Öğretmenlik Gökyay'da bir meleke hâline gelmişti

"Sert tenkidlerin yazarı Orhan Şaik Gökyay, Türkiye entelijansiyasından sanki bir hayalet gibi, çok fazla yere dokunamadan, çok büyük bir etkisi olamadan geçip gitmiştir." Cankat Kaplan yazdı.

Öğretmenlik Gökyay'da bir meleke hâline gelmişti

Divan şairi Nef’i’nin ölümü hakkındaki rivayetlerden biri şöyledir: Yazdığı hicivlerden dolayı Nef’i’nin idamı istenir. Nef’i, özür mahiyetinde bir dilekçe yazdırmak için zenci saray ağasına gider. Saray ağası kalemi mürekkebe daldırır, kağıdın üstüne getirir ve Nef’i’nin söyleyeceklerini bekler. Bu esnada kalemden bir damla mürekkep kağıda damlar. Nef’i, “Mübarek teriniz damladı efendim!” diyerek kendi ölüm fermanını imzalamış olur.

Orhan Şaik Gökyay, zamanında, tenkitli metin neşri yapmak isteyen herkese dünyayı dar etmek için elinden geleni yapmıştır. Zor beğenir, titizdir. Kendi çalışmalarında gösterdiği titizliği, başkalarında da görmek ister. Çoğu zaman göremez ve “kaderin oklarını” üstüne çevirir. Gökyay, metin tahkiki yapan araştırmacıların ensesinde, Nef’i cesedine bürünerek bekler. Onun yanlış yapmasını bekler. Yanlışı arar ve bulduğunda söyleyecekleri bellidir: “Mübarek teriniz damladı efendim!”

Cüst ü cû etdik âlem-i endîşede

Orhan Şaik Gökyay, 92 yıllık hayatının 70 senesini bilfiil öğretmenlik yaparak geçirmiştir. 1902 yılında, İnebolu’da küçük ahşap bir köy evinde doğan Gökyay, İstiklal Harbi’nin son senesinde, baba mesleğini seçerek Ankara’nın ilk öğretmen okuluna öğrenci olarak girer. Lisenin bir kısmını daha önce Kastamonu’da okumuştur. Bu sebeple, Ankara’da son seneyi okuyarak, savaşın bittiği sene mezun olur. Giresun’da bir köy okuluna öğretmen olarak atanır. Dönemin zorlu şartları sebebiyle, burada görevini ücret almadan ifa eder. 1927’ye kadar, Samsun ve Balıkesir’e giderek, buralarda da öğretmenlik yapar. Aynı zamanda, vatani görevini de yaptığı şehir olan Balıkesir, Gökyay için önemlidir. Gökyay, Balıkesir’de öğretmenlik görevini sürdürürken, Çağlayan mecmuasını çıkarır.

İstanbul dışında yerel dergiciliğin geçmişi II. Meşrutiyet’ten sonraya kadar uzanır. 1912’de kurulan Türk Ocağı, Anadolu’nun birçok şehrinde şube açmış ve bu şubeler yerel dergiciliği başlatmıştır. Cumhuriyet döneminde ise yerel dergiciliğin başını çoğunlukla Halk Evleri çeker. Bir de, az da olsa şahsi çabalarla çıkarılan dergiler vardır. Bu dergileri, buralarda kurulan matbaalar mümkün kılmıştır. Çağlayan mecmuası da böyle bir dergidir.

Orhan Şaik Gökyay, Çağlayan’ı, 15 günde bir olmak üzere 15 sayı çıkarmıştır. Dergi Osmanlıcadır. Gökyay, bu dergide 14 şiirini yayımlar. Dergide, divan edebiyatından halk şiirine, her türlü şiir vardır. Çağlayan’ın ilk yazısı olan “Çağlayan Niçin Çıkıyor?” isimli yazıda, “Biz edebiyatta zevk-i selimi miyar addedenlerdeniz. Güzel olduktan sonra nazarımızda en eski veya yeni tarzda olmasının ehemmiyeti yoktur. Elverir ki millî zevki terennüm etsin!” denilir. [Bozdağ, E. (Winter, 2013). Yerel Bir Mecmua Örneği: Çağlayan Mecmuası (İnceleme-Fihrist). Turkish Studies, Volume 8/1, 1071-1075.]

23 yaşındaki Gökyay, halk şiiri ve divan edebiyatı arasında ayrım yapmayan tavrını hayatının sonuna kadar koruyacaktır. Bursa Erkek Lisesi’nde Edebiyat öğretmenliği yaparken, İbnülemin Mahmud Kemal İnal’a gönderdiği terceme-i halde, “Aruzla yazdığım parçalar varsa da son zemanlarda hece ile ve halk şairleri yolunda denemeler yapmaktayım” der. 1946’da Yücel dergisinde yayımlanan bir yazısında ise, Abdülbaki Gölpınarlı’nın tartışmalı kitabı “Divan Edebiyatı Beyanındadır” hakkında sert bir eleştiri kaleme almıştır. Gökyay, “milli zevki terennüm ettikten” sonra divan edebiyatı ve heceli şiir arasında ayrım yapmaz lakin milli zevki neyin terennüm ettiği de bir hayli muğlak kalmaktadır. Şundan eminiz en azından: Gökyay, milli olanı Cumhuiyet ile sınırlandırmamaktadır.

Ben Fuat Köprülü'nün eserlerinden biriyim”

1927 yılında Darülfünun Edebiyat fakültesine girer. Henüz 1933’ün meş’um Temmuz’u gelmemiştir. Burada, kendisi için çok önemli bir isim olan hocası Fuat Köprülü ile tanışır. Aynı zamanda, Abdülbaki Gölpınarlı ile olan tanışıklığı da yine bu yıllara dayanır. İsmail Kara, Sözü Dilde Hayali Gözdekitabında, Gökyay’ın Darulfünun’daki öğrencilik yıllarına dair güzel bir anekdot paylaşır:

1920’lerin son yılları… Yüksek Muallim Mektebi’nden dört talebe, ileride dizinin dibinde çalışmayı da hesaba katarak, şöhreti genç yaşta âfakı tutmuş Fuat Köprülü’nün (ö.1966) Darülfünûn’daki odasına gidiyorlar: Abdülbaki Gölpınarlı, Pertev Naili Boratav, Ziya Karamuk, Orhan Şaik Gökyay. Hangi dili bildiklerini soruyor üstad. Kimi İngilizce, kimi Fransızca diyor. Orhan Şaik hocanın bildiği herhangi bir yabancı dil yok ama menfi cevap verirse reddedilir korkusuyla “Almanca” diyor… Bir ay sonra herkese tercüme etmek üzere beyan ettiği yabancı dilden bir makale. Orhan Şaik Bey’e de Schacht’ın fıkıhla ilgili Almanca bir makalesi isabet ediyor.

(Orhan Şaik der ki): 'Almanca’yı ve müellifin adını bilmediğim bir tarafa, fıkhı da bilmiyorum! Yollara düştüm, gecemi gündüzüme kattım; hocalara sordum, sözlüklere baktım, makaleyi tercüme ederek teslim ettim. İki ay sonra yine tercüme edilmek üzere Almanca bir makale vermesinden anladım ki, hoca tercümemi beğenmiş! Almanca’yı öğrenmeye öyle başladım. Sonra Ahmed Paşa Divanı, sonra Kutubname. İkisi de yazma. Tez olarak bir Arap şairinin divanını çalıştım. İsmail Saib (Sencer) Efendi’ye, Şerafettin Yaltkaya’ya taşınıp durdum. Arapça’yı da böyle öğrenmeye başladım. Diğer arkadaşlarım da öyle. Bizi böyle yetiştirdi. Sonradan bazı sözler çıktı: Köprülü talebelerini istismar etti, onları çalıştırdı, kendi adıyla kitap yazdı filan. Çocuklar, ben onun istismar ettiklerinden, yani yetiştirdiklerinden biriyim. Keşke daha çok istismar etseydi… Köprülü’nün eserleri arasında, kütüphanesinin görünmez bir köşesinde ben de varım. Daha açık, herkesin anlayacağı şekilde söyleyeyim: Ben onun eserlerinden biriyim.”

Köprülü’nün yaptığı mülakatı kazanarak girdiği Yüksek Muallim Mektebi’nden 1930 yılında mezun olarak, idadi ve daha sonra lise öğretmenliği işine başlar. Memleketin dört bir yanında, liselerde öğretmenlik yapar. Fakat, Yüksek Muallim Mektebi’nde, hayatının dönüm noktalarından birini oluşturacak olan Nihal Atsız ile tanışmıştır. 1939’da Ankara Devlet Konservatuarı Müdürlüğü’ne tayin edilen Gökyay, buradaki görevini, 1944 senesinde, Nihal Atsız’ın başını çektiği Irkçılık/Turancılık davasında yargılanana dek sürdürür. Yüksek Muallim Mektebi senelerinde, ikisi de leyli olduğu için, aynı koğuşta kalan Gökyay ve Atsız’ın arkadaşlıkları, Gökyay’ın 1944 senesinde, 11 ay Tophane’deki ünlü Tabutluklar’da mahkum edilmesiyle sonuçlanır.

Nihal Atsız ile arkadaş olmak suçu dışında ona yapılan suçlamalardan biri de mektuplarından birinde “Türkiye’de Türk’ten gayrısının dost olmadığını” yazmasıdır. Gökyay savunmasında aslında “Türk’e Türk’ten gayrısının dost olmadığını” yazdığını söylemektedir, lakin, savcının ensesinde gene bir Nef’i belirir:

Son tahkikat kararında, benim mektuplarımdan birindeki; 'en yakın hadiseler Türk’e Türk’ten gayrısının dost olmadığını gösteriyor' cümlesini, 'en yakın hadiseler Türkiye’de Türk’ten gayrısının dost olmadığını gösteriyor' şeklinde tashih etmek suretiyle okuduğunu anlar ve yazdığını bilir geçinen, kendine güvenilir bunca yıllık bir edebiyat öğretmeninin hatasını herkesin içinde yüzüne vurmuştur. Her ne kadar hâlâ kendi cümlemin bu düzeltilmiş bozuk şeklinden bir mâna çıkaramadıysam da, asıl, halli ondan daha müşkül bir ukde olarak bunun sebebini kavrayamadığım için, esas hakkındaki mütâlaada benim mektuplarımdan alınmış ibarelere, aslında olmadığı halde serpiştirilmiş olan istifham işaretlerinden kafamı kurtaramıyorum.”

Gökyay, yıllar sonra katılığı bir TRT programında, bu hatayı yapan savcının peşini bırakmayacaktır. Orada da, sarih Türkçesiyle, savunmasında okuduğu cümlelere gönderme yaparak; “Herkesi sevmiyorum. Yalnız kendimizi, yani Türk milletini seviyorum. Çünkü bana tarih, bana bugünün gazete haberleri öğretti ki, Türk’ün kendisinden başka seveni olmaz” der.

Gökyay, Tabutluklar’da 11 ay yattıktan (ya da yatamadıktan) sonra beraat etti. Fakat cezası bitmemiş olacak ki, dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, Gökyay’ın mesleğe geri dönmesine uzun bir süre izin vermedi.

O, öğrettiğini bilen öğretmenlerdendir”

İbnülemin, Gökyay hakkında, “O, öğrettiğini bilen öğretmenlerdendir” der. Öğrettiğini bilen öğretmenlerden Gökyay, üç seneye yakın mesleğinden mahrum edildikten sonra, 1947’de Galatasaray Lisesi’nde tekrar öğretmenlik yapmaya başlar. 1951 yılında, Bakanlık müfettişi olarak, Londra Kültür Ateşeliği’nde görevlendirilir. 1960-1962 yılları arasında ise, Londra Üniversitesi, School of Oriental and African Studies’de Türk Dili okutmanı olarak görev yapar. Londra’da, Ahmet Hamdi Tanpınar’a arkadaşlık eder. Tanpınar, günlüklerinde şöyle der; “Garip değil midir ki, Londra’yı gider ayak hemen hemen sevdim. Şüphesiz çok rahatsız bir şehirdi ve ben çok yalnızdım. Orhan [Şaik Gökyay] ve Tevfik Remzi’nin oğlu [Aykut Kazancıgil], Doktor Cebbar [Hülagü] olmasaydı büsbütün sıkılırdım”. Londra’da Gökyay’ın dostluğuyla teskin olan Tanpınar, İstanbul’a döndükten sonra ondan biraz sıkılmış gibidir.

İlber Ortaylı’ya göre Baki’nin Kanuni Mersiyesi’ni çok güzel okuyan Gökyay, Tanpınar’ın 3 Aralık 1958’de günlüğüne yazdığı bir nota göre, şiir okurken “düpedüz tiyatro yapmaktadır”. Bünyesinde Nihad Sami Banarlı ve Gökyay’ın da bulunduğu Yahya Kemal Enstitüsü’nden 1959’da istifa eden Tanpınar, günlüğüne, o gün için, Gökyay’ı işaret ederek, “Ne adamlarla dostum ama...” diye yazar.

Gökyay’ın düşünceleri de Tanpınar’a karşı değişmiş gibidir. Tanpınar, Gökyay’ı tiyatro yapmakla suçladığı gece, şair Behçet Kemal Çağlar’ın, Yahya Kemal’in “Itri” şiirini okumasını da eleştirir. O gece, bu şiir hakkında bir tartışma yaşanmış olması muhtemel. Zira, Gökyay, 1970’in Ocak ayında, Türk Dili dergisine yazmış olduğu “Anlamak Üzerine” isimli makalede, Tanpınar’ın bu şiirde geçen “Başlayor şark ufuklarında vuzuh” mısraı hakkında yaptığı yorumun, “aslı ile yakından uzaktan bir ilgisinin olmadığını” söyler. Gökyay, bu mısraın anlamını bizzat Yahya Kemal’in kendisinden öğrendiğini belirtmeyi de ihmal etmez.

Gökyay, Türkiye’ye temelli dönüş yaptıktan sonra, İstanbul Eğitim Enstitüsü’ndeki görevine tekrar başlar. 1969’da edebiyat öğretmenliği görevinden yaş haddi sebebiyle emekli edilse de, o, 3 sene daha ücret almadan görevini devam ettirir. 1984’den sonra çeşitli üniversitelerde ders verir. 2 Aralık 1994’de ise Hakk’a yürür. Mezarı, Beylerbeyi Nakkaştepe mezarlığındadır.

İlk şiirini, 7 Aralık 1919’da Açıksöz gazetesinde yayımlayan Gökyay, birçok eser kaleme almıştır. Birçok şiir yazmış, eski yazıdaki birçok eseri bugünün Türkçesine kazandırmış, makaleler kaleme almış ve bence en dikkat çekici eserleri olan tenkitlerini birçok dergide yayımlamıştır.

Alem behişt-ender-bihişt, her kûşe bir bağ-ı irem

Destur nasıl alınır? Desturu alan kişi bağda ne yapar? Destursuz bağa girenlere ne olur? Bu sorular, Gökyay’ın meşhur kitabında, dolaylı ya da dolaysız cevap verdiği sorulardır.

Gökyay, bu bağın içinde elini kolunu sallayarak dolaşma yetkisini sadece Mertol Tulum’a verir. “Destursuz Bağa Girenler” kitabında, Gökyay’ın bu denli övdüğü bir başka isim yoktur sanıyorum. Gökyay, Şubat 1977’de Milli Kültür dergisinde çıkan makalede, Tulum’un hazırladığı Sinan Paşa’nın Tazarru’name’sinin “nasıl bir özenle, emekle ve göz nuru dökülerek hazırlandığını yakından bildiğini” söyler. Bu yazısında dahi kendini, “hemen herkesin kitabında bulunabilecek sürçmeleri” göstermekten alıkoyamayan Gökyay, Tulum’un başarısının, onun metni eksiksiz anlamasından kaynaklandığını söyler. Bu sürçmeler olsa da, Gökyay’a göre, Tazarru’name’nin tam açıklamalı metnini ve eksiksiz bir sözlüğünü ancak Tulum yapabilir. Çünkü o metni anlamıştır ve bunları yaptığı zaman, “yalnız tek bir eseri değil, eski edebiyatımızın daha birçok ürünlerini anlamamıza ışık tutar.”

Gökyay’a göre, bir eser sadece yetersiz sözlüklerle anlaşılamaz. Eğer bir kitabı, bugünün Türkçesine kazandırmak istiyorsak, onu sadeleştirmek ya da tanıtmak istiyorsak, dilinden önce, eserin yazıldığı zamanın, çevrenin, yazarın dilinin, üslubunun ve özellikle kültürünün kavranılması gerekir.

Metin, tek başına bir eser olarak uzay boşluğunda var olmaz. Metin, kendi tarihselliği içinde, kendisine has bir yere sahiptir. O tarihsellik içinde, kendisinden önce ve sonra yazılmış metinlerle birlikte bir bütünlük gösterir. Şüphesiz, her metin bir başka metne cevap olmak için ve bir başka metin kendisine cevap olsun diye yazılmıştır. Fakat, metnin dahil olduğu bütünlük böyle bir illiyet ilişkisiyle sınırlandırılamaz. Metni oluşturan kelimeler, metnin ait olduğu çağın, dilin işaret ettiği mefhumları taşır. Bu mefhumlar değişkendir. Her çağda aynı olmadığı gibi, her metinde de aynı olmaz. Bir kelime, içerisinde bulunduğu metne has bir mefhuma işaret edebilse de, yani içerisinde bulunduğu metnin bütününde yalnızca o metnin içerisinde bulunan bir kelime olarak kendine has bir yere sahip olabilse de, kelime, metinden bağımsız bir sözlük anlamına da sahiptir. Bu sözlük anlamının, metnin içerisindeki o kelimenin mefhumunu belirleme kudreti tartışma götürmez. Ama metnin içindeki kelimenin, sözlük anlamını aşındırma kuvvetini de yadsımamak gerekir. Kendisi Arapça olmasına rağmen, Osmanlıcada kullanıldığında bambaşka bir mefhum işaret eden kelimeler, bu söylediğimize yeter delildir. Metnin içindeki kelimenin böyle bir aşındırma kuvveti olmasaydı, Osmanlıca diye bir dilin ortaya çıkması mümkün olabilir miydi düşünmek gerekir.

O halde, eski bir eser için tenkitli metin neşrine ya da sadeleştirmeye soyunan her kişinin yapacağı iki şey vardır öncelikle. Birincisi, metni, kendi biricikliği içerisinde anlamaktır. Bunun için iyi bir dilbilgisi ve iyi bir sözlük yeterlidir. Fakat, yalnız başına bu iş, metni idrak etmek için yeterli değildir. İkincisi, metni tarihselliği içerisinde kavramayı gerektirir. Bu iş ise, metnin yazıldığı çağın, dilin ve kuşkusuz yakın zamanlarda yazılmış olan ya da o metnin referans verdiği diğer metinlerin tefehhümünü gerektirir. Tefehhüm gereklidir çünkü o metin için özenle, emekle göz nuru dökmek gerekir. İsmail Kara, metin tahkiki yapmak isteyen öğrencilere, inatla, çalışmak istedikleri metne çağdaş şiiri çokça okumalarını tavsiye eder.

Diyebiliriz ki, bağa girmek için destur bu tefehhümle alınır. Destur almadan bağa girmek ise vahim neticeler ortaya çıkarır, bağın tamamını bozguna uğratır. Neşrini yapmaya çalıştığımız metin, daha sonra aynı dönemden bir başka metnin neşrini yapmak isteyenler için nirengi noktası olacaktır. Özensiz, baştan savma yapılan çalışmaların birikmesi, bir süre sonra dönemin kendisine dair bütünsel bir yanlış anlamaya sebebiyet verir. Bu da, maalesef halihazırda olduğu gibi, dönemde üretilen metinlerin, bütünlükten yoksun, birbirleriyle konuşmayan, dünyada ne olup bittiğinden habersiz metinler olduklarını sanmamıza sebep olur. Dünyada olup bitenler ile bu metinler arasındaki mütekabiliyet, Gökyay’ın yapılmasını istediği tarzda çalışmaların artmasından sonra anlaşılabilecektir.

Gökyay’da öğretmenlik sadece bir meslek değildir. Öğretmenlik onda bir meleke haline gelmiştir. Tanıyanlar onun çok muzip bir kişi olduğunu söylese de, Gökyay, “Destursuz Bağa Girenler” kitabında topladığı tenkitlerde, dayakçı bir öğretmen kisvesine bürünür. Onun sivri dilinde, şüphesiz karakterinin etkisi de vardır. Tanpınar’la girmiş olması muhtemel Yahya Kemal şiiri tartışmasına, 11 yıl sonra cevap vermesinde ve Irkçılık/Turancılık davasında yaptığı savunmada söylediklerini, yıllar sonra TRT’de bir programda aynıyla tekrar etmesinde beliren inatçılığının ve kendi yaptığı Dede Korkut neşrinden sonra, yapılan tüm Dede Korkut Hikayeleri neşri çalışmalarını tasfiye ederken beliren kıskançlığının, sivri dilinde etkisinin olduğu muhakkaktır. Fakat, yaptığı işin önemini hatırlarsak, bağın toptan bozguna uğraması riskini hatırlarsak, bu özelliklerinin yaptığı tenkitlerde bir ehemmiyeti kalmadığını anlarız.

Gökyay için “Destursuz Bağa Giren”in “Destursuz Bağa Girmek”ten başka özelliği kalmaz. Bunu yapan Abdülbaki Gölpınarlı ve Nihad Sami Banarlı gibi eskiden tanıdığı dostları olsa bile, o, cetveli eline alan dayakçı bir öğretmen kesilir. Destursuz bağa girene ne olurun cevabı izahtan muaftır. Destursuz bağa giren hesapsız dayak yer.

İtikadımca kelb tahirdir

Orhan Şaik Gökyay, kendi çalışmalarında olduğu gibi, tenkitlerinde de titiz davranır. Yazıya, genellikle eleştirdiği kişi hakkında serdettiği hakaretamiz ifadelerle başlar. Sonrasında, eleştirilerini dayandırdığı yanlışları bir bir gösterir. Genellikle, kitaptaki tüm yanlışları göstermeye sayfalar yetmez, onun da gücü tükenmiştir ve tatmin edici bir yekuna ulaştığına kanaat ettiğinde delilleri göstermeyi keser ve girişte söylediğinden daha sert ifadelerle yazıyı sonlandırır. Yazının bu bölümünde, Destursuz Bağa Girenler kitabındaki makalelerden birkaç alıntı yapmakla yetineceğim.

Tarih Enstitüsü dergisinin 10-11. sayılarında kaleme aldığı makalenin başlığı “Kağıt Ziyanlığı”dır. Gökyay, bu başlığı Neşet Çağatay’ın hazırladığı Mustafa Nuri Paşa’nın yazdığı “Netayicü’l-Vukuat” kitabının sadeleştirmesi için kullanır. Daha yazının girişinde geçen şu ifadeler dikkat çekicidir: “Ben her sayfada bize saldıran yanlışları göğüsleyerek bu kitabı okumaya başladım. Ancak II. Selim’in tahta çıkışına kadar olan 107. sayfanın sonuna gelince sabrım tükendi, kitabı bir yana atıp kalktım”.

Gökyay, yazının sonrasında 13 sayfa boyunca, Çağatay’ın yanlışlarını sıralar ve yazıyı şu sözlerle bitirir: “Şimdi sadeleştirenin giriş bölümünde yaptığı ta’rizi kendisine iade etmenin yeri gelmiştir. Bu türden eserlerin sadeleştirilmesi öyle şuna buna havale edilemez. Edilirse sonuç böyle olur. O sonuç ise kağıt ziyanlığıdır; zaman ziyanlığıdır; emek ziyanlığıdır. Kur’an-ı Kerim’in bir uyarısı ile sözümüzü bitirelim: Ey görecek gözü olanlar, ibret alın!”

Türk Dili dergisinin 169. sayısında yayımladığı “Savatlı Sim-Gümüş” başlıklı yazısında, hedef tahtasına Nihad Sami Banarlı’yı oturtmuştur. Onun hakkında şu ifadeleri kullanır: “Biz nice zamandır, Türkçe alanında, tünediği sütunlar üzerinden, gelene geçene dersler vermeye kalkışan bu yazarcığımızın, böbürlenmelerinde ne denli haklı ve Türkçe üzerinde ne denli yetkili olduğunu bir yönden merak ettik; bir yönden de, bir okuyucu olarak verilen çerden çöpten derslerle yetinmeyerek daha çok öğrenmek ardına düştük. Yıllar yılı Türk Dili ve Edebiyatı okutan bir kişinin, kulaç attığı bu engin denize bir kıyıdan bakıp durmaktansa içine girip inciler toplamak gönlümüze düştü. Girdik, baktık ki sığlık.”

Yücel dergisinin 112. sayısında yayımladığı “Bu da Divan Edebiyatı Beyanındadır” yazısında ise Abdülbaki Gölpınarlı’nın “Divan Edebiyatı Beyanındadır” kitabını tenkit etmek için yazar. Gölpınarlı’nın bu kitabı besbelli onu sükut-u hayale uğratmıştır. Gökyay, Gölpınarlı’nın iddia ettiği gibi, Divan Edebiyatı’nın İran şiirinin kötü bir taklidi olduğunu veya her şiirin birbirine benzediğini kabul etmez. Gökyay tenkidini şu sözlerle bitirir:

“Bir teşbih yapmaklığımıza mesağ varsa diyeceğiz ki: Mademki bizim edebiyatımızda tabiat yok, aşk yok, hayat bağlılığı yok, şehir yok, tenkid yok, hikaye yok, hususiyet yok, Türkçe yok, vatan yok, millet yok, hürriyet yok; yani Fuzuli yok, Baki yok, Nef’i yok, Nedim yok, Şeyh Galib yok, Şinasi yok, Ziya Paşa yok, Namık Kemal yok, Hamid yok. İnsan bu yoklukları ve bu kadar şiddetli saldırışları görünce diyor ki bir yani daha ilave edelim: Değirmen yok, fakat Donkişot var.

Bir teşbih daha yapmaklığımıza mesağ varsa diyeceğiz ki: Mademki bir küfür kekreliği taşıyan edası ile hiçbir ilmi haysiyeti olmayan, hiçbir ilmi ciddiyetle de uzlaştırılamayan alelade bir kötülemedir, bir zorlamadır, bir yaranmadır bunlar. Bu kitap yazılmış değil, nerede yapıldığı belli olmayan bir mürekkep, Türk büyüklerinin adlarını taşıyan sayfalara sıvaştırılmıştır, o kadar.”

Tûtî-i mu'cize-gûyem ne desem lâf değil

İlber Ortaylı, Gökyay hakkında şunları söyler: “Bütün derin bilgisine, hatta tek insan olmasına rağmen Orhan Şaik Gökyay’dan bu memleketin akademisi yararlanamamıştır.”

Ortaylı’nın söylediklerindeki isabet bugünün neşriyatına baktığımızda anlaşılacaktır. Sert tenkidlerin yazarı Orhan Şaik Gökyay, Türkiye entelijansiyasından sanki bir hayalet gibi, çok fazla yere dokunamadan, çok büyük bir etkisi olamadan geçip gitmiştir. Gökyay’ın etkisi biraz daha tesirli olabilseydi, belki Muharrem Tan’ın Şakayık tercümesi gibi gudubetlerle karşılaşmak zorunda kalmazdık. Karşılaşsaydık bile Gökyay’ın sopasını eline alıp mütercimin peşinden koşacağı muhakkak.

Tabi bu pasajdan, Gökyay’ın hiçbir müsbet etkisi olmamıştır sonucunu çıkartmak olmaz. O, öğrencilerine öğrettikleriyle, kendi çalışmalarıyla, yazdığı tenkitlerle, tarihsel metne bakmakta, onu kavramakta bir ölçü tayin etmiştir. Bu ölçüyü muhafaza etmeye çalışan kişiler, isimleri pek duyulmasa da, hâlâ mevcuttur. Gökyay’ın söyledikleri, laf-ı güzaf değildir. Tavsiyeleri dinlenmeli, tenkidlerinden ders çıkarılmalıdır. Bağa giriyorsak, işi destursuz yapmak olmaz.

Yazıyı, yer yer Nef’i’den alıntılarla ilerlettik, Orhan Şaik Gökyay’ın çok sevdiği ve yeri geldikçe okuduğu bir Baki alıntısıyla bitirelim: “Göze göstermez ise n’ola bizi her edna/ ki nazar farkedecek mertebeden alayız.

Cankat Kaplan 

YORUM EKLE