Zafer Şenocak, hem Almanca hem de Türkçe yazan bir şair ve yazar. 1961 Ankara doğumlu. 1970 yılında ailesiyle birlikte Münih’e yerleşti. Münih Üniversitesi’nde Alman dili ve edebiyatı; felsefe, tarih ve siyasal bilgiler dallarında eğitim gördü. 1989 yılından beri Berlin’de yaşıyor. Bir ayağı Berlin’de olmakla beraber, çoğunlukla Goethe Enstitüsü’nde ya da diğer kurum ve kuruluşların edebiyat etkinliklerinde eserlerinden okumalara ve edebiyat tartışmalarına katılıyor. 2016 Kasım ayında Nilüfer Belediyesi Uluslararası Şiir Festivali‘nde ve Dortmund ile Essen şehirlerindeki Chamisso Edebiyat Günleri’nde şiirlerinden ve diğer eserlerinden okumalarda bulundu.
Almanca ilk şiir kitabı “Elektrisches Blau” 1983’de Münih’te yayınlandı. Onu “Verkauf der Morgenstimmungen am Markt” (1983), “Flammentropfen” (1985), “Ritual der Jugend” (1987), “Das senkrechte Meer” (1991), “Fernwehanstalten” (1994) ve “Übergang” (2005) takip etti. Hikâyelerini “Der Mann im Unterhemd” (1995) ile “Die Prärie” (1997) adlı eserinde topladı. Roman türünde yazdığı kitaplara “Gefährliche Verwandtschaft” (1998) ve “Der Erottomane” (1999) örnek verilebilir. Bir ara Almanca Sirene dergisini çoğu göçmen olan diğer edebiyatçı arkadaşlarıyla beraber çıkardı.
2016 başlarında son eserini “In deinen Worten: Mutmassungen über den Glauben meines Vaters” adıyla yayınlandı. Aynı yılın yaz sömestresinde Hamburg Üniversitesi’nde misafir profesör olarak “kültürlerarası poetika” üstbaşlığındaki konularla ilgili ve bu son kitabı üzerine edebiyat seminerleri verdi. Yirminin üzerinde eseri olan Zafer Şenocak, Yunus Emre şiirleri çevirisi “Das Kummerrad” (1986) başta olmak üzere Türkçe’den Almanca’ya kimi çevirileriyle; ‘Köşk, ‘Dünyanın İki Ucu’ ve ‘Alman Terbiyesi’ gibi Türkçe romanlarıyla da tanınıyor.
Almanya’daki hâkim kültür ve edebiyat eleştirisinin kanaat önderlerince, “Göçmenler dolayısıyla da gittikçe değişen Almanya’nın ve edebiyatının önemli bir sesi” diye değerlendiriliyor.
İslam Mecmuası‘nın sahibi ve yazı işleri müdürü idi Kemalettin Şenocak
![]() |
Kemalettin Şenocak |
Zafer Şenocak’ın babası, yazar ve yayımcı Kemâlettin Şenocak ise, 1956‘dan 1966 yılına kadar aylık yayınlanan İslam Mecmuası‘nın sahibi ve yazı işleri müdürlüğünü de yapmış bir yazar. Zamanın diğer gelenekçi dergilerinde de yazıları çıkan tecrübeli yazarlar Asım Köksal, Elmalılı Hamdi Yazır, Hasan Basri Çantay ve Ömer Nasuhi Bilmen gibi yazarlar yanında Talat Koçyiğit, Lütfi Doğan, İsmail Cerrahoğlu ve Süleyman Ateş gibi zamanın genç yazarlarının ilk yazılarının yayınlandığı İslam Mecmusı’nın mutfağının her şeyi. Hem dergi çıkarıyor; dergisinde nesir yarışmaları düzenliyor ve aynı zamanda da “Kutbu'l Ârifîn Seyyid Azîz Mahmûd Hüdâyi: Hayatı, Menâkıbi ve Eserleri” (1970) ya da “Modern Arıcılık” (1956, 1970) gibi çok çeşitli konularda da eserlere de imza atıyor. İlginç konularda eserler hazırlamanın ve zor şartlarda Türkiye’de dergi çıkarmanın yanında ara sıra Sancak ve Mavera gibi dergilerde yazılar da yazmış Kemalettin Şenocak. Hem yetişkinlere hem de çocuklara hitap eden Almanca “Der Islam und sein Prophet Muhammed” okuma kitabını geçenlerde Altan Üze’nin çizimleriyle Babel Verlag yine yayımladı.
Baba Kemalettin Şenocak, bir zamanların türlü çiçeklerle şenlenen ama şimdi ıssız ve kıraç kalmış Allahuekber Dağları’nın Sarıkamış’a bakan eteklerinde yaşayan ve “tadına doyum olmaz” bal yapan arıların çocukluğunun imanını artırdığı yöreden.
Ankara’da yayımcılık. Yazarlık. Dergi yönetmenliği… 1966 yılında önce İstanbul’a, 1970 yılında da oğlu ve eşiyle “Necaşi’nin ülkesi” dediği Almanya’ya göçmüş. Münih’te İslamischer Verlag diye bir yayınevi kuruyor. Almanca ve Türkçe yayım faaliyetlerinde bulunuyor. Emelleri bitmeden ecel onu 2010 yılının bir güz günü Berlin Şehitlik Camii Mezarlığı‘nda yatan eşi Emine hanımla buluşturmuş.
Zafer Şenocak’ın kitabı: Babamın İnancı Üzerine Varsayımlar
Zafer Şenocak, babasının vefatından beş yıl sonra ona gönderdiği anı-günlük- mektuplar üslubundaki hem felsefi hem de şahsi bazı konuları “In deinen Worten: Mutmaßungen über den Glauben meines Vaters” (Senin Sözcüklerinle: Babamın İnancı Üzerine Varsayımlar) adlı Almanca son çıkan eserinde edebiyat kamuoyuyla mümkün olduğunca paylaşabileceği şekilde paylaşıyor. Yer yer babasından yazılı ve sözlü alıntılarla ve kimi zaman babasına, çoğu zaman da okuyucuyla tartıştığı fikirler, kitabın alt başlığında olduğu gibi, yazarın babasının inancı konusundaki tahminleri veya babasıyla hayâli hasbihali. Zaten, Şenocak okuyucuya daha eserinin önzözünde yazdıklarının, kurgu da olmakla beraber, aynı zamanda belge, hatıra ve vasiyet niteliğinin de olduğunu belirtiyor.
Babasının mezar başında dost bildikleri Abu Zer, Veysel Karani, Üftade ve Derviş Yunus’u düşünmenin yalnızlığını giderdiğini hissediyor. Dost bildiklerinin en başında ise; zalime karşı ‘adaletin tam tahakkukunun’ az bir ihtimal bile olsa, yine de hak ve adalet uğruna cehdi tavsiye eden Hazreti Ali. Oğul ve yazar Şenocak da kendine yakın hissediyor bu baba dostlarını.
Kemalettin Şenocak’ın, “Kim ruhunu Hz. Ali, İbn Arabi ya da Mevlana’nın arasında gezdirirse Kur’an ona sevgi ve kurtuluş vadeden bir kitap olarak açılır. Kim ki ruhunu sadece bilginlerin kitaplarındaki detaylara hapsederse, kendini muştusuz ve kurtuluşu olmayan metinlerin labirentinde kaybeder. Böylelerini sonunda aklı da kurtuluşa erdiremez.” diye düşündüğünü öğreniyoruz oğlunun kitabındaki alıntısıyla.
Babasıyla tatilini geçirdiği Ege bölgesindeki bir cami minaresinden çok kötü bir kıraat ile okunan ezanı duyunca, ezanın güzelliğine böyle kastedene neden büyük günahların cezası gibi bir ceza verilmediğinden yakınıyor ve babasından bir alıntıyla destekliyor: “Eskiden inancımız söylenen güzel sözlerden ve sert kanunlardan oluşurdu. Şimdi ise onda sadece sert kanunlar kaldı.”
Bazen kendisine, “Bugün nefesin şiir kokuyor” diyecek babasından dört yıldır yoksunluğu mu yazdırdı bu eseri? Her oğulun babadan bir nevi kişiliğini ‘bağımsızlaştırma’ ve salt kendi şahsiyeti olma kapışması mı? Belki de bir babanın düşüncelerinin bir oğul tarafından yeniden hissedilen med ve ceziri. Sormuyoruz. Dinliyoruz: “Bazı konuları onunla konuşamamış olmanın” farkındalığı ve artık geri de gelmeyeceği bilindiği halde, sanki “çok geç gelecekmiş gibi bir özlemle” özlenene yazılan mektuplar misali bu eser. Zafer Şenocak’ın bu kitabı hem kendi şahsi hem de toplumsal kültürel aidiyetini; hem kendisinin hem de babasının “sözcükleriyle” samimice tartıştığı edebi bir olgunluk eseri.
Zafer Şenocak ile, edebiyat anlayışı ve Almanya ile Almanya’daki Türk toplumunun kültürel gidişatı; Berlin’de vefat eden yazar ve yayımcı babası Kemâlettin Şenocak üzerine ve göçülen coğrafyayı vatan yapma konularında konuştuk.
Ankara’da doğup dört-beş sene İstanbul’daki çocukluktan sonra, sekiz yaşında Münih’e göç ettiniz. 1989 yıllarından beri de Berlin’desiniz. Bu süreçten biraz bahseder misiniz?
Evet, hayatım biraz gezgin olarak gelişti. Göçmenlerin bir özelliği de çabuk intibak edebilmeleridir. Bir yerde oturmaya başladığınız zaman, oranın havasını teneffüs ediyorsunuz. Bu hava size pek de yabancı gelmiyor. Tabi ki, her yerin bir yabancılığı var. Almanya’daki bu ‘yabancı’ sözcüğünü anlamış değilim. Yeryüzünde yaşıyoruz sonuçta hepimiz. Bu kozmopolitzm anlamına gelmiyor. Kozmopolit değilim. Kendi içimde olan dünyayı çeşitli yerlere taşıyan bir insanım. Bunu o şehirlere taşıyorum. Sorun, benim içimdeki dünya ile gittiğim yerlerin nasıl bir bağlantı kuruyor olması. Hiç bağlantı kuramadığım yerde yabancıyım tabii ki. Ama çoğu yerde bağlantı kurabiliyorum. Çok yoğun duygular, ancak bazı yerlerde yaşanıyor: Üsküdar’da bir yokuşta yaşadığım duyguyu ben muhtemel Berlin’deki Unter der Linden’de yaşayamam. Burada yaşadığımı da orada ya da başka yerde yaşayamayabilirim.
Benim kitaplarımda da değindiğim ya da tartışma toplantılarında iddia ettiğim ve tekrarladığım şu: Bu duygular veya düşünceler yanyana da yaşayabilir, yaşanabilir. İlla Berlin’i vatan duygusuyla hissetmem için, Üsküdar’ı unutmam gerekmiyor.
Alman siyasilerin sık sık göçmenleri ‘Ya orası ya da burası’ diyerek zorlaması geliyor aklımıza…
Evet, evet… Bu denilenin aksi: ‘Ne o, ne de bu’ mantığı. Dünyadaki krizler, içinden çıkılmaz sorunlar, böyle zorlamayla oluşuyor. Hem orası hem de burası mantığı, kendini geliştiren ve toplumsal çatışmaya da götürmeyen önemli bir duruş.
Sizin bir teziniz var: “Ne zaman ki Almanya’daki Türkler Almanya’da ‘vatanda’ olduklarını hissederler, ki ancak Avrupa o zaman tüm değerleriyle beraber gerçekten Avrupa olur.” Bunu açar mısınız?
Evet. Çoğu tartışmalarda da tekrarladığım gibi: Berlin’de Unter der Linden’de o yoğun duyguyu geliştirmeden ‘Avrupalı ve Alman-Türk’ kimliği gelişmez! Burada Avrupalı’yı tanımlamamız gerekiyor. Avrupa’da oluşan müşterek miras, değerler, diyelim. Böyle bir şey var mı?
Var.
Bu değerlerin ve mirasın içinde olduğunuz zaman Avrupalı oluyorsunuz sonuçta. Şimdi, oturduğunuz ve yaşadığınız ülke gelenekleriyle diğerleri ne derece çatışıyor? Çatışma hep olur tarihte olduğu gibi. Avrupa kendi değerleriyle de çatışmıştır. Az veya çok; Nazi döneminde olduğu gibi içeriden de olur. Kimi bazı değerleri hiç kabul etmez. Tümden de kabul olmaz. Değerler zincirine bir yaklaşma olur hep. Uzlaşma yüzde yüz olmaz. Çatışma noktalarına bakmak gerekiyor. Yani müşterek bir zemin var mı? Benim şu andaki düşüncem: İnsanların kendilerini çeşitli yerlerde, yurdunda hissedebilmesinin artık kabüllenilmesidir. İnsan kendini A veya B noktasında yurdunda hissediyorsa, o kabül görmelidir. Hissetmiyorsa zaten yabancıdır.
Diyelim ki göçmen Türkler bu coğrafyada kendilerini yurdunda hissetti.
Aslında çoğunluk hissediyor ama engeller var. Ben optimist değilim. Önemli engeller görüyorum. Bunların bir kısmı Alman çoğunlukla ilgili. Yani, Almanların kendini tanımlamasıyle ilgili. Kimlikle ilgili.
Özellikle iki Almanya’nın birleşmesinden, yani 1990’lı yıllardan sonra başlayan ve devam eden...
Evet, sadece Almanya’nın daha da kültürel bir homojenleşme isteği değil bu durum. Hâkim çoğunluğun içinde olan bastırılmış birçok duygunun aslında tekrar ortaya çıkmasının sonucu. Bu duygular, istemler nasıl harmanlanacak? Bu olumlu gelişmeye de girebilir.
Özellikle de siyasi olarak Almanya’daki Türklerin toplumsal yaşamda nesne olarak kullanılmaması gerekiyor.
Evet, bunu aşmak gerekiyor. Aşılabilir mi, bilmiyorum. Gidiş o yöne doğru biraz. Belki de bunun için bir kitabımda Almanları obje olarak konu yaptım. Almanların Almanlığı sorunu yani. Ancak, ben Alman toplumunu incelerken, aynı zamanda Almanya’da –dünyanın çoğu yerinde olduğu gibi- İslam’ın, dinden çok sanki bir ideolojinin yansıması gibi algılandığını söylemek istiyorum. İzm’ler gibi yansıyor. Müslümanlığın bir düşünce geleneğinin, bir spritüal tarafının olduğunu, inanca bakış tarafının da olduğunu pek göremiyoruz. Bunu gösteremiyen bir dil sorunu var. O engin ve aşkın düşüncenin, yaşanılan toplum ve diline nasıl çevrileceği sorunu var.
Bu konuda sizin önemli ve olumlu yönde katkınız oldu: 1980’li yılların ortasında Yunus Emre şiirlerini Almanca’ya çevirdiniz.
Yunus Emre şiirleri çevirim bir katkı. Aslında daha yoğun fikir ve düşünce alanında çeviriler de olması lazım. Salt Türkiye’den değil, aynı zamanda tüm İslam dünyasından çoğulcu ve fikir ağırlıklı çevirilerin günümüzde yetersiz olduğu görülüyor. Bin dört yüz yıllık geleneği düşününce çok az. Yüzyıllar içinde gelişen, yer yer çatışan dil… Bunların hepsi ortaya konduğu zaman, bugünkü imajın bir karikatür gibi olduğu ortaya çıkar.
Almanya‘daki Türklerin edebiyatına hem Almanca hem de Türkçe katkısı olan velud yazanlardansınız. Bu yetkinliği –bir de Almanya’daki Türkçe eğitim ve öğretiminin o zamanki ve hâlâ bugünkü feci durumunu göze alırsak- neye borçlusunuz?
Ane ve babama borçluyum. Sonuçta bana çocukluğumda evde birşey verildi. Dil eğitimi bir kültür eğitimi diyelim. Annem Cumhuriyetin ilk kuşak öğretmenlerinden biriydi. Babam 1970’li yıllara kadar Türkiye’de yayın çevresinde olan, dergi de çıkarmış bir yazardı. O bakımdan çok şanslıydım. Öğrendiklerimi geliştirmeye çalıştım, o kadar. İki dil de suni bir şey değildi benim için. Münih’de, illa ‘Türkçe yazacağım, vatanımdan kopmayacağım’ diye bir duygu yoktu bende. Türkçe önceden; sonra da Almanca, içimdeki dildi. İçinde olmadı mı zaten edebiyat olmuyor. İçerideki dil edebiyata dönüşüyor. Tabi hayal dünyası, imgelerle beraber iç dünyamda bir dil oluşuyor. O dil hangi dilden dendiği zaman biz onu Türkçe veya Almanca olarak tanımlıyoruz. Aslında birazcık da kişisel bir dil benimkisi: Ne Almanca ne de Türkçe.
İçten geliş hangi lisanla olursa...
Tabii, tabi. Almanca, Türkçe nasıl gelirse. Baskı uygulamadım. Artık nasıl gelirse. Beynin vazifesi zaten hep baskı uygulamak. Edebiyatta yazmaya veya şiir dünyasına girmeye baskı uygulamama metoduyla başladığım için; Almanca da, Türkçe de yan yana gelişti. Fakat, şöyle bir şey var: Ağırlıklı Türkçe yazdığım veya Almanca yazdığım zamanlar oluyor. Mesela, düşünce yazılarımı daha çok Almanca yazıyorum. Türkçe’de daha çok şiir, roman ya da hikâye türünde yazdıklarım var. Yaşadığım toplumdaki hâkim dil ile çalışıyorum. Türkçe’yi de devam ettirmem bazı eserlerime yol açtı. ‘Köşk’ romanıma, ‘Alman Terbiyesi’ adlı eserime katkı sağladılar. Köşk’te seküler dilin ardında duran bir ‘din dili’ var mesela. O dili en iyi Türkçe yazabilirdim. Alman Terbiyesi’nde ise ‘1940’ların Türkçesi’ var.
Bu çeşitli ve farklı ‘edebiyat dillerine’ ilgi nerden geliyor?
Ailemin kökenleriyle de ilgili. Babamın ailesi daha geleneksel bir aile. Geleneksel derken ne anlıyoruz bundan? Biliyoruz ki, 20. yüzyılda Türkiye’de kültürel kırılma olayı var. Türkiye Cumhuriyeti olarak oluşan devlette bir kültür politikası uygulanıyor. Bu politikanın çok açık, net mesajları var.
Ve de sınırları var.
Kesin! Yani, aslında yeni bir insan oluşturuluyor. Benim annemin aile yapısı, bu oluşturulan yeni tip sosyal yapıya daha uygun bir aile. Biraz bürokrasinin içinde olan bir aile yapısı ve öğretmen olan bir anne. Onların dili daha rasyonel bir dildi. Babamın dili –ki babam benim için hep entellektüel dünyayı temsil etmiştir- düşünen, yazan bir insandı. Onun dili o zamanlar ‘gerici’ olarak nitelendirildi, daha fazla Osmanlı Türkçesi; yani Arapça, Farsça kökenli kelimeler, terimler kullandığı için. Cumhuriyetin ilk yıllarının çocuğu. Fransız ve Rus romanlarından besleniyor. Ama öbür taraftan da bir ‘Doğu kültürü’ imajı var. Eski bir medeniyet hülyasının çevresinde oluşan bir dil var. O dil babamın ‘tassavuf’ diliydi işte. Ben o dil ile bir iletişime girdim ve onun sorunlarını da gördüm. Bu sorunların üstünü örterek aşmamız hiç mümkün değil. Bunu tekrar tartışmaya açmamız gerekiyor. Bu dil nereden geliyor? Hayali nedir? Neyle örtüşüyor ve neyle, niye çatışıyor? Anlamamız gerekiyor. O dil uzlaşmacı bir dil olabilir mi? Bunlar siyasi olmakla beraber aslında kültürel konular bir bakıma.”
Bu gibi konulara zamanında girmeye çalışanlardan biri de babanız Kemalettin Şenocak Bey idi.
Evet, çok ağzı yandı bu konularda rahmetlinin. Türkiye maddi olarak çok kalkınan ve ivme yapmış bir ülke ama kültürel hayatı buna paralel gitmeyen, daha zayıf giden bir ülke. Çok tehlikeli bu. Hani sonradan zengin olmuş bir kişinin rüküş ve kitsch davranışları gibi ülkenin hali. Çok yazık olur; çünkü ülkeler kültür ve medeniyet üzerine oturur. Kaç kişi Hz. Ali’nin ‘ilmin kapısı’ olmasının ötesinde üç-beş vecizesini biliyor? O’nda aydınlanma felsefesini kavrayan müthiş vecizeler var. Yine, daha sonraki, 9. ve 10. yüzyıldaki engin felsefenin kökleri nereye dayanıyor, bilmiyoruz. O kadar çok sorular var ki: Ortaya çıkarmak, güncelleştirmek ve bunları buradaki, yani yeni vatanımızdaki kültür yaşamımıza katmak lazım.
Röportaj: Kadri Akkaya
Fotoğraflar: İsabelle M. Beck ve Şenocak aile albümü