Bazı insanlar sessizdir, sakindir, gürültüyü, velvele çıkarmayı ve en önemlisi de gösterişi sevmezler. Kimsenin bir şey demesini beklemeden zor zamanlarda ortaya çıkarlar, yapmaları gereken neyse bunu da Allah vergisi bir önseziyle sezerek büyük bir fedakarlıkla yaparlar. İşleri bittiğinde ise, kimseye eyvallah etmeden yine geldikleri gibi sessizce çeker giderler.
Onların gitmesi, geride kalan hasarlı yapının onarımının bittiği anlamına gelir aynı zamanda. Harici gözlerden pek kimse fark etmemiştir belki ama gerçekte büyük bir hasar görmüş olan o yapı, onarılmıştır, mamur hale getirilmiştir. Onarımı asıl yapan, o yapının kendine özgü ruhunu koruyanlar ise sessizce çekip giderler; yapı ise, meydan darken ortada olmayanlara kalır çoğunlukla.
Bu anlattıklarıma benzer olaylar aslında sadece Türkiye’de değil, dünyanın hemen her yerinde gerçekleşiyor muhtemelen. Biz millet olarak zor zamanlarda ortaya çıkarak o yapıyı onaran kahramanların kim olduklarını irfanî bilgimizle seziyor, onları bağrımıza basıyor, tarihe böyle not düşüyoruz; onlara olan sevgimizle, onları unutmamamızla.
Türkiye’de Müslümanların kamu alanındaki sendikal faaliyetleri de, böyle bir süreci yaşadı aslında. Kurulması meşakkatli, yaşatılması meşakkatli oldu sendikaların. Bugünlere gelindi ama bugünlere gelmek hiç de kolay olmadı. Ve bu görev de, yine zamane dervişlerine kalmıştı elbette.
Derinlere doğru giden biriydi
Bilindiği üzere bu insanlarda büyüme ufka doğru değil, derinlere doğru olduğu için onların derunî boyutunu ancak derinlere ayarlı gözler görebilir, başkalarının bunu görmeleri mümkün değildir.
Türkiye’deki memur sendikacılığının önemli isimlerinden, Eğitim Bir Sendikası’nın ve Memur Sen’in kurucusu Akif İnan böyle biriydi mesela. O da zor zamanlarda hiç anlamadığı bir iş olan sendikacılığa soyunmuş, Müslümanların sesi olabilecek sendikayı kurmak için ortaya çıkmış, sendikayı inançla mayalamış, bu alanda önemli görevler yapmış ve sonra görevini tamamlayıp bu dünyadan öte dünyaya hicret etmiştir.
Yakından tanıyanlar bilir ki, Akif İnan’ın görünüşündeki otoriterliğin altında yufka bir yürek, gözyaşı akıtmaya hazır bir çift göz vardı. Yani aslında, sendikacılık ona göre bir iş değildi. Ama ortada bir görev vardır, inşa edilecek bir yapı vardır ve görevden kaçmak da onların hiçbir zaman yapacakları bir şey değildir.
İşte Erol Battal da, tıpkı Akif İnan gibi bir misyonu üstlenmiştir sendikacılık adına. Çünkü ortada, onarım bekleyen bir yapı vardır, fedakarlık göstermek vardır ve elbette bu fedakarlık hep onlara düşmektedir. Erol Battal, sendikacılık uğruna o çok sevdiği okumalarını azaltmış, sevmediği bürokrasinin içinde yer almıştır. Böyle bir fedakarlıktır işte bu.
Zor zamanların mimarı olan dervişler
Erol Battal da, tıpkı Akif İnan gibi yine zor zamanlarda ortaya çıkan, yine tıpkı onun gibi büyümesini ufka doğru değil de kalbi derinliğe doğru yapan yiğit bir dava adamı, güzel bir insandır.
Erol Battal’ı 2006 yılında Antalya’da, sendikanın şube başkanlarıyla yapılan bir istişare toplantısında tanıdım. O toplantıya ben de ilçe başkanı sıfatıyla katılmıştım. Orada birçok güzel insanla tanışma fırsatım oldu ama hiç kuşku yok ki bunların arasında en fazla iz bırakanı Erol Battal’dı.
Bir insan, bir başka insanda nasıl iz bırakır?
Aslında herkesin bu soruya verilecek farklı cevapları vardır. Benim için iz bırakmanın ölçüsü, muhatabımın varlığıyla, duygularıyla, insani yaklaşımlarıyla, tevazusuyla, makamın ona verdiği gücü umursamamasıyla ortaya çıkar. İşte Erol Battal, hem konuşmasıyla hem davranışlarıyla hem de üzerine oturmakta güçlük çeken giysileriyle böyle biriydi.
Evet, giysileri üzerine oturmuyordu. İnsanın üzerine güzellik oturduktan sonra giysiler üzerine oturmamış, gam mı yani?!
Başka hiçbir şeyiyle değil, insanlığıyla iz bırakan biriydi. O kadar sade, o kadar dervişmeşrep edası olan biriydi ki, o size söylemedikçe onun sendikada üst düzey yönetici olduğun anlamanız mümkün değildi. Konuşmaktan çok dinlemeyi sevdiğini hatırlıyorum. Bir de sanki yiyecekmiş gibi içtiği sigarayı…
Kimseyi incitmemek için tetik dururdu
Ürkek olduğu kalmış bir de aklımda. Ama bu, bildiğimiz ürkeklik değil, hani yanlış bir şey söylerim de karşımdaki insanı üzerim ürkekliğiydi. Bir beyefendi ürkekliği, bir derviş ürkekliği kısaca…
Zaten şimdi düşünüyorum da “Erol Battal’a en çok yakışan dervişlikti” diye mırıldanırken yakalıyorum kendimi. Ve hatta onu ilk tanıdığımda, böyle naif bir insan nasıl sendikacılık yapabilir, diye düşündüğümü hatırlıyorum.
Daha sonra ona dair tanıklıklardan öğrendiğim üzre, o düşüncemin pek de yanlış olmadığı sonucuna varıyorum şimdi.
Aslında o, gerçekte sendikacı falan değildi bence. Sendikacı olmak için de, yönetici olmak için de sendikaya girmemişti. Onun sendikada bulunmasının sebebi ile Akif İnan’ın sendikacılığı aynı gerekçeye yaslanıyordu: Ortada yapılması gereken güzel bir iş, katlanılması gereken bir fedakârlık, inşa edilmesi/onarılması gereken bir yapı vardı ve onlar da o yapıyı önce inşa etmek, gerektiğinde de onarmak için oradaydılar.
Akif İnan ve içinde Erol Battal’ın da bulunduğu ekip Müslümanların kamudaki senbdikacılık faaliyetlerini başlatmışlar, Akif İnan’ın vefatından sonra tıkanan faaliyetler için de Erol Battal ve arkadaşları yine davayı omuzlamaya koşmuşlardı.
Zahirde bir sendikacı olarak bilinse de, batınıyla bir dervişti Erol Battal. Her şey bu kadar basit, bu kadar yalın. Mekânı cennet olsun.
Ahmet Serin, rahmet dileyerek yazdı