Bize Peygamber Efendimizden gelen ilahi akımın sigortaları şüphesiz feyz alınan ululardır. O hattın onarıcıları ise; o feyze inanarak yaşayan, düşünen, yazan, mücadele veren büyüklerimizdir. O büyüklerden biri olan Üstad Necip Fazıl’ın talebelerinden, üstadın mücadelesine ortak olmuş, o mücadeleyi bugün de sürdürmeye devam eden gönül insanı Mustafa Yazgan Hoca ile, bir mülakat gerçekleştirdik.
Hocam, öncelikle bizlere ailenizden, çocukluğunuzdan bahseder misiniz?
Evvela bu mülakat için geldiğinizden dolayı size teşekkür ediyorum. Ve bu vesileyle de “Dünyabizim” isimli siteye emek veren arkadaşlara ayrı ayrı sevgilerimi sunuyorum.
Efendim, 1982’de buraya geldik zannediyorum, tam 30 sene oldu. Karamürsel benim için eskimeyen bir şehir olmuştur. Son derece memnunum ve mesut bir şekilde burada hizmete devam ediyoruz.
Benim asıl memleket; baba, dede memleketi Şanlıurfa’nın Halfeti kazasıdır. Fırat kıyısında çok güzel bir yer idi, kenarları meyve bahçeleri ile dolu… Musikişinas bir iklimi vardı, şair yetiştirir, edip yetiştirir, küçük olmakla birlikte son derece asude bir yerdir ama şu anda Halfeti Barajı’nın altında kaldı şehir. Rahmetli dedeciğimin imamet yaptığı caminin minaresi suyun üstünde sadece, cami suyun altında kaldı. Zaman zaman televizyonda görürsünüz, işte o minaresi yukarda olan cami rahmetli dedemin, Molla Mustafa’nın camiidir. Halfeti’deki bu isim halifeden gelir, üç tarikattan icazetli, çok güzel bir insanmış ama ben doğmadan vefat etmiş. Dolayısı ile ne ben onu görmüşüm ne de o beni görebilmiş. Allah sizlerin ve bizlerin geçmişlerine rahmet etsin.
Babamlar beş kardeşler. Kendinden küçük olan iki kardeşi var. Aile üyelerinin çoğu öğretmendir. Yani bizim aile bir tür muallim ailesidir. Zaten Yazgan soyadını almamız da bir nevi o kökten gelmenin bir ifadesi. Zira şu anda benim elinde 5. göbeğe kadar bizim şeceremiz vardır. Beşinci göbekte Katip Mehmet Efendi sarayda kitabette bulunurmuş. “Katipler” derlermiş bize, “Katipzadeler” derlermiş. Soyadı kanunu çıktığında da bey, paşa almak yasak olduğundan bizimkiler Yazgan soyadını almışlardır. Velhasıl böyle bir aile menşei içindeyiz.
Benim doğum yerim Gaziantep’tir. Rahmetli babacığım öğretmendi, 33 sene Güneydoğu’da Gaziantep, Nizip, Birecik, Karkamış, Halfeti ve civar köylerde öğretmenlik yapmıştır. Hemen hemen her gittiği yerde halk ile bütünleşmiş, bir okul yaptırmış, kendisi de o okulun başmüdürü olarak epey güzel çocuklar yetiştirmiştir. Şunu hemen ifade edeyim ki giderek mananın zedelenmekte ve solmakta olduğu bir dönemde, orada çocukları hem maddi bakımdan hem de manevi bakımdan takviyeli yetiştirmiştir. O bakımdan onunla iftihar ederiz. Rahmetli 33 sene öğretmenlik yaptı ama haksızlık karşısında susmuyordu. Ve Gaziantep’teki bir takım haksızlıklara baş kaldırdığı için hemen hemen 15 sene süren bir mücadeleden sonra “15 sene öğretmenlik yapmıştır” diyerek emekli ettiler. 15 senesini yediler. İşte biz böyle bir ailenin çocuğu olarak geldik, zengin değiliz, orta halli bir memur ailesi çocuğuyuz.
1940’lı yıllarda gerçekten çok büyük sıkıntılar yaşanan bir Türkye’nin evladıyız. Ben efendim 1940 yılının 16 Kasım’ında doğdum. Çocukluğum Gaziantep’te geçti. Akrabalarımız hep oradaydı. Güzel bir çocukluk hayatı geçirdik. Aile bakımından son derece munis, sevgi, saygı, hürmet dolu, büyüğü küçüğü belli olan, edep ve terbiye üzerine kurulu bir alenin çocuğuyuz. Üç ablam var, ben ailede tek erkek evladım.
Eğitiminize de Gaziantep’te mi başladınız?
Evet, yedi yaşına geldiğimde Dayı Ahmet Ağa İlkokulu’nda eğitime başladım. Gaziantep’in güzel okullarından birisiydi ve yedi yaşından itibaren Rabbime sonsuz hamdüsenalar ederim ki hiç başarısız olmadım. Sadece bir dönem haricinde ki onu da kısaca arz edeceğim, tamamen iftihar listesi ile, takdirle okumuşumdur. Kendimden bahsetmek biraz insana utanç veriyor ama bunlar gelecek yılların gençlerine bir örnek olur diye, anlatıyorum. Yoksa biz bugün geldik, gidiyoruz. Efendim rahmetli Necip Fazıl’ın dediği gibi: “Gideriz silinmez izde gideriz/ Taş bağırda sular dizde gideriz/ Bir gün akşam olur biz de gideriz/ Kalır dudaklarda şarkımız bizim.”
Üstadın çok bayıldığım dörtlüğünden biridir bu. Biz de gideceğiz, kalıcı değiliz, faniyiz elhamdülillah. İlkokulu başarıyla bitirdim, ortaokula da keza iftiharla bitirirken 15 yaşında bir hastalığa duçar oldum, arterit romatizma dediğimiz bir tür kemik hastalığı, parmaklarımdaki hastalığım 15 yaşımdan kalma. 15 yaşına kadar son derece sağlıklıydım, çok iyi spor yapardım, bunu da söyleyeyim, güzel bir spor hayatımız oldu. Fakat son derece de çalışkan bir öğrenci olarak ne sporu derslerime ne de derslerimi spora feda ettim. İkisini dengeli götürdüm.
Efendim işte 15 yaşına girerken 1954-1955 döneminde ders yılında bu hastalığa tutulduk ve 8 Ocak’ta birinci dönemde iftiharla geçip takdirname aldım, ikinci dönem hasta düştüm. Ta mayısa kadar hastanelerde, 53 gün Memleket Hastanesi’nde, hastalıkla uğraştık fakat hiçbir çare o dönemin tıbbî yapısı gereği bulunamadı. Yanlış tedavi uygulandı. Ankara’ya Numune Hastanesi’ne gittiğimiz halde orada yanlış tedavi neticesinde ellerin büyüme hücreleri öldürüldü.
Gençlere talebelere şu hususu önemle vurgulamak istiyorum, bir öğrenci okula karne almak için, sınıf geçmek için, öğretmeninden takdir almak için gelmez, gelmemelidir. Peki, ne için gelmelidir. Bilgi edinmek için gelmelidir. Eğer kendini bilgiye adapte ederse takdirnameler, öğretmenin takdiri, sevgisi, saygısı gelir. Nitekim bu ikinci dönemde hastanede yatarken müdür muavinimiz rahmetli fizik hocamız Ali Bilen Bey geldi. Beni hastanede ziyaret etti. Dedi ki, “oğlum Mustafa, sen hiç merak etme, biz sizi tanıyoruz ve sınıfını da geçireceğiz.” dedi. Yani “O noktada içinde bir ukde olmasın” dedi. Orada işte gençlere bir örnek olsun diye aktarıyorum, dedim ki “Hocam ben bu okula sınıf geçmek için gelmedim. Ders öğrenmeye geldim. Şimdi birinci dönem derslerinde fiziği öğrendik ama ikinci dönemde çok önemli konular var, işte elektromanyetik, ışınlar, sinematografi, fotoğraf, zil vesaire… Dolayısı ile lütfen beni sınıfta bırakın, ben gelecek sene devam edeyim de öğrenerek geçeyim” dedim. Ve hiç unutmuyorum, gözleri doldu. Çıkarken kapıda dönüp, “Gaziantep Lisesi böyle öğrencileri ile iftihar eder” dedi. Bu söz hafızama çivi gibi çakılmıştır. Tabi ben “estağfurullah” diyorum kendi kendime ama bir öğrencinin yapması gereken budur. Şuurlu, bilinçli öğretim bence böyle olur.
Liseden sonra Ankara’ya geldiniz?
Evet, liseyi de bitirdim Allah’a şükür ve Ankara’ya geldim. O zaman YÖK yoktu, üniversite giriş imtihanları da yoktu. Hangi fakülteye girmek istiyorsan on lira yatırıyorsun, giriyorsun. İmtihanı kazanırsan kayda geçiyorlar ve üniversiteli oluyorsun. Tabi talebe sayısı da o zaman az ve eğitim sistemi de bugüne göre basit. Ben hukukla siyasal bilgileri tercih ettim, her ikisine de girdim ve her ikisini de kazandım ama Siyasal’da okumayı tercih ettim ve Türkiye beşincisi olarak, 3000 kişinin içinde 5. olarak Siyasal’a Ankara’da devam ettim.
Okul bitince ne yapmayı düşünüyordunuz? Hangi hedeflerle girdiniz Siyasal’a?
Siyasalı dört yıl okuduk. Ben idari şubeyi tercih etmiştim. Yani kaymakam ve vali olunacak bölümü… Bu da şeyden geliyor; Gaziantep’ten beri tabiatla iç içe, tabiata âşık, hayran bir şiiriyet içinde büyüdük, tabii Halfeti’nin de ruhaniyeti var. Maliyeci olup masa başında oturmaktansa ve diplomat olup yurt dışında kalmaktansa ki o dönem olamazdım; çünkü iki yabancı dili anadili gibi bilmek gerekiyordu. Oysa ben sadece İngilizceyi çok iyi biliyordum. “Ben kaymakam olayım” diyordum, “gideyim memleketimin aziz insanlarına hizmet sunayım.” Ne makam ne para ne pul ne maaş, Allah şahittir, hiç aklıma gelmedi. Yani tahmin ediyorum ki eğer gerçekten bir kaymakam veya vali olabilseydim herhalde yüzü yerde, mahcup, utangaç, mütevazı, vatandaşı ile kucaklaşan, onlarla oturup beraber çorba içen, onların derdine deva olmaya çalışan biri olurdum.
Ama bir anda kendinizi başka bir yerde buldunuz.
İlahi kader, ben bu noktaya kadar geldiğim halde son imtihanın son talebesi olduk. Toprak hukuku dersinde Ord. Prof. Kemal Fikret Arık Bey’in, rahmetlinin, dersiydi. Bütün derslerim çok güzeldi, o zamanlar Muammer Aksoy’lar, Şefik İnan’lar, hepsi 27 Mayıs’ın profesörleri, yani 27 Mayıs’a şak şak tutan profesörler. Ama bu Kemal Arık Bey hocam, çok asil, nezih, temiz, son derece dürüst bir hocamdı. Böylesine bir okulun içinde sadece altı kişiydik, geri kalanında aşırı komünizm idealinden tutun da ılımlı sosyalizme kadar çeşitli görüşten insan vardı. Hatta bugün Ergenekon’dan yargılanan Yalçın Küçük, o sırada benim bulunduğum devrede Siyasal Bilgiler Fikir Kulübü’nün başkanıydı ve bugün Ergenekon’dan yargılanıyor. Yani bu neyi gösteriyor, demek ki biz en az yarım asır- bir asır, kökü dışarıda ahtapotların kolları altında ezilmişiz, üzülmüşüz, semirilmişiz, sömürülmüşüz.
Son imtihanda en son talebe ben idim, ben çıkınca imtihan bitecek. Baş başa kalınca Kemal Arık Hocam bana döndü, “Mustafacığım” dedi, “Ben seni dört yıldır takip ediyorum. Sen benim çalışkan bir talebemsin. Senin sorulara cevap vermene gerek yok, sana 10 veriyorum.” Öyle deyince dedim ki “Hocam ben bu tahsil hayatımın içinde bu kadar ucuz bir 10 almadım, müsaade ederseniz birkaç kelime söyleyeyim de hakkımla alayım.” Biz soruların yarısına gelince “geç” deyip, “Ben sana biliyorsun demedim mi?” dedi. Ve “Söyle bakalım” dedi, “Sen ne olacaksın?” Ben de “Kaymakam olacağım” dedim, “Buraya kadar geldik.” O zaman dedi ki, “Yok yavrum, bu hükümet sana kaymakamlık yaptırmaz.” Tabi sağcı solcu çekişmesinin çok zirvede olduğu bir dönem, “Sen benim yanıma gel” dedi. “Yanıma asistan ol.” Durakladım. “Valla hocam biz ilim ailesiyiz; babam, dedem, amcalarım, ablalarım öğretmen… Dolayısı ile biz öğretmen olarak geldik, yani bana pek aykırı değil, siz münasip görürseniz, emredersiniz gelirim” dedim. Hocanın emri tutulur. “Gel gel” dedi, “Asistan olursun.” Türkiye ve Ortadoğu Kamu Yönetimi Enstitüsü’ne müracaat ettik. Müracaat eden elli kişiydik. Beş kişi alınacaktı ve biz o beş kişinin içine girdik.
Konferanslarınıza ne zaman başladınız?
Asistanlığa başladığım o andan itibaren, 15 yaşımdan beri gelen birikimlerimi bir bilim adamı hüviyetiyle artık mikrofonlara taşımaya başladım. Konferanslar başladı Anadolu’da. Bu arada Türkiye’nin yirmi beş vilayetinde çıkmakta olan mahalli gazetelere hiçbir telif talep etmeden aynı makaleyi gönderiyordum, yirmi beş yerde aynı makale basılıyordu ve o gazetelerden birer örnek de bana geliyordu. Böylece Anadolu’da bir fikrin yirmi beş yerde temsil edilmesi gibi bir strateji uyguladığımı zannediyorum. Tabi bu arada bizi tanıyanlar sevenler, okuyanlar, merak edenler demişler ki “efendim Yazgan Hoca’yı konferansa çağırıyoruz.” Türkiye’yi dolaştım; bütün vilayetler diyebilirim, Doğu’da birkaç vilayet hariç. Oralardan davet gelmedi, gelse idi, koşar giderdik tabi, her taraf vatanımızın parçasıdır.
Asistanlık ne kadar sürdü hocam?
Konferanslar devam ederken Fikret Bey hocam vefat etti. Ölüm yatağında onu evinde ziyaret ettim. Karşılıklı görüştük, helalleştik, çok bitkindi. Makamı cennet olsun güzel bir hocaydı. Ve de AİHM’de Türkiye’yi temsil etmiş güzide biriydi. Velhasılı kelam asistanlık böyle devam ederken onun yerine gelen kişiler maalesef aşırı solcu zihniyet, bana dediler ki “konferanslara gitmeyeceksin.” İki buçuk sene orada çalıştım, sonunda Cemal Mıhçıoğlu, (O da profesör, yine Siyasal’da hocamdı. Ama aynı düşünce istikametinde değildik, düşüncelerimiz, telakkilerimiz çok farklıydı.) beni çağırdı odasına. Dedi ki “Mustafa Bey, konferanslara gidiyormuşsun.” “Evet efendim.” Dedim. “Bundan sonra gitmeyeceksin.” dedi, “Hayrola hocam, ben mesai saatinde katiyen mesaimi aksatmam, hafta sonlarında, cumartesi-pazarları gidiyorum ama pazartesi günü masamın başındayım.” dedim. “Hayır efendim, cumartesi-pazar da olsa gitmeyeceksiniz” dedi. “Niye” deyince; “Ben böyle istiyorum böyle olacak” dedi. Anlaşıldı ki Mustafa Yazgan’ın suyu ısınmış, artık onu yok edecekler orda. Ben de Fırat suyu içmiş bir babanın evladı olarak dedim ki, “Hocam siz ne yaparsanız yapın, ben vatanıma milletime hizmet babında konferansları sürdüreceğim. Ve ondan sonra ihtar ihtar ihtar, tevbih tevbih tevbih, kat’ı maaş, işine son…
Ondan sonra nerelerde hizmetleriniz oldu?
Diyanet İşleri Başkanlığı’na geçtim, Yeni İstanbul Gazetesi’nde iki ay kadar çalıştım. Cem Uzan’ın babası Kemal Uzan o sırada Yeni İstanbul’un başındaydı. Orada iki ay kadar çalıştım. Yazdığım yazılar “Sosyalist Mason Kompradorlar” başlıklıydı, masonluktan bahsettiğinden dolayı işime son verildi. Diyanet İşleri’ne geçtik. İbrahim Elmalı zamanında rahmetli, özel kalem müdürlüğü yaptım. Milli Prodüktivite Merkezi’nde, Türk Taşıt İşverenleri Sendikası’nda, Kocatepe Camii Yaptırma Derneği’nde bağış kampanyası başkanı olarak hizmet verdim. Kocatepe Cami’nin kubbesi benim topladığım bağışlarla hamd olsun yapılmıştır. Ankara içinde köy köy dolaşarak yardım topladık ama Allah’a şükür tek kuruş haram lokma geçmedi boğazımdan, vatandaşın hakkını olduğu gibi verdik.
Üstad Necip Fazıl ile tanışmanız nasıl oldu?
1963’te mezun olup konferanslara devam ederken yine aynı yıl Gaziantep’te bir konferansa gitmiştim ve orada üstadı tanıdık, ilk defa orada karşılaştık. Son derece kibar, nazik… Anlatmak için kelimeler yetmeyecek kadar temiz bir insandı ve zeki biriydi, müthiş bir kafa yapısı, düşünce sistemi mevcuttu. O an tanışmamıza rağmen sanki 10 yıldır tanışıyormuşuz gibi bana sahip çıktı. “İstanbul’a gelirsen mutlaka beni gör, beraber yürüyeceğiz” dedi. Ve nitekim o yıldan itibaren 18 yıl üstadla beraber olduk. Ankara’daki bütün konferanslarını bendeniz Büyük Doğu Fikir Kulübü Ankara Şube Başkanı olarak koordine ediyordum ve o günler heyecan dolu günlerdi.
Bugünlerin de o günlerden ilham almasını temenni ediyorum. Çünkü düşman kaviydi, tali’ zebun idi. Mutlaka canımızı dişimize takıp çalışmamız gerekiyordu. O heyecanla çalışanlar bugün başbakandır, cumhurbaşkanıdır ve bakanlarımızdır, milletvekilidir. Yani bugünlere nasıl geldik. O kadar kolay değil. Bu en az 30-40 senelik bir yanmanın, hamlıktan kurtulmanın neticesidir. Hz. Mevlana’nın “Hamdım, piştim, yandım” dediği gibi. Öyle zor bir dönemden geçmenin sonunda Cenab-ı Allah bugünleri nasip buyurdu. Tüm zaferler O’na aittir. “Ben yaptım” diyemeyiz; çünkü orda benlik vardır. Nefs vardır, övünme vardır, büyüklenme vardır ki bu gibi haller nefsin kötü halleridir. Cenab-ı Allah bizi bu hallerden korusun ama hizmet yolunda da güç kuvvet versin.
Hocam üstad Necip Fazıl’ı yakından tanımış, davasına ortak olmuş biri olarak bizler için özetleyecek olursanız, üstad neyin mücadelesini veriyordu? Dava dediği o dava neydi?
Çok iyi bir soru, tam mülakata uygun bir soru bu. Şöyle ki Necip Fazıl üstad, o dönemin kahramanları gibi, fikir, düşünce, kalem kahramanları gibi; şiir, hitabet, edebiyat, tarih, sosyal hayat, siyasal hayat alanında mücadele veren kalburüstü biriydi. O Anadolu’nun soylu bir ailesinden, yanılmıyorsam Dulkadiroğulları’ndan, gelme bir kahramandır. Dolayısı ile kökünde Osmanlı ruhu yatar ve yeni nesle sunmak istediği, Kanuni’den sonra başlayan duraklama ve gerilemenin içindeki sırları, oluşları, ölüşleri, zaafları, hataları bir yorumdan geçirerek, o yorumdaki hataların tekrar edilmemesi şartını ortaya sürerek ölümsüz bir davanın, yani İslam davasının yeryüzünde beşeriyete ışık ve medeniyet saçmasıydı.
Onun dava dediği şey, Osmanlı’dan gelen tarihî hakikatlerin, bayrağın ve sancağın düşürülmeden sürdürülmesi, Cumhuriyet döneminde karşılaşılan zorlukların gündeme getirilmesi, bu zorluklar karşısında asla pes etmeden, Süleyman Efendi Hz. gibi, Said Nursi gibi, Eşref Edip Bey gibi, o dönemin büyük uluları gibi, bayrağı düşürmeden gelecek nesillere aktarmaktı. Ben kendimi hep onun bir talebesi olarak kabul ediyorum. Bana da -Allah gani gani rahmet etsin- “Oğlum” diye hitap ederdi. “Yegane başlıca muhatabım ve iman dostum olarak Mustafa Yazgan’a” diye İman Atlası’nı bana imzalamıştır. Biz bu davayı kaptık değil, bu davaya kaptırıldık. Çünkü her şey Allah’ın takdiri. Biz neyiz ki biz yapalım. Kaptırıldık, yollandık, gönderildik, hizmet ettirildik. Aslında böyle edilgenlik sığası ile konuşmak lazım. Yaşım şu anda 72 ama inanın o dava sıcaklığını 40 yaşındaymışım gibi yaşıyorum.
Yaşadığınız dönem her bakımdan zorlu bir dönemdi hocam ama sanırım o zorluklar 1980’lerde daha somut hissedildi? O dönemden bahseder misiniz?
Tabi… 1980’lere doğru gelirken Ankara’da kitap ve kültür seminerlerini başlattım. 16 kişi ile başladık, bir ay içinde 160 kişi olduk ki bunların içinde sevgili Beşir Atalay, Bülent Arınç Bey kardeşim ve birçok bakan, o dönemde gençler olarak oradaydılar. Allah hepsinden razı olsun, milletimize hizmet veriyorlar, dualarımız onlarladır. Ve bütün canı gönülden dua ederek onları korumasını niyaz ediyorum.
Seksen ihtilalinde Kültür Bakanlığı’ndaydım, bir ay olmuştu orada çalışmaya başlayalı. İhtilal oldu, 17 Eylül’de tevkif edildim. Milli Türk Talebe Birliği bünyesinde epey konferansım olmuştur. Son konferanslarımdan birisi “Hicri 1400 Hitabesi”; 33 sene önce yani ve onu da bastırdık o zaman, parasız dağıttık. 12 Eylül maalesef birçok aileyi, memleketin güzide insanını, vatansever insanını perişan ettiği gibi benim de ailemi adeta büyük bir işkenceye tabi tuttu. Ve önce merkez komutanlığına çağırıldım, ardından televizyonda ismim okununca bavulumu hazırladım ve gidip teslim oldum. Yirmi dokuz gün kadar Merkez Komutanlığı’nda tutulduktan sonra, Mamak Cezaevi’ne, Mamak cehennemine gönderildik. Yani aynen bugünkü Guantanamo cehennemi gibi oraya götürdüler ve üç buçuk ay hücrelerde kaldık.
Daha sonra bloglara çıktık. İşte Doğu Perinçek gibilerle, Türkiye Komünist Partisi’yle, solcu öğretmenler grubuyla, halk evleri mensuplarıyla, Milliyetçi Hareket Partisi Genel İdare Kurulundan kişilerle birlikte Mamak’ta üç buçuk ay kaldık, ondan sonra tahliye edilmeden, nisan ayında efendim, 1981’in nisan ayında mahkemeye çıktık. Çok güzel bir müdafaa oldu. Çok etkili bir savunma yaptık. Tabi o müdafaayı anlatarak vaktinizi almak istemem ama yalnız şunu söyleyeyim, savcının benim hakkımdaki iddiasının varit olmadığının ispatı, o kitaplaştırılan konferans notlarında mevcuttu. Ve o kitap ihtilalden altı ay önce neşredilmişti. Aynı İskilipli Atıf Hoca gibi onun da kitabı eskiden yazıldığı halde, kitabından dolayı suçladılar. 12 Eylülcülerin de İskilipli’yi asan zihniyetten çok farklı olmadığını gördük. Dolayısı ile buna rağmen dokuz buçuk ay hapiste kaldık ve tahliye edildik. Aslında üç buçuk yıl mahkumiyet almıştık ama temyiz onu bozdu. Ve hüküm olarak yattığım dokuz buçuk ay oldu. Derken artık Ankara beni sıkmaya başladı ve 1982 yılında 4 Mayıs günü atladık kamyona ve Karamürsel’e geldik.
Karamürsel’e geldikten sonra da mücadeleniz sürdü ama?
Tabi ki… Karamürsel’e geldikten sonra burada bir kültür merkezi açtık. Bu arada konferanslar devam etti. Bugüne kadar da hamd olsun hiç aksatmadık. Tabi bu son yıllarda sağlık sorunlarından dolayı çok fazla ardı ardına konferanslara gidemiyorum fakat yine de tamamen programları kesmiş değiliz. Yarın (26 Nisan) Bolu’dayız, ayın 1’inde İlim Yayma Cemiyeti’ndeyim, ayın 3’ünde de İlim Yayma’nın hanım kızlar bölümündeyim. 4’ünde Adapazarı’ndayım. Böylece hizmeti sürdürmeye çalışıyoruz. Duanıza muhtacız. Ne kadar dua alırsak o kadar hizmette Rabbimiz hâdim kılar.
Hocam aktif siyaset içerisinde oldunuz mu, yoksa mücadeleniz kaleminiz ve kelamınızla mı oldu hep?
Aslında biz rahmetli üstattan ve büyüklerden aldığımız işarete göre bugüne kadar hiçbir partinin militanı, holiganı veyahut da aşırı taassup içindeki bağımlısı olamadık. Ama Milli Selamet Partisi’nin kuruluşunda rahmetli Erbakan Bey’in çağırdığı yedi kişiden biri benim. Dolayısı ile daha önce Milli Nizam Partisi’nin kuruluşunda hoca ile beraber hizmetim oldu. Çeşitli yerlerde hizmetlerimiz oldu. Bu tabela altında da fikirlerimizi beyan ettik. 1987’de Şanlıurfa’dan birinci bölge, birinci sıra adayı olarak beni tercih etmiş arkadaşlar, biz orda bir seçim dönemi hizmet verdik. Ama hiçbir zaman karşımızdakilere küfretmedik, çağırdık dost olduk, kucaklaştık ve o gün bizzat il başkanı olan arkadaşların ve belediye reisi olan arkadaşların ifadesi ile 2000’e düşen reyi 30000’e çıkardık; ama genel barajı aşamadığımız için seçilmedik, iyi de oldu. Çünkü politika karakteri ile yaşayacak insanlar değiliz.
Bu yaptığımız çalışmaların tamamı “Siyasetü’l Mürselin”dir. Resullerin siyasetidir bu. Doğumdan ölünceye kadar siyasetin içindeyiz ama politikanın içinde olmadık. Ben ikisini çok net ayırmak taraftarıyım. Siyaset aktır, politika karadır. Siyaset şeffaftır ama politika öyle değildir. Bir sinek gelip beyaz kumaşa pislese o hemen görünür ama siyah kumaşa binlercesi pislese o görülmez. Politika böyledir, siyaset böyledir. Siyaset ahlaktır, dürüstlüktür, erdemdir, fazilettir, fedakârlıktır, şefkattir, hoşgörüdür.
Yazarlık ve yayımcılık tecrübelerinizden bahseder misiniz hocam?
Yayımcılık ve yazarlık tecrübemi birbirinden ayırmadan anlatayım. O hayata başlamak gibi bir niyet olmadı ama 10 yaşına yazdığım bir şiirle başlamıştım. O şiir, o dönem 1950’lerde Kore’ye giden 4500 kişilik Türk tugayının kazandığı zaferden heyecanlanmış bir ilkokul çocuğunun yazdığı bir şiirdir. Mahalli gazete bastığı için onu kabul ediyorum. Aslında çocukça bir şiirdir. O halde 10 yaşında başladık desek yalan olmaz, ama asıl yayım faaliyetim 15 yaşında başlar. İlk mikrofona çıkışım da o dönemdir.
Meşale Dergisi vardı o sırada, yazılarım o dergide çıkıyordu. Ankara’ya geldikten sonra yazı hayatımda bir patlama oldu. Adalet Gazetesi, Düşünen Adam Mecmuası’nda çeşitli gazetelerde yazılarım neşredildi. Siyasal’da talebe iken Düşünen Adam Mecmuası’nda Prof. Ali Fuat Başgil hocalarla, Peyami Safa’larla, Gökhan Evliyaoğlu’larla, Hami Teskan gibi dostlarla yazdım. Daha sonra on- on bir gazetede yazılarım çıktı. Yazı hayatım bu şekilde. Hemen hemen üç beş klasör tutuyor bu yazılar. Tabi bir ayıklama yapılabilir.
Bu arada 1992’de Zaman Gazetesi’ne köşe yazarı olarak girdim, altı sene orada düzenli olarak yazdım. Yayın hayatım hiç kesilmedi diyebilirim. Hemen hemen son altı senedir de Altınoluk Dergisi’nde, onun bir eki var Altın Çocuk diye, orada çocuklara sohbet yazıyorum. Çocuk yayınları konusunda da çalışmalara 1969’da başladım. Tomurcuk Çocuk Gazetesi’ni çıkardık. Çok büyük ilgi topladı, o günün şartlarında 12000 basıyor, net 10000 satıyorduk. 5000-6000 abonemiz vardı. Böyle bir yayın hayatım oldu.
Hocam, deneme, inceleme, piyes, roman, masal, şiir, çocuk kitabı gibi birçok türde basılmış eseriniz var. Bunların baskısı şu an mevcut mu? Kitaplarınızın yeni baskıları yapılıyor mu?
Kitaplarımın hepsi bir dönem basıldı, satıldı, bitti. Bazen ikinci baskılar yapıldı. Üçüncü dördüncü baskıyı yaptı. Ama satışı yapan ben değilim. Yayınevleri benden aldı. Belli bir yüzdeyle, ondan sonra basıldı. Satıldı fakat bildiğim kadarıyla basılmış eserlerimden hiçbirinin şu an baskısı yok. Tabi bunlar yeniden ele alınabilir. Fakat ben kendim takip edemiyorum. Takibini yapamadım. Çünkü tek tek kaç baskı oldu, ne kadar satıldı, anlaşmalarımız kaç baskı içindi, bunların takibine kapılıp kalbimizi üzmeye niyet etmedim.
Şu an halihazırda bitmiş, yayımlanmayı bekleyen çalışmalarınız mevcut mu?
Şu an kalem çalışmalarım oluyor, şiirler oluyor, makaleler oluyor. Bunları çoğu zaman yayımlayamamanın acısı içindeyim. Bu arada bir Mevlid-i Şerif hazırladım, Süleyman Çelebi Hz. gibi… Onun ölçüsünde bir Mevlid-i Şerif yazdım. Neşredilmeyi bekliyor. Çocuk romanları hikâyeleri, yazdık. En son olarak da Kocaeli Büyükşehir Belediyesi çocuklar için yaptığım bir seriyi bastı. Gökkuşağı serisi dediğimiz o seri 8 kitaptan oluşuyor. İnşallah İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne de basımı için bir teklifte bulunacağım. Çünkü ne kadar çok çocuk istifade ederse o kadar mutlu olurum.
Özetle basılmayı bekleyen şiirler, Mevlid-i Şerif, ilahi ve şarkı sözleri. Öncelikli basılmasını istediklerim bunlar. Şiirleri önemsiyorum çünkü belgesel nitelikli şiirlerdir bunlar. Ayrıca arşivime baksam tabi birkaç eser çıkarabilirim. Dört senelik siyasal hayatımda, lise sıralarında, ortaokul sıralarında yazdığım şiirler, efendim o dönemin hatıraları bir dosyada duruyor. Şayet bu konuda bir sponsor bulabilirsek bu şiirlerin bastırılmasının yeni nesle bir tebliğ olabileceğini düşünüyorum, yoksa herhangi bir kar gayesi ile bunlara asla ve kat’a bakmıyorum. Özellikle şiir kitabını inşallah neşrederiz.
Hocam son olarak bizlere, sizin büyük bir mücadele ile ayakta tuttuğunuz ve yere düşürmediğiniz o sancağı devralacak gençlere ne tavsiye edersiniz?
Efendim tabi bu tavsiyeler “şunu yapın, bunu yapın” demekten ibaret kalmamalı. Çünkü dünkü mücadelemizde içimizde yanan ateşin bugünkü nesilde olması gereklidir. Bunu can u gönülden arzu ederim. Çünkü bütün tavsiyeler, o tavsiyelere kulak kabartacak, o tavsiyeleri önemseyecek insanlaradır. Dolayısı ile ilk tavsiyem sorumluluk almak, tarihî akışımızı çok güzel ve derinden incelemek, Osmanlı Türkçesini mümkün mertebe iyi okuyabilmek, bunun yanında sanatı ihmal etmemek. Yaşadığınız sıkıntıları ve aktüel meseleleri, birikimi sanat ile ifade etmek. Sinema, şiir, makale, roman, tiyatro olarak bunu ifade edip aktaracak arkadaşlar hayırlı bir iş yapmış olurlar.
Bir de hizmet verenlerin kesinlikle birbirlerini kıskanmamalarını, birbiri aleyhinde bulunmamalarını, grupçuluk yapmamalarını, yani öncelikle bir iç terbiyeye sahip olarak hareket etmelerini istiyorum. Yoksa nefsin hizmetinde olunur ki nefsin emrine düşmekten Allah bizi sakındırsın. Onun için bir nefs terbiyesinde ve Allah’ı en büyük hedef ve sevgili kabul ederek; Resul’ü bir rehber edinerek; sahabeyi, evliyaullahı, âlimleri, fazıl kişileri, günümüzün değerli insanlarını takip ederek; vatansever insanları ön plana çıkararak; birbirinize destek olarak; çıkamadığınız, ulaşamadığımız yerlere ulaşabilecek arkadaşlara destek vererek büyük bir mücadele vermek gerekli. Ki biz böyleydik ki hâlâ arkadaş grubumuz devam eder. Hâlâ Bülent Bey (Arınç) kardeşimle görüşürüz. Kardeşlerimizle irtibatımız, yardımlaşmamız sürüyor. Kesinlikle “o neden öyle de ben öyle değilim” gibi şeytani bir düşünceye kapılmamalı. Sahip olduğumuz nimet ve hizmetin nasibimiz olduğunu kabul etmeli ve ömür boyu şükretmeliyiz. Yeni nesle de bu duyguların bir ahlak ve fazilet duysusu olarak yansımasını temenni ediyorum. Hatta bu bir tür benim vasiyetimdir; söylediklerimi okuyanlar, geleceğe bu şanlı bayrağı nasıl ulaştıracaklarını düşünsünler. Ve bizi kabrimizde de yalnız bırakmasın, duayı eksik etmesinler.
Hocam, tüm arkadaşlarım adına çok teşekkür ediyorum.
Ben teşekkür ederim, sağ olasın evladım.
Serdar Arslan konuştu
Ne zamandır bu röportajı bekliyorduk.Allah razı olsun.Mustafa Yazgan Hoca yaşayan bir çınar adeta.Gençlerimizin onunla tanışması,mücadelesini öğrenmeleri çok önemli bence.Rabbim kıymetini bilenlerden eylesin.