını öngörmüştür.

Bu kitap örneğinden yola çıkarsak Sâmiha Ayverdi’den, siyaset ile nasıl ilgilenirsek daha verimli olacağı konusunda çok şey öğrenebiliriz. Bu kitap gösteriyor ki siyasetle ilgilenme şeklimiz gündem olmuş veya gündem hâline getirilmiş konulardan ziyade kısa, orta ya da uzun vadede gündeme gelebilecek konuları öngörmek olmalıdır. Türkiye’deki bazı diplomatlar bile Ermeni meselesi gibi bir sorunun farkında değilken uluslararası ilişkiler okumamış, hatta üniversite bile okumamış biri olarak Sâmiha Ayverdi, Türkiye’nin uluslararası camiada başını en çok ağrıtan bir konuyu öngörmüş ve bir kitapla ele almıştır. Bu bakış açısı bize siyasete karşı olan tavrımızın ne olması gerektiğini gösteriyor. Tasavvuf ehli siyasetten uzak durmaya çalışır, diye bir tutum vardır. Kısmen doğrudur, çünkü gündelik ve geçici konular insanı gereksiz yere meşgul eder ve esas konudan uzaklaştırır. Ama görülenin arkasında oynanan oyunun ne olduğunu anlamak ve gaflete düşmemek için siyasete tamamen bigâne kalamayız. Aksi takdirde her şey olup bittikten ve ortalık yıkılıp döküldükten sonra düzeltmekle uğraşırız.

Ancak şunu da söylemek gerekir ki sıcak siyaset olarak seçimlerde oy verme konusunda kimseye baskıcı bir telkinde bulunmamıştır. Kendisine saygı duyanlara, kendi oy verdiği partiye oy vermesi için bir baskıda bulunmamıştır. Baskıda bulunsaydı böylesi bir tavır, geçici bir süreç olan seçimleri esas alarak uzun vâdeli ilişkileri tanzim etmek anlamına gelecekti.

Kapsamlı bir soru sormak istiyorum. Sâmiha Anne’nin kültür-sanat hayatımıza katkısını her yönüyle nasıl değerlendirirsiniz?

Bu sorunun cevabı âdeta bir doktora tezi olabilecek kadar geniş. Sâmiha Ayverdi’nin külliyatında bulunan elliye yakın kitabın niceliği bile kültür-sanat hayatımıza olan katkısının büyüklüğünü gösterir. Ancak şuradan başlayabiliriz ki Sâmiha Ayverdi kendi yaşamadığı ve hissetmediği hiçbir şeyi yazmamıştır. O yüzden yazdıkları okuyanlar üzerinde çok etkilidir. Laf olsun diye, polemik çıkarmak ya da retorik yapmak için yazdığı tek bir cümle bile yoktur. Yazdığı her şey içinden gelmiştir ve içindeki her şeyi yaşamış ve kendisi inşa etmiştir.

Sâmiha Ayverdi’nin hayatımıza en önemli katkısı, faaliyetlerini kurumsal bir yapı altında kişisellikten çıkarmış olmasıdır. 1960’lardaki fikrî hareketlilik, Türkiye’nin bugünlerinin temelini oluşturmuştur. Ancak Sâmiha Ayverdi sadece kitap yayınlamak, gazete makalesi yazmak, konferans vermekle kalmamış, en başta söylediğim gibi “insan odaklı” bir planlama ile “arayan insan”ın ne aradığını bulmasına yardımcı olmuş ve bu arayışta yol gösterici olmak için adresler ortaya koymuştur. Bunları yaparken ağabeyi Ekrem Hakkı Ayverdi’nin büyük desteği olmuştur. Bunların başında kurucuları arasında bulunduğu Kubbealtı Vakfı gelmektedir. Kubbealtı, o günün şartlarında bütünleyici bir kurum ve birleştirici bir adres olmuştur. Özellikle Dr. Said Başer’in müdürlüğü döneminde Kubbealtı Vakfı bir üniversite kadar etkili ve irşad edici faaliyetler yapmıştır. Faaliyetlerinde ortaya koyduğu model, bugün hâlâ örnek alınan bir modeldir. Her ne kadar güncelleme konusunda eksiklikleri olsa da Kubbealtı Vakfı, kültür-sanat faaliyetlerine gönül vermiş ve kalıcı adımlar atmak isteyenler için öncü bir kuruluş olma vazifesini yerine getirmiştir.

Sâmiha Ayverdi’nin bir kültür-sanat insanı olarak diğer bir özelliği, zamanı iyi okuması ve zamanın rûhuna göre çalışmalar yapmasıdır. Mutasavvıf bir kişi olarak “ibn-ül vakt” olmanın en bariz örneğini ortaya koymuştur.

Ayrıca günümüzde çok istismar edilen “kadın” kavramına bir edebiyatçı olarak doyurucu bir anlam yüklemiştir. Sâmiha Ayverdi’nin metinlerinde ne kadın ne de erkek vardır. Kadın ve erkek arasında fark olmadığını, “kadın yazar” gibi bir kimlik arkasına saklanarak ortaya koymamıştır. Kitaplarını okuyan ama ismini bilmeyen biri, bu kitapları yazan kişinin kadın mı erkek mi olduğunu anlayamaz. Sâmiha Ayverdi’nin bu tavrı, meselenin kadın ya da erkek olmak değil, “insan” olmak olduğunu anlatmaktadır.

Bugün Sâmiha Ayverdi’nin mirasına yeterince sahip çıkılabiliyor mu?

Maalesef! Sâmiha Ayverdi, büyük bir külliyat ve kurumsal bir yapı bırakmıştır. Bunların canlı tutulması bile külfetli bir iştir. Ancak onun tek başına, sadece bir kalem ve kâğıtla yaptığı şeyler ve o zamanki imkânlar düşünüldüğünde, eğer Sâmiha Ayverdi bugün yaşıyor olsaydı, herhâlde kültür ve sanat alanında çok etkili bir düşünce kuruluşu kurardı. Bunun için hem görsel ve yazılı malzeme üretir, hem de bunları üretecek insan kaynağını yetiştirirdi.

Mirasa sahip çıkmanın sadece olanı korumak olduğunu düşünmüyorum. Bu tavır müspet olsa da bir süre sonra atalete düşülmesi kaçınılmazdır. Nostaljik ve geçmişin tatlı rüyalarını görerek yaşamış biri olmayan Sâmiha Ayverdi’nin mirasına nostaljik bir anlayışla sahip çıkmak, o mirası verimli kullanmamaktır. Sâmiha Ayverdi, Ken’an Rifâî’den aldığı mirası hocasını tekrar ederek korumamıştır. Onun hocasından aldığı mirası koruma şekli, geliştirmek ve güncellemek şeklinde olmuştur. Bunlar yapılmadığı için cevaba “maalesef” diyerek başladım.

Sizin Sâmiha Anne’yi tanımanız nasıl oldu? Sâmiha Anne’nin sizi en çok etkileyen eseri hangisidir?

Sâmiha Anne’yi dünyâ gözüyle görmek kısmet olmadı. Ben onu İstanbul hasretime deva olan bir yazar olarak tanıdım. İstanbul’u çok seven biri olarak Ankara’ya üniversite tahsili için gittiğimde, İstanbul Geceleri ve Boğaziçi’nde Tarih isimli kitaplar âdeta ilaç gibi gelmişti. Bu kitapları bana abim vermişti. 1993 yılının Mart ayında gazetelerde gördüğüm vefat ilanları beni çok üzmüştü. Ama artık Sâmiha Ayverdi kütüphanesinin ve düşünce dünyasının kapısı açılmıştı bana.

Daha sonra doğduğum Fatih-Karagümrük Mahallesi'nin yakınlarında yaşamış biri olduğunu, bir zamanlar onunla aynı sokaklarda yürümüş olduğumu öğrendiğimde yazdıklarını daha farklı okumaya başladım. Yaşadığı evin önünden defalarca geçmiştim. Belki o beni pencereden görmüştü de ben, çocuksu bir cahillikle dikkat etmemiştim.

Dost, Hancı, İbrahim Paşa Konağı, Bağ Bozumu, Mesih Paşa İmamı, İnsan ve Şeytan, Yaşayan Ölü, Ah Tuna Vah Tuna, Kölelikten Efendiliğe ve diğer kitaplarını cümlelerin altını çize çize, özel defterlere not alarak okudum. Ken’an Rifâî ihvânını tanımadan önce o zamâna kadar basılmış olan bütün kitaplarını okudum.

Beni en çok etkileyen eseri hangisidir, sorusuna cevap vermem biraz zor. Sâmiha Ayverdi’nin yazdıkları anlamında külliyatını tek bir eser olarak görüyorum. Farklı isimlerdeki kitaplar ise bu eserin bölümleri gibi. Zira hangisinden başlarsanız başlayın bir sonrakinde bir sıra karışıklığı yaşamıyorsunuz. En son yayınlanan kitabından bile başlasanız, ilk yayınlanan kitabını okuduğunuzda herhangi bir kurgu sorunu hissetmiyorsunuz. Ben bunu Sâmiha Ayverdi’nin “Kur’an-ı Kerim Kültürü”ne bağlıyorum. Sâmiha Anne, Kur’an-ı Kerim’i çok iyi anlamış, anlatım şeklini hazmetmiş biridir. Kur’an-ı Kerim, giriş-geliş-sonuç yapısı içinde yazılmış bir kitap değildir. Dilediğiniz sûre hatta ayetten okumaya başlayabilirsiniz. Sâmiha Ayverdi’nin fikrî kaynak ve anlama modeli olarak Kur’an-ı Kerim’i esas aldığı çok açıktır. Bu, onun keşfettiği bir şey değil; Hz. Mevlânâ da Yunus Emre de aynı şekilde yazmış ve söylemiştir. Kâinat Kitabı’nı anlayarak okursanız, yazdığınız şeyler de o kitabın izlerini taşır ve her daim okunur. Her okuyan her okuduğunda farklı anlama tecrübeleri, farklı yorumlara ulaşır.

Fakat illa ki bir eser ismi vermem gerekirse Sâmiha Ayverdi’nin ortak yazar olarak yer aldığı Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık ve Ken’an Rifâî adlı eserde kaleme aldığı bölüm, derim. Bu metnin her kelimesi, âdeta bir hat eserindeki harfler gibi özenle kullanılmıştır. Kitabın tamamı da defalarca okunmalıdır.

İmkânınız olsa Sâmiha Ayverdi adına neler yapmak istersiniz?

Sâmiha Ayverdi çok büyük bir mütefekkir. Sadece kelime dağarcığının zenginliği ve kelimeleri kavramsallaştırma becerisi bile onu dünya standartlarında bir yazar yapmaya yeter. Dünyanın tanıdığı önemli düşünür ve yazarlar için özel olarak hazırlanmış sözlükler vardır. Mesela Shakespeare Sözlüğü veya İbn Arabi Sözlüğü. Sâmiha Ayverdi için böyle bir sözlük çalışması fikri uzun zamandır kafamda dolaşır durur. Hele hele Türkçeyi korumak adına önemli ve ciddî adımlar atmamız gereken bir dönemde, böyle bir sözlük çalışması hem edebiyat hem de entelektüel dünyamız için yeni açılımlara zemin olacaktır.

Ayrıca, Sâmiha Ayverdi adına hâlâ “edebiyat ödülleri” verilmemesi de büyük bir eksikliktir.

Röportaj: Metin Erol

YORUM EKLE