Ahmet Muhtar Büyükçınar Hocaefendi'nin vefat dönümününde talebesi ve hocanın "Hayatım İbret Aynası" adlı hatıratını yayına hazırlayan Prof. Dr. Cihan Okuyucu ile, Ahmet Muhtar Hoca'nın ibretlik yaşam öyküsünü, ilmi serüvenini, yaşadığı dönemi konuştuk.
Röportaj boyunca yer alan fotoğraflar ve hocanın kendi el yazısının yer aldığı görseller, Ahmet Muhtar Büyükçınar Hocaefendi'nin oğlu Kerem Büyükçınar'dan alınmıştır. Kendisine de teşekkür ediyoruz.
Batılı bir yazarın da dediği gibi -yanılmıyorsam bu kişi Stefan Zweig idi- “bir yazarı tanımanın en iyi yolu kitaplarını okumaktır”. Tabi eğer bahsettiğimiz kitap hatırat ise bu çok daha önemli olur. Allah kabrini nur etsin, Ahmet Muhtar Büyükçınar Hocaefendi’nin “Hayatım İbret Aynası” adlı hatıratını yayına hazırlayan kişisiniz. Bundan dolayı sizlerle söyleşi yapma talebinde bulunduk, öncelikle kabul ettiğiniz için teşekkür ediyorum. Hatırat ile alakalı konuşacağız şüphesiz ama, bundan önce hoca ile nasıl tanıştığınızdan hatıratın yazımına kadar olan vetireyi sizlerden dinleyebilir miyiz?
Ben, 76 – 80 arası İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı mezunuyum. ‘79 yılına geldiğimizde Türkiye’de çok gergin bir ortam söz konusuydu. 70’li yıllardan itibaren fikri münakaşalar fikir münakaşası olmaktan çıkıp, önce fiili mücadele, bilahare de silahlı mücadeleye dönüşmüştü. İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde de o yıllarda iki akım; sol ve sağ güçlüydü. Sağ deyince de ülkücüler ve İslamcı gençlik anlaşılırdı. Ben de kendimi bu grubun içinde konumlandırmış bulunuyorken bir arkadaşımın tavassutu ile Ahmet Muhtar Büyükçınar Hocamızı tanıdım. 1979 yılıydı. Fatih’te sekiz, on kişinin bulunduğu bir ev ortamıydı.
Doğrusu ilk birkaç celsede çok fazla beni çarpan bir şey olmadı. Çünkü oturuşu, konuşması bakımından kendisini oradaki mevcutlardan ayrıştırmayan, herkes gibi oturan biriydi. Konuşması da öyle heyecanlı değildi. Bağırma tonunda değildi mesela. Çok sakin bir konuşma tarzı vardı. Anlattığı şeyler de işte bizim o zamanki gençliğimizde yer alan dünyayı yıkma, yeniden yapma tarzından uzak, böyle bir iddiası olmayan bir ses tonu ve üslubundaydı. Konuşurken çok zaman kendisi kadar oradakiler de konuşmaya katılıyorlardı. Ona denk muamelesi yapıyorlardı. Böyle haftada bir; o zaman sekiz-on kişilik topluluğun sırayla birinin evinde, bazen hocanın kendi evinde yapılan toplantılar devam etti. Dediğim gibi başlangıçta benim tasavvuf denilince aklımda- fikrimde tasavvuf kitaplarından edinilmiş bir birikim vardı ve tasavvuf benim için çok daha fevkalade bir şey idi. Ama söylediklerinin zaman içerisinde ruhuma damla damla sızdığını ve öyle hem kendisinin hem de etrafındaki insanların birlikte dönüştüklerini fark ettim. Sonra Allah nasip etti. Beraberlik devam etti. Bilhassa 12 Eylül 1980 döneminde yaklaşık 1 sene kadar o zamanki ortam müsait olmadığı için ara verdikten sonra, 82’den itibaren tekrar haftalık toplantılara başladık.
Bu arada hocamız Haseki İhtisas Merkezi’nde Tefsir ve Hadis hocası idi. Bu merkez hakkında bir fikriniz vardır zannediyorum. Diyanet camiasının zannediyorum ‘79 yılında müftüler arasında seçkin bir grubun bir nevi yüksek lisans ya da doktora seviyesinde eğitim görmesi amacıyla kurduğu bir müessese idi. Müftüler arasından seçilmiş, sayıları zannedersem 80 kadar kişi Haseki İhtisas Merkezi’nde eğitime tabi tutuldular. Orada Kıraat birimi vardı, kıraat konusunda Türkiye’nin yetiştirdiği aşere takrib hafızlarından Abdurrahman Gürses merhum oradaydı. Fıkıh’ta Halil Gönenç vardı. Tefsir ve Hadis’te de Ahmet Muhtar Büyükçınar Hoca oradaydı. İşte bu görevi dolayısıyla İstanbul’da idi. Önce Fatih, sonra Merter’de oturdu.
‘85 yılına kadar hemen hemen bu şekilde haftada bir, istisnalar dışında ev sohbetleri devam etti. Bazen öyle bir zaman geldi, evlere sığılmaz olunca Şirinevler’de bir daire tutuldu. Bir ara Seyitoğlu Baklavacısı’nın üstünde, Laleli’de bir dairede yine bazen otuz- kırk kişiye kadar çıktığı oldu katılımcıların. Bu şekilde sohbetler devam etti. ‘85 yılında hoca emekli oldu ve Esenköy’e yerleşti. Ondan sonra gidiş gelişler artık haftada bir değil ayda bir olmaya başladı. 86’da ben Kayseri’ye Erciyes Üniversitesi’ne gittim. 86’dan ‘98 yılına kadar 12 yıllık bir dönem irtibatımız aradaki mesafe dolayısıyla yaz tatilinden yaz tatiline devam etti. Biz geldikçe Esenköy’de hocamızı ziyaret ederdik. Hocamızın evi otel gibiydi. Kendi kaldığı dairenin arkasında bir küçük dairesi daha vardı. Orası misafirlere mahsus bir daire idi. Yazın bir yandan denize girerken yemeğimizi orada yer, sonrasında tüm boş vakitlerimizde çalışmalar üzerine sohbet imkânı bulurduk. 98’de ben İstanbul’a tekrar dönünce 2002’ye kadar zaman zaman İstanbul’da ayda bir toplantılar oldu ama o sıralarda bir takım rahatsızlıkları zuhur etti. Sonra bu rahatsızlıklar ilerledi, tabi bunların ilerlemesiyle bu tip ev toplantıları bitti ama o sohbetlere iştirak eden insanlar hocayı görmek için zaman zaman Esenköy’e geliyorlar, orada sohbet ediyorlardı.
O yıllarda benim de Esenköy’de bir yazlığım oldu. Yazları bu kitabı orada çalıştık. Aslında benim bunda çok katkım olduğu söylenemez. Metin, hocaefendinin tamamıyla kendisinin kaleme aldığı bir metin. Ben Türkçe bakımından okudum, tashih ettim. Üç baskısı oldu. Daha doğrusu üç yayınevinden şu ana kadar baskısı oldu. İlki Marifet Yayınları’ndan çıkmıştı, 4 küçük cilt halinde. İlk baskıda ilk iki cildi Ertuğrul Düzdağ, ikinci iki cildi de Necmeddin Turinay hazırlamıştı. Bu ilk baskıdan sonra Marifet ikinci baskıyı yapamayınca, bir yayınevi arayışına girildi ve ikinci basım Hayat Yayınları’nda oldu. Bu baskıyı ben neşre hazırladım. 4 ciltlik baskı, tek bir cilde sığmadığı için Hayat Yayınları benden biraz kısaltmamı istedi. İlk Marifet baskısı 1300 küsür sayfadır. Ben de istemeyerek o 4 ciltlik ilk neşirden yaklaşık 200 sayfa kısaltmak durumunda kaldım. Böylece tek kalın bir cilt halinde toplama imkanı oldu. Oradaki baskıdan sonra Hayat da ikinci defa basmak istemeyince Kaynak Yayınları’na teklif ettik. Orada da bir sürü maceradan sonra gördüğünüz şekilde bir baskı oldu. O da yine Hayat’takinin bu sefer biraz daha kısaltılmış şekli idi. Doğrusu bu kısaltmalara ne ben ne de hocamız pek memnun kaldı. Kendi hayatına anlam katan bir eserden koparılan her cümle onun için bir acı sebebiydi ama biraz mecburiyetten o şekilde oldu. Kaynak Yayınları’nın kapatılmasının ardından, 3 yıldır piyasada olmayan bu eser nasip olursa tekrar Ensar Yayınları’ndan basılacak. O ilk tam baskısı şeklinde inşallah yeni baskısı olacak.
Bu değerli eseri tekrar okumak gerekecektir o halde.
Eksik olan kısımlar bilhassa çocukluk kısmında idi. Ben böyle bir zaruret durumunda kalınca hiç olmazsa mesaj değeri çok olmayan çocukluk dönemi maceralarından eksilteyim diye düşünmüştüm. Eksikler daha çok o tarafta
Ahmet Muhtar Büyükçınar Hocaefendi hatıratının mukaddimesinde bu eserin yazılma sebebinin talebelerinden gelen yoğun talep dolayısıyla olduğunu söylüyor. Sizler de bu talepte bulunan kişiler içerisinde miydiniz?
Benim talep edecek bir haddim yoktu. Ama tabi onun ilk kuşak talebeleri biraz daha nazı niyazı geçen insanlar, mesela Ertuğrul Düzdağ onlardan birisi idi. Bu bahsettiğim ev sohbetlerinde hocaefendi herhangi bir şey anlatırken onu içselleştirirdik. Mesela bir ayet veya hadis yorumunda kendi hayatında o ayetin ya da hadisin akis bulduğu olay çerçevesinde anlatırdı. Dolayısıyla bu kitap yazılmadan önce de hatıralarının parça parça kısımlarını sohbetlerde dinlemiştik. Oradakiler, “keşke bu parça parça anlatılanlar bir kitap haline gelse” diye temennide bulunuyorlardı. Sonra işte Yaşar Kandemir Hoca ile mesela Esenköy’de komşu oldular. İlahiyat’ta pek çoğu profesör olan, bir kısmı emekli olan 15 kadar hoca var. Mustafa Uzun, Ömer Faruk Harman, Hasan Aksoy, Ali Bardakoğlu mesela.. Bu şekilde temennilerde bulunuyorlardı.
Hoca da zaten 85’ten sonra emekli olup Esenköy’e yerleştikten sonra yazmaya ağırlık vermek istedi. Hem bu talepler hem de vakti müsait olduğu için böyle bir eser vücuda geldi. İşin ilginç tarafı da şu ki, düşünülerek yazılan bir eserdi. El yazısıyla yazdığı notları o zaman okuyordu bana. Ya da bana okutuyordu. Nasıl yazdıysa kitaplaştırıldı diyebiliriz. Bazı imla lerinde eksiklikler olabiliyordu. Siz de okuduğunuza göre fark etmişsinizdir. Bir de başta mesela hamile kadının çocuğu ne zaman doğar şeklindeki konuyu bir bağlamda söylüyor, 300 sayfa sonra başka bir bağlamda bir daha tekrarlıyor. Ben bu tip durumlarda bire bir tekrar olmasın diye “daha önce şu te anlattığımız gibi” diye atıfta bulunarak o şekilde eksiltme yoluna gittim.
Ahmet Muhtar Büyükçınar Hocaefendi’nin hatıratını 10 yıl kadar önce okudum. Akademide okuduğum, epey genç bir ilim talibi olduğum bir dönemdi. Masanın üzerinde gördüğünüz, üzerinde küçük puntolarda yazılı yaklaşık bu 40 A4 sayfası, benim okuduğum bu kitaptan altını çizdiğim yerlerin toplanmış hali. Röportaja hazırlanırken farkettim; kitabı okuduktan sonra da kitabın arkasına yorumlarımı yazmışım. Burada ne kadar etkilendiğimden bahsetmişim. Tabi çileli bir hayatı var kendisinin… Yani ciddi bir eğitim almış ama zorlu hayat mücadelesi, eğitimi çocukluğunda başlamış, yanılıyor muyum?
Henüz birkaç aylık iken annesini kaybediyor, yetim kalıyor. Hakikaten kitabın adı gibi ibretlik bir hayat hikayesi. Baba cimri ve çok sert. Üvey anne çok zalim. Dolayısıyla henüz gözünü açıp üvey anne elinde zulme maruz kalınca yavru bir kuş gibi sığınacak yer arıyor ve Allah’tan anneden dedesi olan Kadiri dervişi Ahmet dedesi ve ninesi çocuğu sahipleniyor. İlk onlar cami hocasına gönderiyorlar. Fakat birtakım çevrenin baba üzerindeki ayıplayıcı baskıları dolayısıyla babası zaman zaman -çocuğa sevgi duymamakla beraber- onu kendi evine getiriyor, çocuk kaçıyor falan. Sonra bu kaçışlar 7 yaşında iken ciddi kaçışlara dönüşüyor. Yanlış hatırlamıyorsam 7 yaşında iken evden 20 km uzaklıktaki bir köye gidiyor. Birkaç ay böyle kaçıp gittiği köyde durumunu anlayan bir kadın bunu sahipleniyor, evine alıyor. Bu şekilde ertesi yıl başka bir köye kaçıyor. 8 – 10 yaşına gelince artık Maraş’a gidiyor. Orada çulhacı olarak çalışıyor. 11 – 12 yaşından itibaren artık neredeyse bağımsız hareket ediyor.
Kendisi şöyle derdi rahmetli; “sanki ben içinde beş hayat olan bir hayat yaşadım”. Mesela kendim için söyleyeyim, hayatımın çizgisi düz bir seyir takip etti. Okul okudum, okulla ilgili bir mesleğim oldu, o meslek beni bugünlere getirdi. Onun dışında hayatın diğer alanları benim için yabancı alanlar. Ama hoca 11 – 12 tane meslekte çalışıyor. 7 yaşındayken ninesi onu dokuma tezgahına oturtuyor, yerin altında olurmuş o zamanlar. Kış geceleri soğukta 7 yaşındaki çocuğa dokuma yaptırıyorlar. Sonra kebapçılıktan baklavacılığa, ormanda marangozluğa kadar pek çok iş yapıyor. O yaştaki bir insanın bu kadar farklı durumlarla karşılaşması enteresan. Dayısı kendisini çok sevdiği halde, içki içen, esrar imalatı ve satıcılığı yapan biri mesela. Çocuklardan şüphelenmezler diye 11 – 12 yaşındayken bunun vücuduna kalıplar halinde esrar sardırıp 80 km uzaklıktaki Birecik’e, Urfa’ya, Diyarbakır’a gönderiyor. Orada polisten kaçıyor, esrarı satıyor, parasını tahsil ediyor. Benim o yaştaki çocuklarımı düşünüyorum da bakkala göndermeye korkuyorum.
Böyle erkenden olgunlaşma diyebileceğimiz bir süreci yaşıyor. Hayat tecrübesi gelişiyor. O bakımdan mesela toplu olarak baktığımızda, başka bir hocaefendiden farkı nedir dediğimizde; galiba diyorum, hayat tecrübesi bakımından hoca çok farklı olduğu için yaşadığı şeylerle okuduğu bilgileri özümsemesi, bir araya getirmesi, hayatını kitabi bir bilgiden ameli bir bilgiye dönüştürmüştü diye düşünüyorum. Tavrı buydu sohbetlerinde. Siz tabi kendisine yetişemediniz Yusuf Bey, değil mi?
Kitabı okuduktan sonra kendisini çok ziyaret etme niyetinde bulundum ama maalesef sürekli ertelemek durumunda kalmıştım. Sonra da bir gün vefat haberini duyunca da epey hayıflanmıştım.
10 yıl önce görüşseydiniz tabi konuşabiliyor durumdaydı. Alzaymır başlangıcında önce dilinde bir sürçme başladı. Zamanla bu ilerledi ve son 4 yıl iyice sesi titrekti ve konuşma zorluğu şeklinde bir rahatsızlığı vardı.
Hocam biraz daha geriye gidecek olursak, gurbete çıkışı Suriye ile başlıyor yanılmıyorsam. Kendisinin nasıl bir gurbet hayatı olmuştu?
Malumunuz hatırat 4 bölüme ayrılıyor: “Çocukluğum”, “Gençliğim”, sonra “Mısır Yılları” ve “Yurda Dönüş” tarzında. 17 yaşına kadarki çocukluk maceraları daha çok macera olarak enteresan. Çocukluğunda ninesiyle dedesini çok seviyor. Bu kısmın kitaptan mı yoksa sohbetlerinde dinlediklerimden mi olduğunu tam hatırlayamıyorum: “Ben 6 yaşındaydım” diyor, “ocak başında ninem bana Kuran okuturdu.” Ninesi demiş ki “Yasin Suresi’ni ezberle. Ben ölünce Yasin okursun ruhuma.” Ben de ninemi çok sevdiğim için ateşin alevinde Yasin’i okumaya başladım, ninem 1 saat kadar uyuyup uyandıktan sonra nine ben Yasin’i ezberledim demiş. “Olur mu öyle şey?” demiş ninesi. Sonra okuyunca hakikaten o da inandı, diyor. Ninesi bir Kuran-ı Kerim vermiş. Bu nine ve dede hatırası olan Kuran-ı Kerim daha sonra o çocukluk gurbetinde iken evde asılı kalmış. Dedemle gittiğim tekkeler, zikirden aldığım o tat, namaz; onların hepsi gitti, diyor hatıratında.
17 yaşında oraya geri dönmüş. Dede ve nine vefat etmiş. Dayı hayatta. Onun evinde çocukken okuduğu Kuran’ı görünce çok duygulanmış, kesesinden çıkartmış, okumaya başlamış, sabaha kadar okumuş. “Sanki derin bir uykudan uyanmış gibi nasıl oldu da ben bunca zaman Kuran’ı küstürmüşüm dedim” diyor ve “orada karar verdim, Kuran’ı okuyacağım ve okutacağım.” Ondan sonra hoca aramaya başlıyor. Hoca arayışları var. 17 yaşı 1937’ye tekabül ediyor. Böylece onun şahsi hayatı etrafında dönemin Türkiye’sindeki din politikası karşımıza çıkıyor. Birçok kapı çaldım diyor. Bu arada bu söylediklerim kısmen kitabından kısmen sohbetlerinden… “Koskoca Antep’te beni okutacak adam bulamıyorum. Eskiden okutanlar artık okutmak yasaklandığı için çekiniyorlarmış. Neyse zar zor Tevfik Efendi isminde bir hoca buldum” diyor. Tevfik Hoca’dan okumaya başlıyor, ondan öğrendiklerini de talep edilirse başkalarına aktarıyor. Böylece öğrenme ve öğretme süreci paralel olarak yürüyor.
Fakat bir müddet sonra Tevfik Hoca demiş ki, “benim bilgim seni tatmin etmez.” O, Kuran-ı Kerim’i aslından okuyup anlamak istiyordu ama Tevfik Hoca’nın ilmi ona izin vermiyor. İleri bir Arapça bilgisi yokmuş. “Peki, bunu bana kim öğretir?” diye sorunca, “Antep’te öyle bir hoca var ama ona ulaşmak yıldıza ulaşmaktan daha zor. Bu kişi de Hafız Abdullah Efendi’dir” diyorlar. Medreseler kapatılmadan önce baş müderris imiş. İlmiyle meşhur bir zat imiş, fakat medreseler kapatılınca küsmüş ve köşesine çekilmiş.
Benim çok hoşuma giden parçalardan biri o kısımdır. Gençliğimizde büyük bir ideal boşluğu var. ‘80 öncesinde biz, tavrımız doğru ya da yanlış, bir heyecan, bir ideal gençliği idik. Bir şeylerin bizimle değişebileceğine inanan, o konuda çaba sarf eden insanlar idik. Birkaç yıl önce emekli oldum, öğrencilerimde ben bu duyarlılığı göremiyorum şimdi. Gözlerinde o ışık kaybolmuş maalesef. Genel için söylüyorum tabi. Tek tük çıkanlar var.
Burada Hafız Abdullah Efendi’yi razı etme hikayesi var. Yanına Seyyidoğlu Baklavacısı Habeş Usta’yı da alıp gitmiş Abdullah Efendi’ye. Biraz sertmiş Hafız Abdullah Efendi. Namaz kıldırdığı camiye gidip selam vermiş, o “ne istiyorsun çocuk” demiş. “İlim tahsil etmeye karar verdim ve beni de sizin okutmanızı talep ediyorum.” Hoca, “çocuk sen başka bir dünyada mı yaşıyorsun, okuma- okutma mı kaldı” diye kapısından yüz geri etmiş. O da “hocam şimdi gidiyorum ama yarın bu saatlerde yine geleceğim, mutlaka beni okutman lazım, dedim” diyor. Ertesi gün yanındaki arkadaşıyla yine beraber gitmişler, beni görünce celallendi, “çocuk yine mi sen, ne istiyorsun” demiş. “Razı olmanızı… Siz okutmazsanız başka okutacak kimse yok, ben bu yola başımı koydum, ya ilim ya ölüm.” Kitapta uzunca bir pasaj var. Böyle birkaç gün git-gel’ler derken hoca en sonunda istihareye yatıyor; neticesinde “ben seni okutacağım, sen de büyük bir âlim olacaksın” diyor. Okumaya başlayınca daha önce geçirdiği vaktin boşa geçirdiği bir vakit olduğuna inanmış zira derya gibi bir adammış Hafız Abdullah Efendi…
Bir yandan ona derse devam ederken bir yandan da kendisinin Şeyh Fethullah Camii’nde 30 kişi kadar öğrencisi varmış. Öğrencilerine kaçak göçek ders veriyor. Oranın tabi polisi haberdar olmuş bu durumdan. Dışarıdan gözükmesin diye cemaat çıktıktan sonra kalın perdeleri indirip kapıları da sürgülüyorlarmış. İçeride okutuyormuş. “Bir ihtiyaç için dışarıya çıktım. Baktım orada bir komiser kapıda duruyor. Ben içerideki okumaların dışarıdan duyulduğunu vehmederek korktum. Fakat hiç böyle bir şey yok. Bir kulak kabarttım, içeriden bir sürü kuş cıvıltısı geliyor. İçerideki okumalar dışarıya kuş cıvıltısı şeklinde yansıyormuş.” diyor. Sonra polis takibatı artıp burada okutamayacak duruma gelince sınırdan kaçak olarak Halep’e gidiyor. Zannederim Halep’e üç kere gidiyor. Oradan dönüşte sınırda yakalanıyor, hapse atılıyor, hapisten sonra askere gidiyor. Böylece Hafız Abdullah Efendi’yle okumaları zaman zaman kesiliyor ama o kesilmeler dışında ilk fırsatta ondan derse devam ediyor. Son kez gittiğinde iyice hasta olan hocası, “çok üzgünüm sana icazet veremedim. Azıcık daha ömrüm olsaydı sana icazet verecektim” demiş. Alacağı dersin büyük kısmını ondan aldıktan sonra Abdullah Efendi rahmetli oluyor.
Tabi Ahmet Muhtar Hocaefendi Suriye’de önemli bazı âlimlerle de tanışıyor; Ramazan el-Bûtî’nin babası Molla Ramazan, Muhammed el-Cezerî gibi..
Evet, genel olarak Halep’te kalıyor. Şam’da çok fazla kalmamış. Şam’a gittikten sonra orada ciddi bir rahatsızlık geçiriyor. Sonrasında da memlekete geri dönüyor. Son gidişte oradan artık Ezher’e geçiyor ve orada da 12 sene kalıyor. O zamana kadar Demokrat Parti’den önce hac vizesi verilmediği için gidenler ya kaçak olarak ya da yurtdışında başka bir ülkeye çıkıp oradan gidiyorlardı. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinin ardından vizeyle yurtdışına gitme imkanı oluyor. O tabi Ezher’e gitmeyi kafasına koymuş. Ama kaçak olarak gitmeyi düşünürken bu iznin çıkması dolayısıyla resmi yollarla gidiyor.
Ahmet Muhtar Hocaefendi’nin Mısır’da bulunduğu zaman Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Zahid Kevserî, İhsan Efendi gibi önemli isimlerin de Mısır’da bulundukları zamana denk geliyor. Onlarla nasıl bir ilişkisi oluyor?
Hatırattan anlaşıldığına göre en çok tanışıklığı İhsan Efendi ile olmuş. İhsan Efendi orada Türk talebelerin kaldığı Revâk-ı Etrak’ın müdürü imiş. Dolayısıyla onunla daha çok teması olmuş. Zahid Efendi ve Sabri Efendi ile münasebeti ise bayramda seyranda gidip ellerini öpmek ve sohbetlerinde bulunmak gibi daha sınırlı bir şekilde olmuş. “Sabri Efendi’nin ilk ziyaretine gittiğimde, salonda gür bir ses çıkıyordu, bu ses nereden geliyor diye bakınırken baktım bir koltukta kaybolmuş minicik bir zat. Gür ses oradan geliyormuş” diyor. Minyon bir bünyeye sahipmiş Sabri Efendi. Sonra vefat edince de cenaze merasimine katılıyor. Kahire’de oda mezarlığı vardır. Bir merdivenle aşağıya iniyorsunuz, mahzen gibi. Oraya vefat edeni odanın köşesine koyuyorlarmış, 6 ay sonra da toprak tamamen onu absorbe ediyor, kemikler kenara çekiliyormuş, bir başkası ölünce yine. Bu şekilde böyle birçok kişi Türk Mezarlığı’na defnediliyormuş.
Sabri Efendi’nin bir oğlu var, İbrahim Sabri… İsmi birden fazla geçiyor bu hatıratta. Ali Ulvi Kurucu merhum da Ezher’de okuduğu, şair de olduğu için, İbrahim Sabri de tabi büyük şair, onunla çok ahbaplığı oluyor. Ali Ulvi Kurucu’nun hatıratında Şeyhülislam Mustafa Sabri ve İbrahim Sabri faslı Ahmet Muhtar Hocaefendi’nin hatıratına göre biraz daha ayrıntılıdır. Ali Ulvi Kurucu’nun hattatlığı da var. O sıralarda Mustafa Sabri Efendi’nin eli titrediği için yazısı güzel değilmiş. Birinin güzel şekilde yazıya çekmesi ve matbaaya gönderilmek üzere o yazı üzerinden fotoğraf usulüyle basılması gerekiyormuş. Ali Ulvi Kurucu merhum oturup o yazıyı güzel bir hat ile yazmış. İbrahim Sabri’nin İstiklal Marşı’nı Arapça’ya çevirme gibi çalışmaları da vardır. Çok da sert bir adammış.
Ahmet Muhtar Hocaefendi’nin ilginç de bir evliliği var. Açıkçası ben o zamanlar hatıratı okurken latifeyle de karışık ifade edecek olursam “olmaz hocam bir iş” diye düşünüyordum ama başarılı da oluyor. Aslında günümüz insanına da çok önemli dersler var burada.
Bir kere eşiyle büyük bir yaş ve kültür farkı var. Hakikaten empati gücü yüksek bir insan aynı zamanda. Ben mesela o kadar sene yanında bulundum, hiçbir zaman emir kipinde bir ifadesine rastlamadım. Bize zaten demezdi de çocuklarına da emirle bir şey dediğine hiç rastlamadım. Sevgi duyan insanların gönüllü olarak yapmaları şeklinde bir şeye bağlardı bunu. Aile münasebetleri sohbetlerinin ana konularından birisi idi. 80’de mezun olup 85’te evlenmiştim. O sohbetlerde dinlediğim evlilik leri olmasaydı daha sonra ben evliliğimi yürütebilir miydim, doğrusu emin değilim. Meğer o dinlediklerimiz hep bizim için malzeme olmuş. Mesela şöyle söylerdi: “Kadınla hiçbir zaman tartışmayacaksın. Sen onu yönlendireceksin. Yolunu çizince su akar ya… Senin istediğin şekilde davranacak ama o kendisi istediği için öyle davrandığını düşünecek.” Bununla ilgili verdiği bir iki örnek vardı.
Bu arada eşi hâlâ hayattadır; Fatma Teyze… Fatma teyzeyi o zamanlar daha önce bir iki kişi daha istemiş, yaşı küçük ama bu artık İstanbul’da kaldı, evlendirmek lazım deniyormuş. Akrabalarının yanında kalıyormuş. O ailenin de tesiriyle kapanmaya karşıymış. “Ben hocayla evlenmem, başımı da asla örtmem” diyormuş. Hatıratında ayrıntısıyla anlattıktan sonra nişanlandık diyor hoca. Gelinin babası kızının kapanmasını istiyor, “damat” demiş, “benim sözüm kızıma geçmedi ama sen hocasın, kapanmak Allah’ın emri, bundan sonra sorumluluk senin, onu kapatacaksın.” “Bizimki biraz dikti. Yanlış bir şey desem nişanı bozacak. Ben de kayınpedere dedim ki, “baba sen elbise seçerken senin adına biri mi seçiyor yoksa sen mi seçiyorsun? Artık reşit bir insan olarak neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilir. Bırakalım kendisi seçsin” deyince baktım hanım rahatladı” diyor. Sonra elbise almaya çıkmışlar. Sonra dolaşırken yüksek topuklu ayakkabı görmüş, modaymış o zaman. Gözleri buna takıldı. Ben “hoşuna gittiyse alayım” dedim, “alır mısın gerçekten de” deyince “alırım tabi” dedim diyor. Aldım, giydirdim. Sonra da demiş ki hoca, “hava çok güzel, hazır çıkmışken biraz dolaşalım.” Bir iki saat dolaşmışlar, sonra eve geçtikleri zaman “canım çıktı, Allah bu yüksek topukluları icat edenin cezasını versin” demiş ve atmış ayakkabıları, hevesi de kırıldı diyor. Aslında bu şekilde bir metod uyguluyordu.
Eşine, çocuklarına çok değer verirdi. Onun karşılığını da alırdı. Mesela biz evimize misafir davet etmek için ne çileler çekiyoruz, on defa rica ediyoruz, on birincide de kabul ediliyor ya da edilmiyor. Ama rahmetli hocanın evi pansiyon gibi idi. Ben yaz aylarında ne zaman gitsem muhakkak üç- beş kişi vardı ve giden herkese mutlaka yemek ikram edilirdi. İkramdan hem kendisi hem de eşi zevk alırdı. Evliliğinin ilk zamanlarında yemeği de aşçı olması dolayısıyla kendisi yapıyormuş. Sonra okuyor, okutuyor, meşgalesi çoğalıyor. O kadar kişiyle eşi hizmet ediyor.
Evlendikten sonra eşini de alarak tekrar Mısır’a gidiyor. Mısır tabi o dönemde İsrail – Mısır savaşı, 1956’daki Süveyş Baskını gibi kimi olayların da yaşandığı çalkantılı bir dönem yaşıyor. Hoca bu dönemlerin de bizzat şahidi oluyor sanırım.
Evet. Mısır’da çeşitli fikri cereyanların varlığı var. Bilhassa İhvan-ı Müslimin’e yakınlık duyuyor. Seyyid Kutup bahsi var. Karşılaştırmalı olarak; “orada ne oldu, Türkiye’de ne olmalı” gibi mevzular üzerinde dururdu. İhvan-ı Müslimin büyük bir hüsn-ü kabul görmüş Mısır gençliğinde ve üniversitede de gençliğin yüzde ellisi İhvan mensubuymuş. “Biraz daha bu şekilde devam etseydi, bürokraside de çoğalacaktı sayıları. Dönüşüm tamamlanmış olacaktı.” diyor ve biraz acele ettiklerini söylüyor hoca. Nasır’a emreder gibi “şer’i bir takım kararlara derhal geçilmesi gerek, geçilmezse Nasır’ı biz getirdiğimiz gibi bir indiririz” tarzında tehdide varan şeyler söylenmiş. Enver Sedat mesela İhvan mensubuymuş. Daha sonra şiddetle İhvan’a karşı koymuş. Bu tip acele davranışlar maalesef oradaki büyük birikimi aldı götürdü. Burada da “acele etmemek, sabırla eğitmek, eğitim metoduyla gençlik yetiştirmek lazım” gibi bir sonuca varıyordu.
Hocaefendi’nin sufi bir yanı da var, öyle değil mi?
Antep’te okuma- okutma bahsi esnasında uzunca bir , “manevi arayışları” başlığıyla bunu anlatır. “1937 yılında okumaya- okutmaya başladım ama bir yandan da içimden bir manevi açlık devam ediyordu. Çocukken dedemin sırtında gittiğim tekkelerdeki manevi ortam devamlı bir hasret duygusu olarak içimde vardı. Fakat birçok yere gittim ama hiç birini şer’i ölçülerde sağlıklı bulamadım” diyor. Mesela bir arkadaşı onu kendi şeyhine götürmüş. Şeyh efendi sohbet esnasında itaat etmeyi anlatmak babında uygun olmayan ifadelerde bulunmuş. “İpe sapa gelmez şeyler vardı” diyor. Sonra Şeyh Camii diye bir cami var, orada müezzin Mustafa Hilmi Efendi diye biri varmış. Nakşi imiş bu kişi. Onunla tanışmış. Onunla tanıştıktan sonra her halini şeriate uygun görmüş fakat yine de onu bir şeyh gibi görememiş. Bir gün rüyasında onun hocası olan, yani Mustafa Efendi’nin hocası olan Maraşlı Vehbi Efendi’yi sofrada görmüş, o, “sen bizim evladımızsın” demiş. Bunun üzerine kalkmış ve Mustafa Efendi’ye gitmiş. Mustafa Efendi’ye gidince “gördün değil mi?” diye sormuş, o da “gördüm” diye karşılık vermiş ve ona intisap etmiş.
Fakat tasavvuf konusunda şunu söyleyebilirim; bunu sanki ferdi bir tavır olarak benimsemişti. Ben o kadar yıl gittim, tabi zaman zaman zikir bahsi, tasavvufla ilgili bir takım ler konuşuluyordu ama hiçbir zaman, “böyle bir tasavvufi zincirimiz var, ben de bu zincirin bir halkasıyım” gibi bir şey asla ağzından çıkmadı. Eminim orada dönem dönem sohbetlerinde bulunan kişilerin çoğu onu sanki sadece bir hoca olarak tanıdılar. Sadece merak edip soranlar öğrenirlerdi. Tasavvufi yönünü kamuya mal etmedi.
Hocam son olarak, az önce kısmen değindiniz gerçi ama Ahmet Muhtar Hocaefendi Türkiye’ye döndükten sonra nasıl bir ortamla karşılaşıyor?
Mısır’da eğitimini yaptıktan sonra orada iyi bir çevresi olmuş. Ezher’de okutmanlık yapıyor. İmkanları iyiymiş. İskenderiye’de bir Kadiri şeyhe intisap ediyor. Libya kralı da o şeyhin müridi imiş. Şeyh Hoca’ya demiş ki, “burada bu kadar tahsil ettin, Türkiye’ye gidersen senin diplomanı saymazlar.” Bu arada Türkçe de konuşuyormuş şeyh efendi, Osmanlı bakiyesi olduğu için. “Burada sana iki teklifte bulunuyorum; ya Ezher’de hoca olarak kal, ya da Libya kralına ben söyleyeyim, orada iyi bir maaşla görev yap.” diyor. “Benim bu ikisine de gönlüm razı olmadı” diyor hoca, “Ben para kazanmak için oraya gitmiş değildim. Tahsili tamamlayıp Türkiye’ye döneceğim, memleketimde hizmet edeceğim diye düşünüyordum. Bu niyetle yola çıkmıştım.” 1962’de oluyor bunlar. 1957’de evlendiği hanımına soruyor, “böyle iki teklif var, ne dersin” diye. Hanımı da “sen buraya para kazanmaya mı geldin sanki” diye cevap vermiş. “Ben de zaten bu cevabı bekliyordum” diyor ve memlekete dönmüş.
İlk baskıdaki son cilt, “Memleketimde Hizmet Yılları” başlığını taşıyor. Türkiye’ye döndükten sonraki macerası var. Resmi olarak diploması sayılmadığı için fahri olarak okutuyor. Evinde okutuyor. Mesela İlim Yayma Cemiyeti var Fatih’te, orada okutuyor. Daha sonra İslam Enstitüsü’nde okutuyor. 1963 yılında da Mahir İz’le tanışıyor. Ertuğrul Bey de kitabın giriş kısmında bahsediyor. 1963’te Mahir İz, bir sohbet halkasında bütün heyecanıyla, “bugün bir adam tanıdım, tam benim aradığım kişi. Dini hizmet konusunda onun usulüyle benim düşüncelerim tam örtüşüyor. Onunla büyük işler yapacağız” demiş. Bu şekilde fahri olarak okutuyor ama bir de geçim durumu var. O zaman 3 çocuğu var. Önce Fatih’te izbe, fareli bir evde kalıyor. Sonra Sultanahmet’te harap bir başka yere yerleşiyor. Geçinmek için eski mesleklerini kullanıyor. Daha önceden birçok tecrübesi var. Güllüoğlu Baklavacısı’nın sahibi Mustafa Güllüoğlu’yla zaten memleketten ahbap. Aynı zamanda tarikat arkadaşı. Onun yanında günde birkaç saat çalışıyor. Baklavacılar gecenin üçünde işe başlıyorlar, sabah namazı vaktinde baklava tezgaha çıkıyor. Sabah namazına kadar 2 – 3 saat çalışıyor. Oradan kazandığıyla evini geçindiriyor.
Sonra 1966’da bir kamplar dönemi başlıyor. 4 yaz Esenköy’de kamp yapmışlar. Düşünmüş ki aydın, okumuş bir nesil yetiştirmek lazım. O sırada Türkiye’de birçok imam hatip lisesi var. Ama imam hatip mezunları diplomalarıyla sadece ilahiyata girebiliyorlar. Önleri kapalı. Ben bunu nasıl aşarım diye düşünmüş. İmam hatiplere yazı yazmış, o zaman Türkiye’de kaç tane imam hatip lisesi varsa artık, “Okulunuzun en başarılı 3 öğrencisini yaz kampına gönderin, ben 3 ay Esenköy’de yaz kampında onların bütün ders seviyelerini yükselteceğim. Bu arada fazladan lise dersleriyle lise diploması aldıracağım” diyor. Zannederim Ali Bardakoğlu da bu ilk kuşaktan. 60 kadar öğrenci geliyor. O zaman Esenköy karayolu bağlantısı olmayan izbe, sakin bir yer. Onun için özellikle seçiyor hoca orayı. Sahile çadırlar kuruluyor. Kural koymuş hoca, Arapça dışında bir dille konuşmak yasak. Böylece 3 ay boyunca kendi aralarında Arapça konuşarak seviyelerini yükseltiyorlar. Hem kendisi hem diğer başka hocalar dini ilimleri anlatıyor. Bu arada lise diploması almaları için dışarıdan hocalarla takviye dersler verdirmiş. 4 yıl sürdü bu. Tabi ben daha o yıllarda lisedeydim. Öğrenciler genellikle iki fakülte okudular. İmam hatip diplomasıyla ilahiyat okudular. Diğer diplomayla da başka bir fakülte okudular. Mesela Ali Bardakoğlu hem ilahiyat hem hukuk tahsil etti. Mustafa Uzun hem ilahiyat hem Arap ve Fars Dili okudu. O zamanlar üniversitelerde devam aranmıyordu. Dolayısıyla başarabilen birisi iki fakülteyi de aynı anda okuyabilirdi.
Tabi bu arada daha sonraları ticaretle de ilgileniyor, kimi girişimlerde bulunuyor ve bunda da oldukça başarılı oluyor sanırım.
Antep’te ve daha sonra Şam’da yaptığı dokumacılık tecrübesinden istifade ile İstanbul’da Büyükçınar Konfeksiyon diye bir yer kuruyor. Orada epey işi büyütüyor, 20 – 30 işçi çalıştıracak duruma gelmiş. Çocuk takımları hazırlıyorlarmış. Fakat iş büyüyünce bakmış ki okuyamaz ve okutamaz olmuş. Bunun üzerine işi devrediyor. Kendi mesleğine geri dönüyor. Talebelerinden Ahmet Tekin ile 1971 yılında Divan İlmi Araştırmalar Yayınevi’ni kuruyor. Bazı tercümelere başlıyorlar. İlk tercüme Gassanlı Hind adlı bir eser. Daha sonra bu yayınevi projesi yürümedi.
1980 – 85 arasında Haseki’de okuturken her hocanın 3 – 4 asistanı vardı. Hoca da kendi asistanlarıyla bir tercüme faaliyetine başladı ve 4 tane hadis külliyatı tercüme etti: Hadislerle İslam, Hadislerle Müslümanlık, Muvatta, Sünen-i Nesai… Hoca daima çevresindeki insanların ihtiyacını fark eden biriydi. Bir gün asistanlarından birini üzgün görmüş ve “ne oldu?” diye sormuş. Demiş ki asistanı, “çocuğumun kemiklerinin gelişmesi için her gün süt içmesi lazım ama biz kirayı ödeyemiyoruz ki; ona her gün nasıl süt içirelim.” Bunun üzerine birkaç gün düşünmüş, böyle bir proje hatırına geliyor. Böyle çeviri faaliyetine asistanlarıyla başlıyor. O zamanlar böyle eserlere piyasada bir rağbet vardı. Şimdi yok mesela artık bu. 3 ciltlik, 5 ciltlik külliyatlar… Dini temel eserler kapış kapış giderdi. Öyle olmuş ki, o tercümenin bereketiyle süt alamayanlar daha sonra ev almışlar.
85’te aktif çalışmaları bitti. Esenköy’e taşındı. Birkaç eserini o zaman yazdı. Hatırattan önce ilk eseri, telif diyebileceğimiz bir eserdi. Kadir Mısıroğlu İngiltere’ye gidince Ertuğrul Düzdağ’ın devam ettirdiği bir Sebil dergisi vardı. Hoca’nın bir köşesi vardı orada. “Dini Suallere Cevaplar” diye. Sonra onlar toplandı ve bir kitap oldu. Daha sonra da 86’da idi zannediyorum, Mutluluk Yolları adlı eserini yazdı. Bu kitaba baktığınız zaman bunu yazanın sanki bir din âlimi olmadığı anlaşılıyor. Bir ilahiyatçı üslubu yok. Herkese ulaşmak amacıyla yazdı bu eserini. Bir insan eşiyle nasıl güzel geçinir, nasıl mutlu olur gibi hayatımızdaki pratik şeylere dair, tecrübeleri ve dini birikimini mezcederek yazdığı düşünce mahsulü olan bir eser. Epey baskı yapmıştı. Son baskıdan sonra Hayat Yayınları yeniden onu basmadı. Sonra bir ilmihal yazdı 90’larda. Mesela o ilmihalde de temel ilmihal bilgileri var ama hoca daima namazın şartlarından önce namaz insana ne katar, namaz nedir gibi benimsetici bir usulü öncelediği için o ilmihal de böyle bir tarafıyla farklıdır. Sonra da işte üç- dört yılı hatıratını yazmakla geçti.
Hatırattan sonra bir kitaba daha başlamıştı ama maalesef o kitabı rahatsızlığı dolayısıyla 2007 yılına kadar 40 sayfa yazdıktan sonra orada kaldı. Asıl büyük ideali bir tefsir yazmaktı. Kur’an’ı Kur’an ile tefsir etmek şeklinde bir usul benimsemişti. Baştan başlayarak 40 – 50 sayfa kadar yazdı ama yine o da rahatsızlığı dolayısıyla inkıtaya uğradı. Mesela ayette takva geçiyorsa, takvayı açıkladıktan sonra Kuran-ı Kerim’de takva ne demektir diye diğer ayetlerde tarayarak takva bahsini genişçe ele alıyordu. Tematik bir usul düşünüyordu. Sağlığı ona müsaade etmedi
Allah kabrini nur etsin. Hocam değerli vaktinizi ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum. Yeni baskısı için üzerinde çalışmakta olduğunuz Ahmet Muhtar Büyükçınar Hocaefendi’nin “Hayatım İbret Aynası” adlı hatıratı inşallah en kısa zamanda okurlarıyla buluşur.
Allah hocamızın ruhunu şad etsin. Ahmet Muhtar Büyükçınar Hocaefendi gibi değerli bir ismin tanınması konusunda verdiğiniz emek ve gösterdiğiniz ilgi için ben de sizlere teşekkür ediyorum.
Röportaj: Yusuf Sami Kamadan
Ecriniz müzdad, vaktiniz bereketli olsun.